Klasik Kaynaklarımızdan Yorumlar
Hz. Adem İlk İnsan Değil mi? Neanderthaller'in Varlığı Açıklanabilir mi?
Kutsal metinlerde ilk insanın yaratılışından bahsediyor. Ama inkâr edilmesi mümkün olmayacak kadar çok fosil kalıntısı, atalarımızla birlikte aynı zaman diliminde yaşayan fakat onlardan genetik yapı olarak farklı insanların varlığını işaret ediyor. Peki, Kutsal metinlerle antropolojik bulguların çelişmeden kabulü mümkün mü?
Aslında Kur’an ayetlerinden bu durumu destekleyecek şekilde yorumlanabilecek hatta geçmişte yorumlanmış ama genel görüşe paralel olmadığı için çok fazla taraftar bulmamış bölümler var.
İslâmî kaynaklarda, Hz. Âdem’in yaratılmasından önce yeryüzünde insan veya ona benzer akıllı ve şuurlu bir varlık bulunup bulunmadığı konusu tartışılmıştır. Bu tartışmanın sebebi, Âdem’in yaratılışıyla ilgili âyetlerde geçen halîfe kelimesiyle, Bakara sûresinde meleklere atfedilen, “Yeryüzünde orayı fesada verecek ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” anlamındaki ifadedir. Bir görüşe göre, Kur’ân-ı Kerîm’de Âdem’e ve onun soyuna halife denildiğine bakılırsa yeryüzünde Âdem’den önce başka bir insan türü yaşamış olmalıdır. Bunlar orayı fesada verdikleri ve kan döktükleri için helâk edilmişlerdir. Bu sebeple Âdem ve soyu halife yani bu eski insanların halefi olmuş, onların yerine geçmiştir. Melekler Âdem’in neslinin fesat çıkaran ve kan döken varlıklar olacağını bu eski insanlarla kıyaslayarak ileri sürüyorlardı. [1]
Hani Rabbin meleklere: “Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demişti. Biz seni hamd ile yüceltip ve seni bütün noksanlıklardan tenzih edip ulularken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kan akıtacak birisini mi yaratacaksın?” dediler. “Şüphesiz ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.” dedi.
(Bakara 30)
"Hilâfet" başkasının yerine olma demek olduğu gibi, "halife" başkasının yerini tutan, onun makamına oturan, onun adına hükmeden kimse anlamına gelmektedir… İnsanların yeryüzünde halife olduğu görüşü, büyük bir çoğunluk tarafından benimsenmiş bulunmaktadır. Fakat insanın kimin halifesi olduğu konusu tartışılmış ve belli başlı iki grup oluşmuştur.[2]
Bunlardan, İbn Mes'ud ve Mücahid'e dayandırılan ilk görüşe göre Halife, Allah’ta dinini, hükümlerini uygulamakla yükümlü olan ve O’nun adına hareket eden kimsedir… İnsanın Allah'ın halifesi olabileceği görüşü, daha sonra İslâm âlimlerinin çoğunluğu tarafından benimsenmiştir. [3]
İbn Abbas'a isnad edilen ikinci görüşe göre ise insan, kendinden önce yaşayan, aynı vasıflara haiz başka varlıkların halifesidir… Kelîmenin etimolojik anlamı, maddî planda insanın yine bir başka insanın halifesi olmasını zorunlu kılmaktadır. Bu izah günümüz insanlığı için normal karşılanabilir. Zaten bu husus Kur ân-ı Kerim de de açıkça belirtilmektedir! …Maturidî, Hz. Âdem'in, yeryüzünde kendinden önce yaşayan varlıkların halifesi olabileceği gibi, ahkâmını ve dinini gerçekleştirmesi, uygulaması bakımından, Allah'ın halifesi olma ihtimalini de kabul etmektedir. [4]
Her ne kadar Hz. Adem’in Allah'ın halifesi olabileceği belirtilmiş ve bunun Kur'ân'ın bütünlüğüne uygunluğu açıklanmış ise de; kelimenin etimolojisi itibariyle Hz. Âdem'den önce başka insan aranmaya başlanmıştır.[5]
İslâm literatüründe, bu görüşün ilk defa Cafer-i, Sadık tarafından ortaya atıldığı ileri sürülmüştür. Rivayete göre o, Resulullah'dan (S.A.V.), Hz. Âdem'den önce yeryüzünde yüzbin Âdem olduğu şeklinde bir haber nakletmiştir. Cafer-i Sadık'a ait olduğu tartışılabilecek olan bu rivayet daha sonra bazı Şiîler tarafından kullanılmıştır.[6]
Mes'udî, Hz. Ali'nin yeryüzünde Hz. Âdem’den önce Allah'a ibadet eden varlıklar olduğunu söylediğini naklederse de burada adı geçen varlıkların insan cinsi olduğuna dair herhangi bir işaret yoktur.[7]
Aynı düşüncenin, Muhiddin İbn Arabi tarafından nakledilmesi dikkat çekmektedir. İbn Arabi, Futuhat-ı Mekkiye isimli meşhur eserinde, şu haberi nakletmektedir:"Bir gün Kabe'yi tavaf ederken, uykuda uyuyanın halinde, Allah bana, daha önce tanımadığım bir grup gösterdi. Onlar, birini unuttuğum iki beyit söylediler. Hatırladığım beyit, biz bu Kabe'yi sizin yıllarca tavaf ettiğiniz gibi hep birlikte tavaf ettik şeklinde idi. O gruptan biri, bilmediğim bir isimle beni adlandırarak, ben senin atalarındanım dedi. [8]
Meleklerin, yaratılacak bu halifenin, yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve kan dökecek vasıflara sahip olduğunu nasıl ve nereden öğrendikleri meselesi açıklığa kavuşmuş değildir.[9]
İlk İnsanların Yaşadıkları Bölge
İslam kaynaklarında ilk insanın nerede ortaya çıktığını bildiren kesin bir bilgi yok. Ama Kur’an’da Kâbe’nin dünya üzerinde ibadet yeri olarak yapılan ilk mekân olduğu bilgisi yer alıyor. Yine kaynaklarda Kabe’yi ilk defa inşa edenin de Hz.Adem olduğu belirtiliyor. Mekke’nin Arabistan Yarımadası’nın Doğu Afrika’ya en yakın kısmında yer alması ve ilk insanın ortaya çıkmış olması muhtemel bölge ile arasında birkaç yüz kilometreyi geçmeyen bir mesafenin bulunması dikkat çekici. Arada Kızıl Deniz bulunmaktadır ama buzul çağında deniz seviyesi çok daha aşağıdaydı ve denizin iki kıyısı arasındaki mesafe çok daha azdı.
Kur’ân-ı Kerîm’de Kâbe ile ilgili olarak şu âyetler yer almaktadır:
“Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev -mâbed- Mekke’deki Kâbe’dir (Âl-i İmrân 3/96)
“Bir zamanlar İbrâhim’e beytin yerini göstermiş -ve şöyle demiştik-: Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf eden, kıyamda bulunan, rükû ve secde edenlere evimi temiz tut”
(el-Hac 22/26)
Bu âyetlerden Kâbe’nin Hz. İbrâhim’den önce de var olduğu, ancak yıkılıp uzun zaman içinde yerinin kaybolduğu ve İbrâhim tarafından bulunarak yeniden yapıldığı anlaşılmaktadır. Fakat Hz. İbrâhim’den önce kimin tarafından inşa edildiği hususunda Kur’an’da herhangi bir bilgi yoktur. Bununla birlikte bazı kaynaklarda ilk yapanların Hz. Âdem yahut oğlu Şît…olduğuna dair rivayetler yer almaktadır.[10]
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın Hz. Âdem ve Havvâ’ya cennete yerleşmelerini emrettiği belirtilmekte (bk. el-Bakara 2/35), ancak bunun âhirette iyilerin kalacakları “ebedîlik yurdu” (dârülhuld) olan cennet olup olmadığı konusunda açık bir ifade bulunmamaktadır. Bu yüzden İslâm bilginlerinden bir kısmı, ilgili âyetlerdeki cennet kelimesinin sözlük anlamıyla “bahçe” demek olduğunu, bunun da yeryüzünde bir yer olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bu görüşte olanlar, buranın dünyadaki bir yer olması gerektiği konusunda daha başka deliller de ileri sürmüşlerdir. Hatta bunlar, “bağlık bahçelik yer, yeşil topraklar” anlamına aldıkları bu cennetin Fars ülkesi ile Kirman arasında, Aden arazisinde veya Filistin’de olduğu yönünde iddialar ortaya atmışlarsa da bu iddialar ciddi bir delile dayanmaktan uzaktır. İmam Mâtürîdî de bu cennetin genel anlamıyla bağlık bahçelik bir yer olduğu şeklindeki açıklamalarıyla buranın yeryüzünde olduğu görüşüne katılıyor gibiyse de tam olarak yerini tesbit etmenin imkânsız olduğunu, selefin de bu kanaati taşıdığını belirtmektedir (bk. Tevîlât, s. 106). [11]
İnsan ve Dil
Araştırmacıların büyük çoğunluğu Neanderthallerin gırtlak yapısından yola çıkarak konuşamadıkları görüşünü öne sürüyorlar. Bu durum yukarıda alıntı yaptığımız Kur’an ayetinin devamında gelen ayetlerle de uyumlu görünüyor.
(Allah, yarattığı) Âdem’e (eşyaya ait) bütün isimleri öğretti, sonra onları meleklere gösterip: “Haydi! Görüşünüzde doğru iseniz, onların isimlerini bana haber verin.” dedi.
(Melekler de: “Yâ Rabbi!) Seni (bütün noksan sıfatlardan) tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Her şeyi hakkıyla bilen, ‘hüküm ve hikmet sahibi’ mutlaka o sensin sen.” demişlerdi.
(Bunun üzerine Allah:) “Ey Âdem! Eşyanın isimlerini onlara haber ver” dedi. (Âdem de onların) isimlerini onlara bildirince (Allah): “Ben size, göklerin ve yerin gaybını (sırlarını/hikmetini) bilirim, açıkladığınız ve gizlediğiniz her şeyi de bilirim, dememiş miydim?” dedi.
(Bakara 31-33)
Eşyanın birbirinden ayırdedilmesi, herbirine ayrı ayrı isim verilmesiyle mümkün olabilmektedir. Ayette, bütün bunları kapsamak amacıyla, isim sözcüğü kullanılmaktadır. Çünkü isim, verilmiş olduğu şeyi belirtmektedir, örneğin karşımızdakine elma denen meyveden sözederken, elmayı elimize alıp 'işte bu meyve' demek yerine, sadece elma demekle yetiniriz. Çünkü kavramlar, insanın eşyâyı algılamasına yarayan araçlar olmaktadır. Gerçekte insanın eşyâ ile ilgili tüm bilgisi, onlara isimler vermesine dayanmaktadır. Burada, insan bilgisinin kavramsal özelliği vurgulanmaktadır. Adem'e bütün isimlerin öğretilmesi; konuşma, eşyâ hakkında bilgi sahibi olup, onu bilinçli olarak işleme yeteneğini gerektirir.[12]
İsimlerin öğretilmesinden maksat, konuşulan lisanlardır denmiş ve insanların konuşmuş olduğu lisanların tevkifi (ilâhî kaynaklı) olup olmadığı konusu da, tartışılmıştır. Eş'arî, Cübbâî ve Ka'bî, "Dillerin lafızları, manaları ve bu lafızların o manalara geldiği hususunda, "Allah insanlarda zarûrî bir ilim yaratmıştır" görüşünden hareketle bütün dillerin tevkifi olduğunu söylemişler ve buna da "Allah Adem'e bütün isimleri öğretti" âyetini delil getirmişlerdir. [13]
... dil yeteneğiyle insan, eşyâya isim verebilmekte, kavramlarla düşünebilmekte ve konuşabilmektedir. O halde, Adem'e öğretilen şey, genel anlamda Allah'ın isim ve sıfatlarının bilgisidir... trafik işaretlerini düşünelim; bunlarla bize anlatılmak istenen, bu şekillerin maddî özellikleri değildir. Bunların her biri, bir mananın sembolüdür ve bu sembollerle insanların, bunların anlatmak istediği manalara intikal etmeleri istenir.[14]
Adem'e isimlerin öğretilmesiyle bağlantılı olarak, insana "beyân"ın öğretilmesi konusuna da, değinmek istiyoruz. Kur'ân'da; "O, insanı yarattı, ona beyânı öğretti" denilmektedir. Beyân; konuşma ve anlatma yeteneği demektir. Konuşma, duygu ve düşüncelerini anlatma yeteneği, insanı diğer canlılardan ayıran en belirgin özelliktir. Beyân, bütün eşyânın isimleri olarak da açıklanmaktadır. Adem yaratıldıktan sonra, kendisine isimlerin öğretilmesiyle, meleklerin bilemediklerini bilmiş ve eremediklerirıe ermiştir. [15]
Beyân, yalnızca konuşma özelliği değildir. Çünkü bu konuşmanın ardında akıl, şuur, idrak, fehim gibi yetenekler de vardır ki, bunlar olmaksı¬zın konuşmak mümkün değildir. Dolayısıyla insanda konuşma melekesinin bulunması, onun şuur ve irâde sahibi olmasının da bir delilidir. İnsanın yaratılıp, ona beyânın öğretilmesi; onun konuşma, anlama ve anlatma yeteneğinde olması ve buna uygun bir fizikî özellikte yaratılması demektir.[16]
Tevrat’taki yaratılışa dair ikinci hikâyede, Hz. Âdem yaratıldıktan sonra Allah onun yalnızlığını gidermek, kendisine uygun bir yardımcı yapmak üzere her kır hayvanını, göklerin her kuşunu topraktan yapar ve onlara ne ad koyacağını görmek için Âdem’e getirir. Âdem de bütün sığırlara, göklerin kuşlarına ve her kır hayvanına ad koyar (bk. Tekvîn, 2/18-20). Âdem’in hayvanların isimlerini belirlemesi, hem onların görevlerini tesbit etmesi hem de onlar üzerinde hükümran olması şeklinde yorumlanmıştır (bk. Ancien Testament, 47). Zira yahudi telakkisine göre, isim ile o ismin verildiği varlık arasında doğrudan bir alâka vardır ve bir varlığın adını bilmek, onu iyice tanımak ve onun üzerinde etkili olmak demektir. [17]
Dipnotlar
[1] TDV İslam Ansiklopedisi, Adem
[2]Hz. Adem. Mustafa Erdem. Türkiye Diyanet Vakfı yayınları:2011
[3]Hz. Adem. Mustafa Erdem. Türkiye Diyanet Vakfı yayınları:2011
[4]Hz. Adem. Mustafa Erdem. Türkiye Diyanet Vakfı yayınları:2011
[5]Hz. Adem. Mustafa Erdem. Türkiye Diyanet Vakfı yayınları:2011
[6]Hz. Adem. Mustafa Erdem. Türkiye Diyanet Vakfı yayınları:2011
[7]Hz. Adem. Mustafa Erdem. Türkiye Diyanet Vakfı yayınları:2011
[8]Hz. Adem. Mustafa Erdem. Türkiye Diyanet Vakfı yayınları:2011
[9]Hz. Adem. Mustafa Erdem. Türkiye Diyanet Vakfı yayınları:2011
[10] TDV İslam Ansiklopedisi, Adem
[11] TDV İslam Ansiklopedisi, Adem
[12] Kur’an ve Medeniyet. Erdoğan Pınarbaşı. Pınar: 1996
[13] Kur’an ve Medeniyet. Erdoğan Pınarbaşı. Pınar: 1996
[14] Kur’an ve Medeniyet. Erdoğan Pınarbaşı. Pınar: 1996
[15] Kur’an ve Medeniyet. Erdoğan Pınarbaşı. Pınar: 1996
[16] Kur’an ve Medeniyet. Erdoğan Pınarbaşı. Pınar: 1996
[17] TDV İslam Ansiklopedisi, Adem