top of page

20. yüzyılın İlk Yarısı

Tarihe Karşı Güvensizlik

 

19. yy.’lın sonundan itibaren ortaya çıkan tarihe karşı güvensizlik, 20. yy’ın başından itibaren yaygınlaşmaya başladı. Ama genel bir yaklaşım halini alması I.Dünya savaşından sonradır.

On dokuzuncu yüzyılın sosyolojisi ve öteki toplum, felsefe ve hatta doğa bilimleri, fizik, biyolojik ve toplumsal-kültürel dinamiğin merkez sorununa hayli yalın bir yoldan bakmışlardır - onlar için bu sorun, zaman boyunca açıldığına inanılan doğrusal eğilimleri bulmak ve formülleştirmek sorunuydu… Bütün tarih süreci bir çeşit iyi düzenlenmiş bir kolej programı gibi düşünülüyordu: ilkel insan ya da toplum ilk sınıf öğrencileriydiler, sonra sırayla ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıflara geçiyorlar ve sonunda, ya "pozitivizm" ya da "herkes' için özgürlük" yahut söz konusu bilgin'in keyif ve beğenisi hangi sonul aşamasına işaret ediyorsa o aşamada mezun oluyorlardı.[1]

 

Daha onsekiz ve ondokuzuncu yüzyıllarda bu dogmayı kesin bir biçimde eleştiren ve farklı toplumsal-kültürel dinamik kuramları öneren sesler yükselmeye başlamıştı. Yirminci yüzyılda nihayet bu sesler ağır basmaya başladılar. İlk sonuç, geçen yüzyılın biyolojik-toplumsal bilimleri tarafından formülleştirilen doğrusal yasaların ve doğrusal toplumsal-kültürel değişim kuramının gerisindeki varsayımların gitgide daha çok eleştirilmesi oldu. Bu eleştiriler, mantıksal olduğu gibi olgusal temellere de dayanmaktadır.[2]

 

Sosyologlar, psikologlar, filozoflar, tarihçiler, etnologlar ve başkaları, bireylerin ve çeşitli toplum ve grupların deneysel yaşam tarihlerinin varoldukları iddia edilen eğilimleri ve varoldukları iddia edilen gelişme aşamalarını izlemediklerini olgusal olarak göstermişlerdir. Olgusal kanıtlar, insanlığın bütününe ve bütün grup ve bireylere uygulanabilecek herhangi bir evrensel ve sürekli doğrusal eğilimin ya da herhangi bir evrim aşamaları düzeninin bulunduğu varsayımıyla açıkça çelişmektedir.[3]

 

Son iki yüzyılın doğrusal dinamiğinin mantıksal ve olgusal eleştirilerinin sonucu olarak, yirminci yüzyılda bu gibi eğilimleri ve yasaları bulmak ve formülleştirmek heyecanı bir hayli durulmuştur. Böyle bir dinamiği sürdürme çabaları, tabiatıyla, büsbütün ortadan kalkmamıştır, fakat bunlar gitgide azalmışlar ve gittikçe özgül toplumlara, sınırlı zaman sürelerine ve başka sınır ve kayıtlara sıkıştırılır olmuşlardır.[4]

19. yüzyıl tarihçileri tarih araş­tırmalarının tarafsız, objektif ve bilimsel tarihsel bilgiler üre­tebileceğine güçlü bir biçimde inanmaktaydılar. 20. yüzyılın başlarından itibaren bu düşünceyi zayıflatacak gelişme­ler yaşanmaya başlandı. Aslında Nietzsche gibi bazı düşü­nürler daha 19. yüzyılda tarih araştırmalarının amacının tarihçinin ürettiği bilginin kendi öznelliğinden tamamen bağımsız nesnel bir bilgi olamayacağını ileri sürmüştü. Fakat bu dü­şünce ancak Birinci Dünya Savaşı'nda sonra yaygınlaşma­ya başladı. 1918 sonrasında, savaşa katılan ülkelerde tarih­çiler savaşın sebepleri üzerine yoğun bir çalışmaya girdiler. Çünkü herkes savaşın başlatılması sorumluluğunu kendi üze­rinden atmak istiyordu.[i]

 

1914 ten bile önce, bilimsel yöntemin, tarafsız ve değer yargısız bir tarih ortaya koymak yeteneği kuşkuyla karşılanır olmuştu; 1914-18 olayları ve sonrasında ise itibarı daha ciddi bir şekilde sarsılmıştı.  Bu şaşkınlık içindeki görüşe göre tarih, anlamdan yoksun, yorumlanamayan, yalnızca “birbiri ardına gelen” kahrolası birşeydi. [ii]

 

I. Dünya Savaşı'ndan sonraki Alman tartışmalarında gittikçe daha popüler bir konu başlığına dönüşen "historisizmin bunalımı"  öncelikle entelektüel gelişmelerin bir sonucu olarak görülmekteydi. Bu "bunalım" en şiddetli olarak Almanya'da hissedildi, çünkü burada 19. yüzyıl başının ve ortasının felsefi varsayımları, çoğunlukla 20. yüzyılın gerçeklikleriyle bağdaşmaz nitelikteydi.[iii]

 

Einstein'ın İzafiyet Kuramı (1913), 1919 astronomi gözlemleriyle onaylandıktan sonra geniş kitle kazanarak, "şeylerin durumları"nın gözlemcinin durumuna göre değiştiğini sanan entelektüel bir iklimin yaşanmasına yardımcı oldu.[iv]

 

Dilthey (1833-1911, Almanya)

Dilthey şöyle der: “Comte’un ve pozitivistlerin, J. S. Mill’in ve empiristlerin bu sorulara verdikleri yanıtlar bana tarihsel gerçekliği doğa-bilimsel kavramlara ve yöntemlere uydurma uğruna, gerçekliği çarpıtmak ve tahrif etmek olarak görünmektedir”. Bu yüzden de tarihçiliği sağlam bir temel üzerinde inşa edebilmemizi sağlayacak yeni bir bilgi kuramına, bir tarih epistemolojisine gerek vardır. Aristoteles’ten Kant’a kadar olan bilgi kuramları bunu başaramazlar çünkü bu bilgi kuramları insan aklını tarihsel ve psikolojik öğelerden bağımsız olarak ele almışlardır.[v]

 

Dithey’a göre 19. yüzyılın tarih felsefelerindeki tarihin bir sona doğru gittiğini ileri süren tarih bilinci aslında Ortaçağ’dan gelen Augustinusçu bir tarih bilincidir. Bu anlayış tarihin bir başı ve sonu olduğunu ileri süren eskatolojik tarih anlayışıdır.Dilthey’a göre her tarihsel dönem kendi içinde biricik ve bütün olduğundan, tarih çağları arasında bir geçişlilik olmadığından eskatolojik tarih anlayışlarının yaptığı gibi tarihe ilerleyen bir süreç olarak bakılamaz. Tarihte ilerleme ve yükseliş çağları olduğu gibi düşüş ve gerileme çağları da olabilir.[vi]

 

Spengler (1880-1936, Almanya), Arnold Toynbee (1889-1975, İngiltere)

20. yüzyıl başlarında çizgisel tarih anlayışını eleştiren döngüsel tarih anlayışı Oswald Spengler ve Arnold Toynbee (1889-1975) ile yeniden gündeme gelmiştir. [vii]

 

Spengler çizgisel tarih anlayışlarının tarihte bir erek aradıklarını, oysa tarihte bir erek olduğunu varsaymanın anlamsız olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre tarih tıpkı doğa gibi kör rastlantılı süreçlerin rol oynadığı bir alandır.[viii]

 

Spengler’e göre tarih kör bir doğa oyununa benzer ve kendisinde hiçbir erek taşımaz. Ona göre tarihe kader kavramıyla bakılabilir. Ama bu çizgisel tarih anlayışlarındaki gibi yasalı bir zorunluluktan doğan kadercilik gibi anlaşılmamalıdır. Tarihte kültürler gelişigüzel doğarlar, yaşarlar ve ölürler.[ix]

 

Spengler tarihte üç değişik gelişme basamağı olduğunu söyler: 1. Metafizik-dinsel yüksek kültürler, 2. Simgeci erken kültürler, 3. Sivil geç kültürler. Ama bu gelişme basamakları çizgiselliği akla getirse de aslında değildir. Çünkü her kültür bu üç basamaktan geçer ve her kültürü sonunda çöküş bekler. Bu anlamda tarihte döngüsellik vardır. Spengler’e göre tarih bu üç basamaktan geçen kültürlerin art arda gelişidir. Her bir kültürün bir organizmanın olduğu gibi bir yaşam dönemi vardır. Bu bağlamda Spengler Batı kültürünün de çöküş döneminde olan bir kültür olduğunu söylemiştir.[x]

 

Devletin Tarihinden Toplumun Tarihine

Yüzyıl dönümüne gelindiğinde, Fransa, Belçika, Birleşik Devletler, İskandinavya, hatta Almanya'daki tarihçiler, Ranke'ci paradigmayı eleştirmeye, toplumsal ve ekonomik etkenleri de hesaba katan bir tarih anlayışının gerektiğini öne sürmeye başladılar.[xi]

 

19. yüzyılın sonlarına doğru devlet ve siyaset merkezli tarihyazımı anlayışı eleştirilmeye başlandı. Batı Avrupa ve ABD'deki tarihyazımında siyasi olaylar ve devlet adamları üzerinde yoğunlaşan anlayışı sorgulayan ve toplumun, ekonominin ve kültürün rolüne daha fazla önem veren yaklaşımlar ortaya çıkmaya başladı. [xii]

 

Amerikan Toplumsal Tarih Geleneği

Soğuk Savaş'ta Amerikalı tarihçiler tarafından yeni bir ulusal mutabakat keşfedildi. 1960'ta Daniel Bell "ideolojinin sonu"nu ilan etti. Soğuk Savaş'ın o ilk yıllarında, Amerikan tarihi ve Amerikan toplumu "özgür dünya" için giderek bir model olarak kabul edilmeye başlandı. Sınai verimliliği gerçekleştirmiş ve tüketici kitle pazarını yaratmış olan bir toplum, modern dünyanın gerçekliklerine uygun bir tarih ve sosyal bilim gerektiriyordu. Bunun için bilgisayar tam zamanında ortaya çıktı. Yalnız Amerika'da değil, İngiltere, Fransa, İskandinavya ve başka yerlerde de, hatta sosyalist ülkelerde bile, nicel yöntemler gittikçe artan şekilde tarihsel araştırmalara girmeye başladı. Nicelleştirme, sosyal bilimlerin bilimsel disiplin olma iddialarını güçlendirdi.[xiii]

 

Annales Okulu (Fransa)

Annales dergisi çevresinde toplanan bir grup Fransız tarihçi tarafından kurulan ve etkisi günümüze kadar uzanan bir ekol oluşturdular.

Klasik historisizm devleti, toplumun ve kültürün diğer tüm yönlerinin bağımlı olduğu anahtar kurum konumuna yükseltirken, Annales tarihçileri geleneksel disiplinleri beşeri bilimlere eklemlemek üzere, bu disiplinler arasındaki sınırları kaldırdılar…19. yüzyıl tarihyazımında kilit bir konum işgal etmiş olan bireylere bu yapıtlarda çok seyrek değinilir. [xiv]

 

 

Dipnotlar

[1]Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri. Pitirim A. Sorokin. Göçebe: 1997  

[2]Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri. Pitirim A. Sorokin. Göçebe: 1997  

[3]Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri. Pitirim A. Sorokin. Göçebe: 1997  

[4]Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri. Pitirim A. Sorokin. Göçebe: 1997  

[i]Tarih Nasıl Yazılır? Komisyon. Tarihçi Kitabevi. 2015

[ii]Tarihin Savunusu. Richard J. Evans. İmge: 1999

[iii]Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı. Georg G. Iggers. Tarih Vakfı Yurt Yayınları: 2011

[iv]Tarihin Savunusu. Richard J. Evans. İmge: 1999

[v]Tarih Felsefesi – 2: Cengiz İskender Özkan. Anadolu Ünv.: 2013

[vi]Tarih Felsefesi – 2: Cengiz İskender Özkan. Anadolu Ünv.: 2013

[vii]Tarih Felsefesi – 2: Cengiz İskender Özkan. Anadolu Ünv.: 2013

[viii]Tarih Felsefesi – 2: Cengiz İskender Özkan. Anadolu Ünv.: 2013

[ix]Tarih Felsefesi – 2: Cengiz İskender Özkan. Anadolu Ünv.: 2013

[x]Tarih Felsefesi – 2: Cengiz İskender Özkan. Anadolu Ünv.: 2013

[xi]Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı. Georg G. Iggers. Tarih Vakfı Yurt Yayınları: 2011

[xii]Tarih Nasıl Yazılır? Komisyon. Tarihçi Kitabevi. 2015

[xiii]Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı. Georg G. Iggers. Tarih Vakfı Yurt Yayınları: 2011

[xiv]Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı. Georg G. Iggers. Tarih Vakfı Yurt Yayınları: 2011

bottom of page