Tarihe Ne kadar Güvenebiliriz (3)
Bakış Açısı Problemi
Bakış açısı, sadece belgelerin seçimi sırasında değil, esas yorumlanması sırasında gündeme gelir. Aynı belgeler, farklı bakış açılarıyla farklı şekilde yorumlanabilirler.
Belgeyi tetkik eden kişi sayısı birkaç kişiyi geçmez. Tarihçi olsun ya da olmasın nakleden tarihçi aracılığı ile bilgiye ulaşırlar. Tarihçi, belgeyi tetkik etmekle kalmaz, diğer belgelerle karşılaştırır, nakledilmeye değer olup olmadığına karar verir ve genellikle belgeyi saf haliyle değil, kendi tetkiki sonucunda ulaştığı kanaatle birlikte nakleder. Yani biz tarihe belgeler üzerinden değil, tarihçiler üzerinden ulaşırız. Bu durumda da muhtemelen tarih çalışmalarının en büyük problemini meydana getirir.
Tarihçiler de insandır ve bakış açıları yaşadıkları toplumdan ve sahip oldukları kültürden etkilenir. Özellikle akademik çevreler aslında katı normları olan kapalı sosyal gruplardır. Akademik yeterlilikten, makaele yayınlamaya, şiddetli eleştiriye hatta terfiye kadarbir çok araç kullanarak üyelerini şekillendirir. Tarihi ancak tarihçi vasıtasıyla bilebiliyorsak, tarihçinin bakış açısını bilmek büyük önem taşıyacaktır.
Örneğin maksist bir yazar, toplumu sınıf çelişkilerinin sebep olduğu çatışmaların sürüp gittiği bir alan olarak değerlendirecektir. Bu durumda devlet de onun için, değişmesi gereken,hakim güçlerin hegomonyasını dayatmak ve devrimci güçlerle mücadele etmek için kullandıkları bir araçtır. Bu görüşe sahip bir yazar, tarihi olayları değerlendirirken, siyasetçilerin verdiği yanlış yada haksız kararlara çok daha fazla dikkat çekmesi normal değil midir? Bu dikkate almadan tarihçinin o dönemin yöneticileri hakkında nasıl bir yargıya varılabilir? Tersine, bir başka yazar da, toplumu, bir arada olmak zorunda olan bir bütün olarak görüyor ve çatışmalar olsa bile bunu atlatılması gereken sağlıksız bir durum olarak değerlendiriyor olabilir. Bu görüşe göre, siyasi erk, birlik içinde hareket eden fertlerden oluşmuş bir yapı adına kaynakları organize eden ve dağıtan, ama toplum adına hareket eden bir yapı olarak görülecektir. Bu yazar tarafından yazılan tarih içinde, yöneticilerin hataları önemsenmeyip başarılarının ön plana çıkarılması beklenmez mi? Canla başla uğraşıp başarıya ulaşan bir liderin çabası, bir yazar için toplumun yönetim sorumluluğunu üzerine alan bir ferdinin büyük gayreti olarak değerlendirilirken, diğeri için egemen sınıfın iktidarının yıkılmasını geciktiren boş bir gayret olarak algılanacaktır.
Eleştiri
… Tarihten ne istiyorsak onu bulabiliriz. Pek çok farklı tarih okuması vardır, toplumdaki hâkim grupların ve ideolojilerin yanı sıra, muhaliflerin de, mağlupların da, ezilmiş grupların da ayrı tarih versiyonları mevcuttur. Tarihle ilgili bu şeyler söyleyen herkesin ister istemez kendini konumlandırdığı bir bakış açısı vardır. Bu farklı tarih anlatılarının birbirlerine doğruluk veya yöntemsel açıdan üstünlükleri yoktur. Çünkü sonuçta bunların kabul edilmesi temelde amaçlarımıza ve kültürel değerlerimize göre konumlarına bağlıdır. Bu durum "alan üzerinde hegemonya kurmaya çalışan" profesyonel akademik tarihçiler için de geçerlidir.[i]
Eğer tarihin, tarihçilerin sınırlı, yetersiz bir tanıklığına dayanılarak yapılan; kaçınılmaz olarak yorumsal bir şey olduğunu ve her savın en az yarım düzine yönü bulunduğunu, o yüzden de tarihin göreli olduğunu anlarsanız, o zaman çok rahatlıkla şöyle düşünebilirsiniz: Tarih madem salt yorumdur, gerçeği kimse bilmemektedir, o halde bunca sıkıntı niye? Eğer herşey göreliyse bundan ne çıkar? Bu, 'talihsiz görecilik' adını verebileceğimiz bir zihin durumudur.[ii]
İçinde bulundukları ortam ne kadar yalıtılmış görünürse görünsün, herkes gibi tarihçiler de kendi toplumlarının kabullerinden ve değerlerinden etkilenirler. Tarih yorumunun bireysel değil de toplumsal deneyimle şekillendiğini düşünmek daha aydınlatıcı olacaktır. Ve toplumsal değerler değiştiği için de, tarih yorumunun sürekli gözden geçirilip değişikliğe uğrayacağı açıktır. Geçmişte bir çağda dikkate değer bulunanlar, ondan da önceki çağlarda dikkate değer bulunanlardan çok farklı olabilir. [iii]
… modelimizi dünya ile baş etmek için formüle ederiz ve dünyayı ancak o modelin çatısı altında tecrübe ederiz. Modelimizi onaylayan ve pekiştiren bilgiyi tasdik veya kabul ederken, ona karşı çıkmaya ya da onu değiştirmeye hizmet edecek bilgiyi tam da tersine reddederiz… Kendimiz inşa ettiğimiz modelleri revize etmeye olan bu direncimiz yine tarih yazımı ile doğrudan ilişkılendirilebilir. [iv]
Olguları bilmek istediğimiz zaman, sorduğumuz sorular ve bu nedenle de elde ettiğimiz cevaplar bizim değer sistemimizden kaynaklanırlar. Çevremizin olgulan hakkında kafamızdaki tablo, değerlerimiz tarafından, yani olgulara yaklaştığımız kategorilerce kalıplandırılmışım ve bu tablo, hesaba katmamız gereken önemli olgulardan biridir. [v]
İnsanın kendisini başka birinin yerine koymasının basit bir sezgisel süreç olduğunu iddia etmete çok ciddî müşkülatlar vardır. Kendini başka birinin yerine koyma daha ziyade bunu yapan kişinin birikimsel tecrübesine dayanır. Burada "tecrübe"den söz etmişken, zannederim bunun da basit bir terim olmadığını kabul etmek durumundayız. Antik dünyaya dair anlayışım bizzat görüp geçirdiklerime [tecrübeme] ya da başkalarının tecrübelerinden kendime malettiklerime dayanır; fakat tüm bu tecrübede bizzat benim dahlim olan bir sübjektif unsur, ya da a priori unsur var gibidir. Antik dünya, ortaçağ kilisesi veya Victoria dönemi ailesinin tarihini yazmak için kendimi antik dönemdeki bir Grek'in, bir ortaçağ din adamının veya Victoria dönemindeki bir aile reisinin yerine koymaya çalışırken, elbette elimden geldiği kadar kendi zamanıma ait değerlere dair ve metafizik mefhumları bir kenara bırakmam gerekir. Fakat malzememden bir anlam çıkaracak isem, insan tabiatına dair bazı yargılarda bulunmaktan kaçamam; bu yargılarda bulunurken de mütemadiyen kendi görüşlerimin öne çıktığını görürüm. Falan olayı mâkul filan olayı da tersi vasıfta görerek, gayri ihtiyarî kendimi birine şaşırmış, ötekinden dolayı da memnun olmuş bir durumda bulurum. Dolayısıyla ne kadar kendi önyargılarımdan kaçındığımı söylersem söyleyeyim ve fiilen vuku bulanı anlamaya yoğunlaşırsam yoğunlaşayım, anlama fiilinin kendisinin pasif bir süreç olmayıp, doğruluğu bağımsız olarak tasavvur edilen prensiplere göre kanıt değerlendirilmesini içermesi münasebetiyle, mezkur tembihe işine tamı tamına uymada muvaffak olamam.[vi]
Kruşçev'in 1956'da ifade ettiği üzere, "tarihçiler her şeyi baş aşağı çevirmekte mahir oldukları için tehlikelidirler."[vii]
Savunma
Postmodern tarih yaklaşımının tarihsel bilgiyi tamamen öznel ve göreceli bir konuma taşıyan, tarihsel gerçekliğin bilinebileceğini reddeden bu görüşleri birçok tarihçi tarafından eleştirilmiştir. Iggers'a göre, postmodern kuramcıların haklı oldukları bazı noktalar vardır. Profesyonel tarihçilerin iddia ettikleri bilimsellik ve tarafsızlık iddialarının gerçeği tümüyle yansıtmadığı ve her tarihsel görüşün belirli ölçüde ideolojik ve kurgusal öğeler taşıdığı doğrudur. Ancak bu, tarihçinin ürettiği tarihsel bilginin hiçbir şekilde tarihi gerçekliği yansıtmayacağı ve tamamen kurgudan ibaret olduğu anlamına gelmez. Yoksa dürüst ve titiz bir biçimde çalışan bir tarihçinin ürettikleri ile sırf propaganda için üretilmiş tarih yorumlarını aynı geçerlilik düzeyinde görmüş oluruz. …Tarihsel belgelerin her zaman kolay ve açık bir biçimde anlaşamayacağı kuşkusuz doğrudur. Ancak bu durum bu belgelerden her isteyenin istediği anlamı çıkaracağı ve istediği kurguyu kurabileceği anlamına gelmez. "Olan gerçekten oldu ve biz çok titiz, dikkatli ve özeleştirel olabilirsek, gerçekte nasıl olduğunu öğrenebiliriz ve bunun ne anlama geldiği hakkında kimi kabul edilebilir ancak kesin olmaktan her zaman uzak sonuçlara ulaşabiliriz."[viii]
Kesin olarak bilebildiğimiz tarihsel olgular (örneğin olay tarihleri) var mıdır, yoksa tarih 'salt yorum' mudur? Örneğin Büyük Savaş ya da Birinci Dünya Savaşı adı verilen [olgunun] 1914 ile 1918 arasında meydana geldiğini biliyoruz. Margaret Thatchet'ın 1979'da iktidara geldiğini biliyoruz. Şayet bunlar olguysa, demek ki bildiğimiz olgular vardır.[ix]
…Tarihsel bir olgu tarihte meydana gelen birşeydir ve tarihin geride bıraktığı izlerle kanıtlanabilir. Bir tarihçinin bu kanıtlama işini yapıp yapmamış olması bu olgunun gerçekliği ile ilgili değildir: O olgu tarihçiden bağımsız olarak gerçekte orada durmaktadır.[x]
Rölativizme olan güçlü eğilimine rağmen, E. H. Carr, geçmişe ilişkin bütün görüşlerin eşit derecede geçerli olduğunu düşünmüyordu. 'Bir dağı’ diyordu, 'farklı görüş açılarından farklı şekiller almış görünüyor diye, nesnel olarak, ya hiç şekli yoktur denemez ya da sonsuz sayıda şekle sahip olduğu söylenemez.' Carr, 'tarihin olguları hiçbir şeydir, herşey yorumdur' diyenlere itirazda bulunan İngiliz ampirik geleneğine yakındı.[xi]
Tüm kaynaklar değişik yorum ya da kullanıma eşit ölçüde açık değildirler ve aslında kimi belgeler mantıklı olarak yalnızca bir tek şekilde yorumlanabilirler, felsefi metinler gibi diğer metinler ise yıllar geçtikçe sürekli olarak yeniden yoruma tabi olabilirler ve olmaktadırlar.[xii]
… postmodernistlerin telkin ettiklerinin aksine, sonsuz anlam taşıma yeteneği olmayan sözcüklerle sınırlıyızdır. Ve de metnin dilinin, yorum olanaklanna getirdiği sınırlılıklar büyük ölçüde metni ilk yazan tarafından belirlenir. [xiii]
Geçmiş, geçmişin gerçek dünyasının geride bıraktığı belgeler ya da diğer parçacıkların tutunmasıyla oluşturulmak durumundadır. Yine de bunlar keyfi olarak biçimlenmiş söylemler değildir; gerçeklikle çok daha doğrudan bir etkileşim içinde yaratılmış şeylerdir.[xiv]
…geçmiş kendi gerçekliğini kaynaklar aracılığıyla esaslı bir şekilde ve kesinlikle empoze eder. En basit düzeyde insân belgelerde olmayan sözcükleri kolayca oraya yerleştirip okuyamaz. Bu durumun, kurallann kendisinin hatalı olmasından kaynaklanıdığı kabul etsek bile, iyi kuralların bilim adamları topluluklarını aşacağını da kabul etmemiz gerekir. Bu kurallar, belgelerin değiştirilmemesi ya da birinin görüşüne ya da amacına uygun olmayan malzemeyi atlamamak ya da gizlememek gibi çok temel ilkeleri içeriyor olabilirler. Bu anlamda, belgelerin kendisinin de bir bütünlüğü vardır, gerçekten de 'kendi adlarına konuşurlar'. [xv]
Her ciddi tarih araştırmacısının uymak durumunda olduğu ilk önkoşul, kanıtların boyuneğmezliği karşısında çok sevdiği yorumları fırlatıp atabilmektir… Tarihçiler düşüncelerine uydurmaya ve kanılara uymayan düşünceleri fırlatıp atmaya alışkınlardır. Geliştirilen görüşe aykırı düşen kanıt görmemezlikten gelinemez ya da çarpıtılamaz; görüsü değiştirmek ya da büsbütün terketmek pahasına bile olsa açıklanmalıdır. Pek çok tarihçi ve eleştirmen, bu nokta üzerine yorumlar yapmışlardır.[xvi]
Bütün bu değişik kuramsal modellerle çalışan tüm tarihçilerde ortak bir şey olduğu, onların bol dipnotlu çatışmalarına bir göz atılarak kolaylıkla anlaşılabilir. Örneğin bilgisayarlannda niceliksel verileri çalkalayan ölçümcüler az sayıda metni derinlemesine okumaya girişmiş zihniyet tarihçileri, ya da arkeolojik bulguları çözen ortaçağ tarihçleri arasındaki belli başlı farklılıklar bile, ortak görevleri olan ‘işi doğru yapmak!’ - doğru kopya etmek ya da rakamları doğru girmek, metnin sözcüklerini ve yazarını araştırmak, kazıdaki her buluntunun yerini doğru olarak saptamak gibi ortak görevler karşısında geri planda silinir gider. [xvii]
Tarihçilerin 'tek tek olgularla çok fazla ilgilenmediklerini' söylemek doğru değildir. Aksine, olguların seçimi için kıstas ne olursa olsun, tarihçilerin büyük çoğunluğunun çabası, olguların doğrulanmasına ve tarihsel kanıtların ışığında olguların elden geldiğince en sağlam bir şekilde saptanmasına aynlmıştır. Dipnotlar ve bibliyografik göndermeler aslında, tarihçinin yaptığı açıklamayı dayandırdığı kaynaklann okuyucu tarafından denetlenebilmesini ve onu destekleyip desteklemediğinin anlaşılmasını sağlamaya yöneliktir. Sırf yapay bir 'gerçeklik efekti' yaratsın diye düşünülmüş retorik araçlar değildirler.[xviii]
Bir yanda, muteber her tarihçi çalışmasında bir tür objektiflik ve tarafsızlığın gereğini kabul eder: tarihi propagandadan ayırır, yine hislerinin ve şahsî peşin hükümlerinin geçmişin yeniden-inşâ faaliyetlerini etkilemesine müsaade eden yazarlar hakkında, ehli olmayan vasıfsız işçiler şeklinde hüküm verir. [xix]
... Üstelik tarihçiler, genel olarak, söyledikleri herşey mutlak doğruymuş gibi yazmazlar. Tam tersine, tarihçilerin alışılmış dili, her zaman söylediklerindeki değişik kesinlik va da olabilirlik düzeylerinin ayrıntılarını özel olarak belirtmek yönündedir.[xx]
Her tarihçi olguların karmaşıklığının farkındadır; tek bir doğrusal anlatıya indirgenemeyeceğini bilir.Ancak, tarihçiler neye inanır ya da neyi söylüyor olurlarsa olsunlar, her türlü tarih yazımının ve araştırmasının temel amacının, tarihçiler ya da temsil ettikleri şeyler açısından günümüzde güç kazanmak olduğu şeklinde bir iddia çok ileri gitmek olur. Bu çok yaygın olarak kabul gören postmodernist düşünce, gerçeği ve bilgiyi, bilişsel yeteneğin değil de iktidarın bir ürünü olarakgören esas itibariyle Fransız felsefeci-tarihçisi Michel Foucault'dan kaynaklanmaktadır.[xxi]
...Sir Geoffrey Elton… kesin bir ifadeyle. 'Tarihin amacı geçmişi anlamaktır ve eğer geçmiş anlaşılmak isteniyorsa, kendi adına, eksiksiz ele alınmaladır. Tarihçiler, bunları yazmaya ilgi duysunlar ya da duymasınlar, geçmişte olaylar meydana geldi, insanlar yaşadı ve öldü. Bunların bağımsız bir gerçekliği vardı. Tarihçinin görevi onların bıraktığı kanıtlar ve tanıklıklar kabilinden izleri inceleyerek bunları keşfetmek ve çözümlemektir. [xxii]
Oyun ve senaryo yazarları, geçmişle ilgili bir konuyu kullanırken onu daha ilginç ve heyecanlı kılmak adına ellerindeki malzemeyi değiştirebilirler. Diyaloglar oluşturabilir, asıllarında olmayan kelimeleri tarihi belgelere ekleyebilir ve genellikle hayal güçlerini, tarihsel kanıtların sınırlamasına izin vermeden, serbestçe kullanabilirler. Tarihçilerinse böyle bir lüksü yoktur. Onların ilgilendiği kurgu değil, gerçekliktir.[xxiii]
Ana hatları ortaya konulan teorinin sağlamlığı tabiî ki onun fiilî gerçeğe tekâbüliyetinde yatar. Gündelik hayatımızda hepimizin kendimizi en azından bir ölçüde diğer insanların yerine koyması ve bu yolla onların düşünce ve duygularına nüfuz etmesi mümkündür. Bu duygu iştiraki (sempatik anlayış) süreciyle onların zihnine nüfuz etmemiz kâbil olup, onların neden öyle davrandıklarını anlayabiliriz. Binaenaleyh, en azından görünürde, bu süreç muhakeme süreci değildir. Acı çektiği aşikar birini görünce kendimize, "haa... İşte yüzü buruşmuş, feryat, inilti vb. sesler çıkaran birisi. Bunları yapan kişiler acı çeker; öyleyse bu adam da acı çekiyor" demeyiz. Onun acı içinde olduğunu derhal anlarız, ona hemen merhamet hissi duyarız. Eğer kendi zamammızda yaşayanlara karşı anlayışımız konusunda bu doğru ise, o zaman mezkur anlayışımızı geçmişteki insanların düşünce ve tecrübelerini anlama konusuna da durumun özelliği dikkate alınarak teşmil etmek tabiî görünür. Zira iki küme durumda da işin içinde prensip farklılığı yoktur. İşte burada da kavrayışımız bir anlamda doğrudan/vasıtasız ve sezgisel gibi görünür: bu tür idrak, tahayyül kâbiliyetinin başarılı bir tarihçinin özellikler listesinde üst sıralarda yer almasıyla mümkündür.[xxiv]
Orta Yol
Maalesef görev tarih okuyucusuna düşmektedir. Tarihçilerin tarihe mutlaka bir gözlük arkasından baktıklarının farkında olmak ve bu gözlüğü bilmek durumundadır. Ama bu yanlış bir durum değildir. İnsan olarak hepimiz dünyaya bir gözlük arkasından bakarız.
Tarihçiler arasında postmodernistlerin…aşırı göreceli tarih yaklaşımını benimseyenlerin oranı çok yüksek değildir. Fakat postmodernist olsun ya da olmasın, artık tarihçilerin çoğunun az çok üzerinde mutabakata vardığı bir husus vardır: 19. yüzyılın "bilimsel" tarihçilerinin ileri sürdüğü, tarih araştırmasının tarafsız ve bilimsel bir biçimde geçmişin mutlak gerçekliğini ortaya koyabileceği iddiası pek gerçeği yansıtmamaktadır. Dolayısıyla, artık mutlak nesnellik 19. yüzyıl tarihçilerinin, ya da hâlâ 19. yüzyıl tarihyazımı zihniyetinde kalmış olan tarihçilerin gerçekleşmemiş hayallerinden başka bir şey değildir. Tarihsel bilginin nesnelliğinin (veya öznelliğinin) sınırlarının ne olduğu hakkındaki tartışmalar ise sürüp gitmektedir.[xxv]
Özetle, problem sadece tarihi olaylara ancak dolaylı yoldan ulaşabilmemizden, bu durumda da belgeyi hazırlayanın ya da tarihçinin bakış açılarının işin içine karışmasından kaynaklanmaz. Olaya bizzat kendimiz şahit olsak bile bakış açımızdan dolayı, olaya şahit olan bir başkasından yine de farklı şekilde değerlendirebilirdik.
Bu söylelenler objektifliğin yok sayılması anlamına gelmemeli. Bizler bilgiye tutumlarımızı belirlemek için ihtiyaç duyarız. Tutumlar, dışımızdaki dünya karşısında aldığımız duygusal duruşu ifade eder. Bazen bir eylem ile sonuçlanır bazen de eylemsizliği seçebiliriz. Ama son tahlilde bilgi bize kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda karar vermek için gerekir. Tutumlarımız kişiseldir yani subjektiftir.
Bu bilgilenmenin de subjektif olmasını gerektirmez. Aksine, subjektif bilgilenme yanlış ve zarar göreceğimiz kararlara bizi sürükler. Mümkün olduğunca dışımızdaki dünyayı objektif olarak değerlendirmeye ihtiyacımız var ama bu bilgiler ışığında belirleyeceğimiz tutum her halukarda bizi önceleyen yani subjektif olacaktır.
Bu yüzden, tarih içinde yolculuk yapmak mümkü olsaydı ve bir Türk ve bir Yunanlı Malazgirt Savaşı’nı ya da İstanbul’un Fethi’n bizzat gözlemleseydi, çıkaracakları sonuçlar yine de farklı olurdu. “Zulüm 1453’te başladı” diye slogan yazanları kendi açısından haklı görmek gerekir.
Ayrıca Tarihçiler, doğa bilimleri ile uğraşan bilim adamlarından daha mı az objektifler? Tarihçiler dünya görüşleri penceresinde karar veriyorlar da, doğa bilimleri ile uğraşan bilim adamları bu eksiklikten azade mi? Pratik kullanıma yönelik olup da üzerinde tartışmanın olmadığı, teknoloji diyebileceğimiz alanlarda belki bu doğru olabilir ama biyoloji, genetik, evrenin başlangıcı, quantum teorisi, izafiyet teorisi gibi alanlar söz konusu olduğunda “bilim adamları” arasındaki tartışmanın dozu tarihçilerin kat be kat üzerine çıkıyor.
Tarihçinin hangi zaman ve hangi toplumda yaşadığına göre zihniyeti yaklaşık olarak tahmin edilebilir. Tarih anlayışları yaşanılan çağın ihtiyaçları göre zaman içinde değişmektedir. Tarih felsefesi hem değişimi gözler önüne seren hem de farklı anlayışları sebep ve sonuçlarıyla tarih okuyucusuna topluca sunma işlevi gördüğü için çok değerlidir.
Olayları tamamen tarafsız değerlendirmek mümkün olmadığına göre 2 farklı yol kalıyor: Birincisi, tarihi tamamen ilgi alanının dışında tutmak ve bu şekilde yan etkilerinden kurtulmaya çalışmak ki artan ilgi karşısında bunun gerçekçi bir yol olmadığı kendiliğinden görünüyor, yada herşeye rağmen dış etkilere marıuz kalmaktansa eksikliklerine rağmen olabildiğince objektif bir şekilde her toplumun önceliklerine göre kendi tarihini yazması.
Alman Tarih Okulu için hiçbir tarih araştırmacı salt bilme, "bilmek için bilmek" uğruna yapılamaz. Çünkü tarih araştırması, daima "yaşamakta olan kuşağa bir şeyler taşımak" için yapılır. Bugünümüze bir katkı getirmeyen, bugünümüzü anlamaya yardımcı olmayan bir tarih araştırması amaçsız bir uğraşı olmaktan öteye geçemez. Böyle olduğu içindir ki, Sybel'e göre bir tarih araştırması daima "tarafladır. Çünkü o, geçmişi bugün için anlamak istemekte, "bugünün taraftarlığını yapmaktadır. Bunun sonucu olarak Sybel şöyle der: "Objektif bir tarih ve tarafsız bir tarihçi olamaz." Ama bu, tarih bilgisinin değerini alçaltan bir durum da değildir. Tam tersine, tarihçinin bugünümüzü gözeten bir tutumla ürettiği tarih bilgisi, bizzat bugünümüzü anlamak ve geleceğimizi kendimize göre yönlendirmek gibi bir pratik yarara hizmet ettiği için, doğabilimsel bilgiden de daha değerlidir. [xxvi]
Dipnotlar
[i]Tarih Nasıl Yazılır? Komisyon. Tarihçi Kitabevi. 2015
[ii]Tarihi Yeniden Düşünmek. Keith Jenkins. Dost Kitabevi: 1997
[iii]Tarihin Peşinde. John Tosh. Tarih Vakfı Yurt Yayınları: 2005
[iv]Tarih: Ne ve Neden. Beverley Southgate.Phoenix: 2012
[v]Edward Hallet Carr. Tarih Nedir? İletişim: 2002
[vi]Tarih Felsefesine Giriş. William Henry Walsh. Hece Yayınları: 2006
[vii]Tarih: Ne ve Neden. Beverley Southgate.Phoenix: 2012
[viii]Tarih Nasıl Yazılır? Komisyon. Tarihçi Kitabevi. 2015
[ix]Tarihi Yeniden Düşünmek. Keith Jenkins. Dost Kitabevi: 1997
[x]Tarihin Savunusu. Richard J. Evans. İmge: 1999
[xi]Tarihin Savunusu. Richard J. Evans. İmge: 1999
[xii]Tarihin Savunusu. Richard J. Evans. İmge: 1999
[xiii]Tarihin Savunusu. Richard J. Evans. İmge: 1999
[xiv]Tarihin Savunusu. Richard J. Evans. İmge: 1999
[xv]Tarihin Savunusu. Richard J. Evans. İmge: 1999
[xvi]Tarihin Savunusu. Richard J. Evans. İmge: 1999
[xvii]Tarihin Savunusu. Richard J. Evans. İmge: 1999
[xviii]Tarihin Savunusu. Richard J. Evans. İmge: 1999
[xix]Tarih Felsefesine Giriş. William Henry Walsh. Hece Yayınları: 2006
[xx]Tarihin Savunusu. Richard J. Evans. İmge: 1999
[xxi]Tarihin Savunusu. Richard J. Evans. İmge: 1999
[xxii]Tarihin Savunusu. Richard J. Evans. İmge: 1999
[xxiii]Tarihin Büyük Soruları. Harriet Swain. Güncel Yayıncılık: 2005
[xxiv]Tarih Felsefesine Giriş. William Henry Walsh. Hece Yayınları: 2006
[xxv]Tarih Nasıl Yazılır? Komisyon. Tarihçi Kitabevi. 2015
[xxvi]Tarih Felsefesi. Doğan Özlem. İnkılap: 2001