top of page

Emeviler Döneminde Bilim

 

Prof. Dr. Fuat Sezgin'in İslam da Bilim ve Teknik (İstanbul Büyükşehir Belediyesi: 2008)

kitabından kısaltılarak alınmıştır. Başlıklar bize ait...

Şam’ın 636, Halep’in 637, Antakya’nın 638 ve İskenderiye’nin 642 yıllarında alınmasıyla Müslümanlar, bu şehirlerin önceleri Roma İmparatorluğu’na sonrasında ise Bizans İmparatorluğu’na ait olan sakinleriyle devamlı olacak bir temasa geçtiler. Malumdur ki bu fatihler, ele geçirdikleri geleneksel bilim merkezi olan o şehirlerin sakinlerine karşı iyi davrandılar, onların bilimlerinden ve teknik bilgilerinden yararlanmasını bildiler.  

Kuşkusuz, özellikle Emevi saltanatının 661 yılındaki başlangıcından itibaren bu fatihlerin, Müslümanlığa geçmiş veya geçmemiş vatandaşlarının kültür mirasını tedrici bir şekilde alarak özümsemeleri için uygun koşullar gerçekleşti.

Yabancı İlim Geleneklerinin İçselleştirilmesi

Günümüze kadar ulaşan Arapça simyaya dair elyazması, Yunan simyacı Zosimos’un (350-420) bir risalesinin 658 yılında gerçekleştirilmiş bir Arapça tercümesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu şu anlama gelir: Gelecekte Emevilerin ilk halifesi olacak Muaviye’nin henüz valilik döneminde Yunanca eserlerin Arapça çevirisine yönelik ilgi uyanmıştı.

Arapların böylesine erken bir dönemde yabancı kültür mirasını alarak özümsemeye hazır ve yetenekli olmalarını 1917 yılında Julius Ruska matematik tarihi çerçevesinde son derece doğru olarak şu ifadelerle dile getirmekteydi:

«Önemle ve ısrarla ifade edilmelidir ki İran ve Roma’nın taşra vilayetlerine taşan Araplar ne hukuk bilimini ne de devlet yönetimi sanatını hazır ve oluşmuş bir şekilde beraberlerinde getirmişlerdi, bilakis fethedilen ülkelerin yönetim metotlarını ve hukuk formlarını büyük ölçüde değiştirmeden aynen almak zorunda kalmışlardı. Onların şaşırtıcı bir hızla daha kapsamlı ilişkilere uyum sağlayabilmeleri ve sadece devlet idaresiyle ilgili kurumları değil, aynı zamanda eski ve olgun bir kültürün diğer bütün meyvelerini alarak özümsemeleri anlamında bilinen bir olgudur. Ama bu, eğer çok yakın dönemlere kadar kabul edilegeldiği gibi, fatih konumundaki halk ile o dönemin İranlıları, Yunanları ve Mısırlıları arasındaki düşünsel uzaklık çok büyük olsaydı, kesinlikle gerçekleşemezdi. Bilhassa düşünsel ve politik hareketin taşıyıcıları olan şehirli Araplar, Muhammed’in ortaya çıkmasından önce komşu halkların kültürel etkilerine tamamen kapalı veya neredeyse okuma yazma bilmeyen yarı vahşiler olarak tasavvur edilemez ... »

Eski kültür merkezlerindeki sakinlerin yeni topluma uyum sağlayabilmede çok büyük zorluklar yaşamadıkları görülmektedir. Mesela ilk dönem Emevi hükümdarlarının sarayında Hıristiyan hekimler çalışmaktaydı. I. Muaviye (dönemi: 661-680) zamanında hizmet eden İbn Asal’ın adı bunlar arasında geçmektedir. Ebü el-Hakem adlı bir başka Hıristiyan hekim daha Muâviye’nin hizmetinde çalışmıştır. Hükümdar ilaçların hazırlanmasında ona güvenmekteydi. Emeviler devletin birçok alanında, fethedilmiş ülke sakinlerinin hizmetlerine ve desteklerine gereksinim duymuşlardır.  

Fethedilen ülkelerin kültür merkezlerindeki bilgileri alıp özümsemeye yönelik zaten var olan ilgiyle, I. Mervân (dönemi: 683-685) zamanında ilk kez bir tıp kitabı Arapçaya tercüme edilmiştir. İskenderiyeli Ahron tarafından ders kitabı olarak Yunanca yazılmış bu eser, ilkin Süryanca’ya çevrilmiş ve yukarıda belirtilen dönemde bu çeviri Yahudi tabip tarafından iki bölüm daha eklenerek Arapça’ya aktarılmıştır. Bu çevirinin Halife Ömer b. Abdülazîz (dönemi: 717-720)’in kütüphanesinde bulunduğu ve onun tarafından kamunun istifadesine sunulduğu rivayet edilmiştir.

İslam’ın ilk yüzyılında ve ikinci yüzyılın geçiş döneminde Arapçaya çevrilmiş bazı eserlerin isimleri bize ulaşmıştır. Bunların büyük bir kısmı, bu eserlerde verilen bilgilere göre Emevi Prensi Hâlid b. Yezîd’in (ö.720) direktifiyle çevrilmiş olup, bir bölümü kimya ve astrolojiyle ilgilidir. Bize kadar ulaşan bir dizi risalesi ile ve literatürde verilen birçok bilginin tanıklığıyla bu prensin, bilim tarihinde kimyayla uğraşan ve bu alanda eser veren ilk Arap olduğu görülmektedir. Hiç şüphe yok ki bizzat kendisi tarafından teşvik edilen tercümeler yoluyla tanıdığı kitapların ve fethedilen ülkelerin kültür temsilcileri olan hocalarının doğrudan etkisiyle ortaya çıkan bu uğraşının bir uyarlama ve taklitten öteye gitmesi beklenemezdi. BU esnada etki alanları olarak Şam ve İskenderiye’nin isimleri geçmektedir.

Hâlid b. Yezîd’in teşvikiyle çevirilen astrolojik eserlerden birisi, Bîrünî’nin 11. yüzyılın ilk yarısında kullanma olanağı bulduğu Ptoleme’nin «Meyveler Kitabı» isimli eserin tercümesidir. Bundan Hâlid b. Yezîd’in astrolojiyle de uğraştığı anlaşılmaktadır.

Elbette Araplar tarafından o dönemde alınan ve benimsenen yabancı bilim mirası sadece Yunan kaynaklı değildi. Mesela, Kuteybe b. Müslim (ö. 715) tarafından Horâsân’ın fethedilmesi esnasında esir düşen Sasani Prensesi Şâhâfirîz’in mülkiyetinde bulunan Farsça bir coğrafya kitabının fatihlerin eline geçtiğini öğrenmekteyiz. Benzer bir haberi büyük İslam düşünürü Bîrünî (Ö. 1048)’de görüzoruz.

Yabancı bilim ve kültür mirasının resepsiyon süreci 2. yüzyılın ilk yarısında hem niteliksel hem de niceliksel olarak hızla gelişti ve çağın hemen hemen bütün bilim dallarını kapsayacak boyuta ulaştı. Kaynaklar sadece, doğrudan doğruya Yunanca’dan ya da dolaylı olarak Süryanca üzerinden çevrilen eserlerden değil, aynı zamanda orta dönem Farsça’dan çevrilen eserlerden de oluşmuştur.

Yunanca’dan yapılan erken dönem çevirilerin önemli bir özelliği, antik dönemin otorite kabul edilen Aristoteles, Sokrates, Ptoleme gibi meşhur isimlerin bu eserlerin sözde yazarları gibi verilmesidir. Muhtemelen bu eserlerin çoğunluğu Doğu Akdeniz ülkeleri kökenlidir. Arapça’ya aktarılmış bu eserlerin çok azının Yunanca orijinalinde tam veya parçalar halinde kalabilmiş olmasının sebebi, benim düşünceme göre, bu eserlerin çoğunun İslam’ın tarih sahnesine çıkmasından çok kısa bir süre önce, 7. yüzyılın ilk yarısından itibaren İslam hâkimiyetine girecek olan [önceki] kültür merkezlerinde kaleme alınmalarıdır. Bu tür eserlerin tercüme edildikten sonra Yunanca orijinallerinin muhafaza edilmeleri tamamen tesadüfe bağlı kalmıştır. Ne çevirmenler ne de okuyucular bu eserlerin uydurma yazar isimleri taşıdığını bildiler ne de bilme olanağına sahip idiler. 

Yabancı bilgiyi alıp benimsemenin altındaki teşvik faktörünü 1965 yılında Franz Rosenthal şu ifadelerle açıklamaktadır:

«Belki de, kapsamı hızla genişleyen çeviri faaliyetlerini temellendirmek için, Müslümanlara tıp, simya ve pozitif bilimlerle tanışmayı cazip gösteren ne pratik faydacılık, ne de felsefi-teolojik sorunlarla uğraşmalarına sebep olan teorik faydacılık yeterli olabilirdi, eğer Muhammed’in dini ta başlangıçtan itibaren bilimin (ilm) rolünü dinin ve böylece bütün bir insan hayatının asıl itici gücü olarak öne sürmemiş olsaydı... 'Bilim' İslam’da böylesine merkezî bir konuma yerleştirilmiş, hatta neredeyse dinî bir saygı görmüş olmasaydı, muhtemelen çeviri faaliyeti, olduğundan daha az bilimsel, daha az sürükleyici ve daha çok yaşamak için pek zaruri olanı almaya -gerçekte bilinenden farklı bir şekilde sınırlanmış olarak kalırdı. »

Arapların Kendi İlim Geleneklerini Geliştirmeye Başlamaları

Şüphesiz ki genç İslam toplumunun ilk yüzyılda nispeten çabuk ulaştığı bilim alanındaki başarısı, sadece kitap çevirileri yoluyla yabancı kökenli bilim mirasının aktarımı şeklinde sınırlı kalmamıştır. Yeni din ile birlikte Araplar, kendileri için çok yeni olan düşünsel problemlerle uğraşmaya hızla itildiler, özellikle yazı sanatını öğrenmeye yönelik şaşırtıcı bir ilgi doğdu. Bununla ilgili Arapça kaynaklar incelendiğinde, 7. yüzyıl İslam bölgelerinde yaşayan insanların okuryazarlık oranının Batı ortaçağındaki çağdaşları ile karşılaştırılamayacak derecede yüksek bir seviyeye ulaştığı izlenimi oluşur.

Kur’ân metnindeki kelimelerin basit açıklamalarıyla başlayan filolojik çabalar, yüzlerce yıl devam eden süreçte, hem içsel prensipler hem de dışsal boyut bakımından “sadece Çinlilerinki ile karşılaştırılabilecek” şekilde bir gelişim gösterdi. Peygamber’in sözlerini (hadisleri) yoğun bir şekilde toplama ve yazılı olarak muhafaza etme faaliyeti, kendine özgü kuralları olan bir “rivayet bilimi”nin doğmasını sağladı. Peygamber’in biyografisini, savaşlarını ve ilk halifelerin hayatlarını yazmaya yönelik gayret, çok değişik şekiller almış ve olağanüstü gelişmiş olan historiyografyanın doğmasına zemin hazırladı.  

Hukukla ilgili en erken yazılı kaynaklar da 7. yüzyılda hatta bu yüzyılın ilk yarısında aranabilir. Tabi ki mütevazı hacimli bu vesikalarda yalnızca belirli konular işlenmiştir. Daha hacimli ve belirli bir sistematikle yazılan İslam hukuku külliyatları 8. yüzyılın ilk yarısında görülmeye başladılar.

bottom of page