Müslümanların Tarihi
Hadis-Rey Tartışmaları
Prof. Dr. Mehmet Özşenel'in İlk Dönem Hadis-Rey Tartışmaları (M.Ü.İlahiyat Fak.: 2017)
kitabından kısaltılarak alınmıştır.
İlk iki asırda genelde nasların, özelde onların büyük kısmını oluşturan hadislerin değerlendirilip anlaşılmasında iki farklı yaklaşım bulunuyordu. Ehl-i rey ve ehl-i hadis ya da daha geniş manada fukaha ve muhaddisun olarak isimlendirilen bu iki yaklaşım daha sonraki dönemlerde alimlerin naslar karşısındaki tavırlarını belirleyen ekollerin de hareket noktalarını teşkil etmiştir.
Sahabe Dönemi
Hadisleri değerlendirme ve anlamada ehl-i rey ve ehl-i hadis olarak ifade edilen iki yaklaşımın ilk izlerine daha Hz. Peygamber’in hayatında rastlamak mümkündür. Ancak bu eğilimler, Peygamber henüz hayatta olduğu için, hadisi değerlendirmeden (sübutunu tespit) ziyade, onun manasını anlama üzerinde yoğunlaşmıştır. Bunun en dikkat çekici örneği Beni Kureyza olayında yaşanmıştır. Hz. Peygamber Hendek gazvesinden sonra sahabeyi Beni Kureyza üzerine göndermiş ve onlara oraya varmadan ikindiyi (bir rivayette öğleyi) kılmamalarını tembihlemiştir. Namaz vaktinin çıkacağını görünce bazısı namazı kılmış, bazısı ise Beni Kureyza’ya varmadan kılmamıştır. Bu durum daha sonra Hz. Peygambere intikal ettirildiğinde o hiçbir grubu kınamamıştır.
Bu olayda ashabın ikiye ayrıldığı görülmektedir. Birinci grup Hz. Peygamber’in emrinin maksadına bakarak hareket etmiş, ikinci grup ise emrin zahirine bağlı kalmıştır. İlk grup Peygamber’in, Allah’ın emrine aykırı bir şeyi emretmiş olmasının mümkün olmadığını düşünerek namazı kılmış, ikinci grup ise Peygamber’in emrini de ilahi bir emir gibi telakki ederek mutlak bir itaat sergilemiştir. Bunlardan ilki daha sonraki ehl-i rey ve fukahanın, İkincisi ehl-i hadis ve muhaddisunun yaklaşımlarını temsil etmektedir.
Hz. Peygamberin vefatından sonra da ashabın bir kısmı bildiği veya duyduğu hadisleri anlamada lafzı yaklaşımı sürdürmüş, diğer bir kısmı ise hadislerin mana ve maksatlarına vakıf olmaya çalışmıştır. Mesela en çok hadis rivayet eden sahabi olarak Ebu Hureyrede bu lafzi yaklaşımın izlerini görmek mümkündür. İbn Abbas’la aralarında geçen bir tartışmanın sonunda o “Yeğenim, Peygamber’den bir hadis duyduğun zaman ona darb-ı meselle cevap verme” diyerek bu yaklaşımın hakim tavrını sergilemiştir.
Abdullah b. Ömer’in de birçok tavır ve sözünde hadisleri şekli ve lafzi bir şekilde anlamaya eğilimli olduğu görülmektedir. Mesela o, hacda Mina’dan dönerken Muhassab denen mevkide konaklamanın sünnet olduğu kanaatindedir. Çünkü burada Hz. Peygamber konaklamıştır. Oysa diğer rivayetlerden anlaşıldığına göre Hz. Peygamber orada kolayına geldiği için veya hizmetçisi tarafından çadırı oraya kurulduğu için konaklamıştır. Onun bu tavrının altında Hz. Peygamber’in söz ve fiillerine bağlayıcılık açısından herhangi bir ayırım gözetmeden harfiyyen tabi olma düşüncesi yatmaktadır. Fetva konusunda ise çekingen davranmış ve sorulan sorulara çoğu zaman bilmiyorum, diye cevap vermiştir.338 Bütün bunlar hadisçi yaklaşımın bariz özelliklerini yansıtmaktadır.
Buna mukabil ashabın diğer bir kısmı, hadis rivayetinden ziyade hadisler üzerinde tefakkuh etmeleriyle tanınmış, hadislerin nakli yanında onların mana ve maksatlarına nüfuz etmeye çalışmışlardır. Bu sahabiler bilahare rey taraftarlarına zemin teşkil eden fakih sahabilerdir. Bunların başında İbn Abbas, Hz. Aişe, Hz. Ömer, İbn Mes’ud, Hz. Ali gibi ashabın fakihleri gelmektedir.
Hz. Ömer ile İbn Mes’ud’un fıkıhtaki mevkileri ve rey taraftarlarına kaynaklık etmeleri tarihi bir vakıadır. Hz. Ömer, tavır ve yaklaşımlarıyla rey ehlinin oluşumuna en fazla tesir eden sahabilerden kabul edilmiştir. Bu konuda onu İbn Mes’ud takip eder.
Hz. Ali’nin, hilafet merkezini Medine’den Küfeye taşıması da ehl-i reyin Kufe’de gelişmesine tesir eden amillerdendir.
İbn Abbas’ın da sahabe arasındaki bu yaklaşıma dahil edilmesini haklı kılan birçok rivayet bulunmaktadır. Onun Kur’an, sünnet ve ilk iki halifenin kavli bulunmadığında reyle hüküm verdiğine yukarıda işaret olunmuştu. Tabiunun büyüklerinden Süleyman b. Yesar’ın (ö. 725) tespitine göre İbn Ömer sorulan sorulara çoğu zaman bilmiyorum, diye cevap verirken İbn Abbas hemen hemen hiç kimseyi geri çevirmezdi. Bu da sahabede bulunan iki eğilim arasındaki farkı göstermektedir. İbn Abbas ayrıca fıkıh, tevil ve hikmet konularında Peygamber’in duasına mazhar olmuş bir sahabidir. Tavrı, Muhassab’da konaklama konusunda da görülmektedir. Yukarıda geçtiği gibi İbn Ömer burada konaklamanın sünnet olduğunu söylerken, İbn Abbas buranın sadece Hz. Peygamber’in konakladığı bir yerden ibaret olduğunu, bunun ötesinde bir anlam veya hüküm taşımadığını ifade etmiştir.
Sahabenin, aralarındaki bu anlayış ve yaklaşım farkından dolayı zaman zaman birbirlerini tenkid ettikleri olmuştur.
Tabiin Dönemi
Hicri birinci asrın sonlarına gelindiğinde gerek hadislerin değerlendirilip tespit edilmesinde, gerekse anlaşılıp yorumlanmasında, tabiun neslinin, sahabede görülen ehl-i rey ve ehl-i hadis yaklaşımlarını takip ettiğini ve bu yaklaşımların çizgilerinin belirginleşmeye başladığını söylemek, mümkündür. Bu dönemde ehl-i rey ile ehl-i hadis grupları, bölge ayırımına istinaden Irak ehli ve Hicaz ehli ya da Küfe ehli ile Medine ehli şeklinde bilinmektedir.
Ashabın ehl-i rey eğilimindeki üyelerinin rahle-i tedrisinden geçenler tabiatıyla bu dönemde ehl-i rey anlayışını oluşturmaya başlamışlar, ehl-i hadis eğilimindeki sahabeden hadis ve ders alanlar ehl-i hadis yaklaşımının temcilerini atmışlardır. Bu açıdan ehl-i reyin, İbn Mes’ud’un uzun süre ikamet ettiği Kufe’de yoğunlaşması tesadüf olmasa gerektir. Ehl-i hadis de aynı şekilde Ebu Hureyre ve İbn Ömer gibi sahabilerin yaşadığı Medine’de odaklaşmıştır.
İbn Mes’ud, Hz. Ömer gibi fakih sahabenin nasları anlama ve değerlendirmede takip ettikleri usuller talebeleri vasıtasıyla devrinde ehl-i reyin lideri sayılan İbrahim en-Nehai’ye intikal etmiştir. Aynı şekilde Ebu Hureyre ve İbn Ömer’in tavır ve usulleri de ehl-i hadisin reisi Said b. el-Müseyyeb’e miras kalmıştır. Bu dönemde Hicaz ve Irak’ta bulunan bu gruplardan her biri kendi üstadlarından gelen hadis ve fetvaları daha tercihe şayan görmüşlerdir.
Bu grupların Hicaz ve Irak’ta odaklaşmasında şüphesiz, üstad farkı yanında çevre, kültür ve içtimai-siyasi yapılardaki farklılığın da rolü bulunmaktadır. Medine Peygamber ve ashabın yaşadığı, rivayetlerin daha çok bulunduğu, sade bir içtimai hayatın yaşandığı bir şehirdir. Problemler diğer şehirlerdeki kadar karmaşık değildir. Burada yaşayan alimler karşılaştıkları problemleri büyük ölçüde sahip oldukları nebevi geleneğe göre çözüme kavuşturuyorlardı. Irak bölgesi ve özellikle Küfe şehri ise Medine’ye göre daha karmaşık bir sosyal hayata, Hind-İran kültür ve medeniyetleriyle Yunan felsefesinin ve Hristiyan grupların birarada bulunduğu bir içtimai yapıya sahipti. Bunun ötesinde Şia ve Havaric gibi siyasi yapılanmalar, Mutezile, Cebriyye, Mürcie gibi birçok itikadi fırka da bu bölgede zuhur ediyordu. Bu durumun tabii bir sonucu olarak, hicri birinci asrın sonlarında bu fırkaların marifetiyle uydurma faaliyetleri hızlandığında bundan en fazla payı İrak bölgesi alıyordu.
Irak bölgesinde hadislerin Medine’ye nispetle daha az bulunması, uydurma rivayetlerin burada çoğalması sebebiyle bu bölgede yoğunlaşan ehl-i rey mensupları hadis rivayetinde daha sıkı davranmak ve şartlarına uygun rivayet bulamadıkları zaman problemleri reyle çözüme kavuşturmak durumunda kaldılar. Irak bölgesinde fıkhi tartışmalar o boyutlara varmıştı ki, Medine’de kendisine soru soran birine el-Kasım b. Muhammed “Ey Irak ehli! Vallahi sorduğunuz soruların çoğunu bilmiyoruz” diyerek bilmediği konularda cevap veremeyeceğini samimiyetle itiraf etmiştir. Nitekim daha sonraları Malik de kendisine çok soru soran öğrencisi Esed b. el-Furat’a (ö. 828) Irak’a gitmesini tavsiye etmiştir. Bütün bu sebeplerden dolayı Irak bölgesi, rey ve kıyasın vatanı olarak tanınmıştır.
Bununla birlikte Küfe hadisten ve rivayet geleneğinden tamamen mahrum da değildi. Küfe kuruluşundan itibaren birçok sahabiye ev sahipliği yapmıştı. Hz. Ömer Küfe şehrini kurduğu zaman, çok değer verdiği İbn Mes’ud’u oraya muallim olarak göndermiş ve oradakilere “Sizi kendime tercih ediyorum”, diyerek bölgeye verdiği önemi göstermişti. İbn Mes’ud başlattığı eğitim ve öğretim faaliyetiyle burayı kısa sürede İslami bir belde haline getirmişti. Bir süre sonra Küfeye gelen Hz. Ali “Allah İbn Ümmi Abd’e rahmet etsin. Bu beldeyi ilimle doldurmuş” diyerek hayretini gizleyememişti. İbn Mes’ud dışında birçok sahabi de Küfeye gelerek yerleşmişti. Rivayete göre buraya yerleşen sahabenin sayısı, binbeşyüzü buluyordu.
Küfe, Medine’den sonra ashabın en fazla bulunduğu şehirlerden olmuştu. Bunun neticesinde Küfe şehri belki de ilk asrın sonlarında Medine’den sonra en önemli ilim merkezi haline gelmişti.
İbrahim en-Nehai ve Ehl-i Rey içindeki Yeri
Bu dönemde ehl-i reyin en büyük temsilcisi hiç şüphesiz İbrahim en-Nehai idi. Nehai de hadisleri anlama ve değerlendirmede üstadları Alkame ve Esved vasıtasıyla İbn Mes’ud, Hz. Ömer gibi sahabilerden aldığı usulleri kullanıyordu. Bu çerçevede o, rivayetleri değerlendirmede metin tenkidine önem verirdi. Onun bazı rivayetleri Kur’an’a aykırı olduğu gerekçesiyle tenkid ettiği bilinmektedir.
Bu konuda İbn Mesud’un hadisiyle Vail b. Hucr’un (ö. 664) hadisi çatıştığında İbn Mes’ud’un rivayetini tercih etmiş, Vail hakkında da şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Vail, daha önce hiç Peygamber (s.a.) ile birlikte namaz kılmamış veya daha önce onu hiç görmemiş bir bedevidir. Şu halde o, Abdullah ve ashabından daha iyi mi bilecek? Raf’ı yedeyn konusunu o ezberleyip belledi de onlar mı belleycmediler?”409 Onun burada İbn Mes’ud’u, ilmi silsilesinin başı olduğu için tercih ettiği akla gelebilir. Ancak yukarıdaki sözün-den açık bir şekilde anlaşılıyor ki, o belki Peygamber’i hayatında bir defa gören bedevi bir sahabiyi, gerek ilim ve gerekse Peygamber’in hayat ve sünnetine vukufta İbn Mes’ud gibi fakih bir sahabiye denk tutmamaktadır.
Rivayetleri anlama ve yorumlamaya gelince bu konuda da o, nasların zahirine takılıp kalmaz, onların ruhuna ve illetlerine nüfuz etmeye çalışırdı. Bunu yaparken ise rey ve kıyasa başvururdu. Bununla birlikte kendisine hadis ulaştığında kendi reyini terk ederdi.
Said b. el-Müseyyeb ve Ehl-i Hadis
Söz konusu dönemde ehl-i hadisin başında da Said b. elMüseyyeb’in bulunduğu kaydedilmektedir. Said b. el-Müseyyeb problemleri daha çok hadisler ve Medine’deki nebevi uygulamalar ile çözüyor, mecbur kalmadıkça reye başvurmuyordu. Nitekim Rabia kendisine makul bir soru sorduğunda “Iraklı mısın sen?” diyerek mukabelede bulunmuş, sonra da sünnetin kendi naklettiği şekilde geldiğini söylemekle yetinmişti.
Öte yandan Rabia gibi “rey” sıftıyla anılan bir fakih de Medine’de bulunuyor ve Malik gibi bir muhaddise hocalık yapıyordu. Rabia fıkıhta nas bulunmadığında reyden yararlanan ehl-i reydendi. Rabia vefat ettiğinde Malik: “Nazari fıkıh sona erdi” demiştir.
Buna mukabil A’meş gibi önde gelen bir ehl-i hadis mensubu, Kufe’de yaşamış ve İbrahim en-Nehai’ye talebe olmuştur. Bütün bunlar da gösteriyor ki bu dönemde yani tabiun döneminin sonlarına doğru gelindiğinde, ehl-i hadis ile ehl-i reyi coğrafi olarak birbirinden kesin hatlarla ayırmak mümkün değildir.
Nehai ve Said b. el-Müseyyeb Sonrası Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis
Said b. el-Müseyyeb’den sonra ehl-i hadis geleneğini Medine’de Zühri’nin sürdürdüğü kabul edilir. Zühri’nin hadis konusunda ne kadar geniş malumata sahip olduğu bilinen bir husustur. Zühri’nin, başta Said b. el-Müseyyeb olmak üzere fukaha-i seb’a olarak bilinen ehl-i hadis fukahasının rivayet ve görüşlerinin naklinde önemli bir rolü bulunmaktadır.
Nehai’den sonra ehl-i rey geleneğini Hammad b. Ebi Süleyman devam ettirmiştir. Hammad, Nehai’nin ilmi mirasına varis olmuştur. Hammad, devrinde Irak ehlinin temsilcisiydi. Onun Hicaz ehlini küçümsediğine dair bazı rivayetler, o dönemde Hicaz ehli ile Irak ehli arasındaki İlmi rekabete işaret etmektedir.
Hammad hadisleri değerlendirme ve anlamada hocası Nehai’den aldığı tavır ve yaklaşımları sürdürmüş, bunları ve rivayetlere dikkat ve titizlik gösterme şeklindeki yaklaşımı öğrencisi Ebu Hanife’ye intikal ettirmiştir.
Rey ehlini Irak’ta temsil eden Hammad Ebu Hanife’yi, Medine’de temsil eden Rabia ise Malik’i yetiştirmiştir. Malik ehl-i hadisin, yaklaşımlarından ilham aldığı sahabilerden sayılan İbn Ömer’in rivayet ve görüşlerine de hocası Nafi (ö. 117/735) vasıtasıyla ulaşmış, böylece bir anlamda onun naslar karşısındaki yaklaşımlarına varis olmuştur.