Müslümanların Tarihi
İlk Halife’nin Belirlenme Yöntemi ve
İslam Tarihi Açısından Sonuçları
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi (Çağrı:1989) adlı kitabın 2. cildinden kısaltılarak alınmıştır.
Hz. Peygamber’in vefatıyla ortaya çıkan ana mesele, Hz. Peygamber’in İslam toplumundaki «imamlık» görevinin nasıl sürdürüleceği idi. Hz. Peygamber’e hilafet ve İslam ümmetine başkanlık görevi nasıl organize edilecekti?
Bu konuda Müslümanlar, o zamana kadar görülmemiş bir fikir ayrılığına düştüler. Görüşler, genel olarak iki ana noktada düğümleniyordu: Birincisi başkanın (halifenin) hangi soydan seçileceği, ikincisi seçimde nasıl bir metodun uygulanacağı...
Vefatı sırasında Hz. Peygamber’in en yakın akrabası olarak, amcası Hz. Abbas b. Abdulmuttalib, amcazadelerinden Ali b. Ebî Talib ile Akîl b. Ebî Talib bulunuyordu. Hz. Ali, İslam’a ilk girenlerdendi. Ayrıca Hz. Peygamber’in bütün hayatını ve mücadelelerini yakından takip etmek ve kerîmesi Hz. Fatıma ile evlenmek gibi üstün meziyetlere sahipti.
Hz. Abbas ise, akrabalık yönüyle Hz. Peygamber’in en yakınıydı.
Halifeliğin muayyen bir soya ait olmadığı görüşü, daha çok Ensar’a aitti. Onlar, halifenin kendilerinden olmasını istiyorlar, gerekçe olarak da her zaman Hz. Peygamber’in yardım ve desteğinde bulunmalarını gösteriyorlardı. Hilâfet konusunda bu görüşü benimseyenlere göre, Müslümanlara imamlık etmenin amacı, onları iyiliğe yönlendirmek, kötülüklerden sakındırmak; ırk, soy ve sülaleye bakmaksızın dinî emir ve yasaklara riayet hususunda örnek olmaktı. Bunun için de kabiliyet ve kişilik önemliydi.
Ancak çoğunluk, halifeliğin Kureyş kabilesine ait olduğu görüşündeydi.
İbn Haldun bu hususta şunları söylüyor:
«Hilâfetin Kureyş’e ait olmasının hikmeti, bu kabilenin birlik ve dayanışmaya önem vermesi ve aynı zamanda diğer kabilelerden büyük olmasıydı. Ancak Kureyş’ten seçilecek bir halife, bütün Araplarca desteklenebilir ve diğer büyük kabilelerin hepsinin onayını alabilirdi.»
Şiiliğin Doğuşu
Halifenin, Hz. Muhammed’in yakın akrabalarından olması gerektiği görüşü, Hz. Ali’ye ve onu destekleyenlere aittir. Hz. Ali, Hz. Muhammed’in yakın akrabası olduğu için, kendisini halifeliğe başkalarından daha layık görüyordu.
Halife seçiminde orta yol ağır bastı. Yani halifenin Kureyş’in herhangi bir boyundan seçilebileceği hususunda Hz. Peygamber’in arkadaşları ittifak ettiler. Halifenin, Hz. Peygamber’in akrabası içinden olması gerektiği düşüncesi ise, yeterli desteği bulamadığı için Hz. Osman’ın şehit edilmesine kadar üstü küllenmiş bir kor gibi gönüllerde saklı kaldı. Nitekim Hz. Osman’ın şehit edilişinden sonra, bazı büyük İslâm şehirlerinde fikri savunan çağrılar yeniden yaygınlaştı. Bu çağrıyı yapanlar (Şia) halkı uyarıyor, görüşlerini benimsemeyenleri Peygamber soyuna saygısızlıkla suçluyorlardı. Ayrıca Peygamber soyunun, halifelikten «mahrum» bırakılışını büyük bir kusur, haksızlık olarak niteliyorlardı.
Abbasi-Şii Ayrımın Oluşumu
Öte yandan Hz. Ali’nin evlâdı hâlâ hilafet hakkının kendilerine ait olduğu görüşünü muhafaza ediyordu. Onlara göre bu hak, irsen kendilerine aitti. Onu ellerinden almaya da kimsenin hakkı yoktu. Şiîler, bu hakkın sahibine teslim edilmesi ve evlâd-ı Ali’nin yeniden idareyi ele alması için durmadan faaliyet gösteriyor, halkı Muaviye yönetimine karşı ayaklandırmaya çalışıyorlardı. Muaviye taraftarlarının bu ayaklanmaları zalimce bastırması, Şiilerin kalplerindeki ateşi daha çok alevlendiriyor, kinlerini daha çok biliyordu.
Öte yandan Hz. Ali’nin çocukları ile, hilâfette kendilerini hak sahibi gören Hz. Abbas’ın çocukları arasında bir tercih yapılamamıştı. Hz. Ali’nin çocukları, babalarının sayısız meziyetlerinden dolayı hilâfete kendilerini lâyık görürlerken, Âbbasoğulları da kendilerinden olmasını istiyorlardı. Üstelik Hz. Muhammed’in «hilâfet mirası»na, Hz. Abbas’ın, Hz. Ali’den daha layık olduğuna inanıyorlardı. Çünkü biri Peygamber’in amcası, diğeri amcazadesi idi. Bu fikri ustaca işlediler ve halktan kendilerine gizlice taraftar buldular.
Ebû Müslim de onların en ateşli taraftarlarından biri idi. İşte Hilâfetin Emevîler'den Abbasîler’e geçmesi ile sonuçlanan ihtilâlde, taşı gediğine koyan o oldu. Bu işi yaparken hilâfetin Abbasîler’e devrinden açıkça söz etmiyor, Hz. Ali’ye, dolayısıyla Ali evlâdına verileceği intibaını uyandırıyordu. Çünkü biliyordu ki halk Hz. Abbas’tan çok, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’i tutuyordu. Nihayet, her şey bittikten sonra asıl niyetini ortaya koyarak Abdullah es-Seffah b. Muhammed b. Ali b. Abdullah b. Abbas’ın adını açıkladı.
Abbasiler Döneminde Şiilik
Bundan sonra Ali evlâdı ile Abbasîler arasında savaşlar başladı. Hatta Ali taraftarları, hasımları olan Emevîler'den görmedikleri sert ve acımasız işkencelere maruz kaldılar. Fakat Abbasîler devrindeki bu baskılar da hilâfetin Ali evlâdına ait olduğu kanaatini değiştiremedi. Hz. Ali taraftarları, her türlü zulüm ve işkenceye rağmen Emevîler’e gösterdikleri direnişi Abbasîler’e de gösteriyorlardı. Ne var ki her direniş, imha ve işkenceyi biraz daha artırıyordu.
Direnişçilerden bir kısmı ülke dışında, Abbasîler’in ulaşamayacakları bölgelerde mücadeleye devam etme kararı aldılar. Bu karar sonucu kendilerine öncülük eden liderlerin arkasından Afrika’ya kadar gittiler. Afrika’ya kaçanlar orada Fâtımîler, İdrisîler gibi devletler kurdular. Doğuda, merkezî yönetimin hâkim olduğu yerlerde kalıp yaşayanlar ise sindiler.
Abbasîler döneminde hilâfet konusunu değişik bir açıdan ele alan İslâm bilginleri, onu bir nevi dinî akîde meselesi olarak değerlendirdiler. Konuyu bu açıdan inceleyen ilk âlimler Şiîlerin görüşüne yaklaşıyordu. Onlara göre, hilâfet konusundaki görüş ayrılığı, dinî bir meseleydi.