Müslümanların Tarihi
Haricilik: Siyasetin İtikada Taşınması,
İman Tartışmalarının Başlaması
Haricilerin Tekfir İdeolojisi
Havaric Ali’yi, Muaviye’yi ve onların yandaşlarını tekfir edince (imandan çıkmış görünce) “küfür” meselesini tartışmaya açmış oldular.
Havâric’in en güçlü ve şiddetli fırkası Ezarıka’ydı, bunlar, Nafi bin el-Ezrak’ın yandaşlarıdır. Nafi, bizzat Havâric’ten onların yanına göç etmeyenleri bile tekfir etti. Basra’daki yandaşlarına şöyle yazdı:
“Sizler, şeriatın tek, dinin de tek olduğunu kuşkusuz biliyorsunuz. Kâfirler arasında nasıl olur da durursunuz? Allah sizi cihada yöneltmişken, gece-gündüz zulme tanıklık ediyorsunuz. Yüce Allah söyle buyurur: Bütün müşriklere karşı savaşın.” (Tevbe, 9/36). Geri kalma mazeretinizi hiçbir şekilde kabul etmemiştir... Yalnızca zayıfları, hastaları, harcama gücüne sahip olmayanları ve haklı bir gerekçeyle kalanların mazeretlerini kabul etmiştir.”
Havâric, insanları siyasî davranışlarından ve Emevîlere karşı savaş tutumlarından dolayı bu şekilde sertçe hesaba çekmekle yetinmedi. Dinî farzlara bağlanmayı ve haramlardan kaçınmayı, imandan bir cüz saydılar, dolayısıyla bu konuda gevşeklik gösterenin kâfir olduğunu, kanının döküleceğini benimsediler.
[Harici] İbâdî fırkasının önderlerinden biri olan Abdullah bin Yahya el-İbadî’nin, Emevî Devletinin son günlerinde Yemeni istila ettiğinde okuduğu hutbe, tam bir tekfir konuşmasıdır:
"Zina eden kâfirdir. Çalan kâfirdir. Şarap içen kâfirdir. Kâfir olduğundan şüphe eden de kâfirdir.”
Yukarıdakilerden, Havâric’in siyasî tutumlarını dine bağlamakta ne kadar aşırıya kaçtıkları anlaşılıyor. Siyasî bir tutum olan hakem olayından, “Hâkimiyet Allah’ındır!” gerekçesiyle, dine aykırı bir davranışı benimsemişlerdir. Bunun sonucunda, Ali’yi, Muaviye’yi, hakem olayına karışan herkesi, ona rıza göstereni veya suskun kalanı tekfir etmişlerdir. Önderlerinden birine bey’at ettiklerinde ve “başkaldırıya çıktıklarında, onlara katılmayanları kâfir saymışlar, böylece insanları Emevilere karşı iki tutumdan birini takınmak zorunluluğu karşısında bırakmışlardır: Ya onları mü’min kabul edecekler, dolayısıyla iktidarı zorla elde tutmalarını caiz görecekler, ya da onları kâfir kabul edecekler, dolayısıyla onlara itaatsizlik ve isyan gerekecektir.
Başka bir siyasî görüşü olan herkesin tepkisinin, bu ikili tasnifi reddetmeleri ve küfür ile iman arasına konulan üçüncü bir değere dayalı üçüncü bir tutumu aramaları tabiîydi. Böylece, “iman” kavramının belirlenmesi zorunlu oldu: İman, Hz. Peygamber’in getirdiği Allah’a meleklere, kitaplara, peygamberlerine ve ahirete gününe imanı yalnızca kabul etmek midir, yoksa bunların yanı sıra farzları yapmak, haramlardan kaçınmak gibi bütün dinî emirlerin uygulanmasını da gerektirir mi? Başka bir deyişle, iman, yalnızca söz müdür, yoksa hem söz hem de eylem midir?
Tekfir
İlk Haricîler insanın hüküm verme yetkisine sahip olduğunu söyleyen herkese kâfir diyor ve o yetkinin yalnız Allah'ta olduğunu savunuyorlardı. Her halükârda, artık tekfir kapısı sonuna kadar açıktı. Ve kapı açılınca da artık kimin nereye kadar gideceğinin ve nerede durması gerektiğinin bir sınırı olamazdı.
Çağdaşlarıyla yetinmeyen ahali, geçmişteki peygamberler için bile tekfirden söz açmaya başladılar. Örneğin, Malatî'ye göre Cehmîler'in bazıları şöyle düşünmekte idiler:
"Allah'tan zatını kendisine göstermesini istediği zaman, ki bu asla mümkün olmayan bir şey idi, Musa kâfir olmuştur. Cehmilere göre istek son derece saçma idi, çünkü Allah’ı kimse göremezdi, hatta ahirette bile. İsa da Allah’a: “Ben senin nefsinde olanı bilmem, sen ise benim nefsimde olanı bilirsin. Yemin ederim, gizli alemi bilen yalnız sensin!” dediğinde kâfir oldu. Çünkü Allah’ın nefs sahibi olduğunu düşünmek küfürdür. Aşırılıkları onları nebileri tekfir etmeye kadar götürdü!”
… kapı bir kez açılınca, Müslümanların birbirlerine karşı tekfir ilan etmelerinin sonu gelemezdi. Ve durum giderek kötüleşti. Müslüman mütefekkirlerin kendileri de bir müddet sonra ciddi tehlikenin farkına vardılar.
Büyük Günah İşleyenin Durumu
Büyük yahut ölümcül günahın Kur’an'da yazılı dayanağı vardır. Şûra Suresi'nin 37. ayetinde sözcüğü "büyük günahlar” manasında kullanılır. Ancak gerçek sorun, kişinin, somut bir durumda bir günahın bu iki sınıftan hangisine dâhil edileceğini sorması halinde ortaya çıkıyor. Kuran bu noktayı tam anlamıyla açıklığa kavuşturmuyor.
Hariciler büyük günahlarla küçük günahlar arasındaki ayrımı bilmiyor değillerdi. Örneğin bunların arasındaki Necdîler büyük günahların küfr olduğunu, bunların suçlularının cehennemde ebediyen cezalandırılacaklarını, küçük günahları olanların ise yine cezalandırılacaklarını, ama bunun belki cehennemde olmayabileceğini biliyorlardı. Ne olursa olsun, büyük bir günah işleyenler, artık Müslüman sayılmayarak, Müslüman camianın dışına atılmalı idi: onlar kâfir idiler ve o yüzden öldürülmeleri vaciptir. Onların kafasında, büyük günah ile küfür eşitti. Ve zihinleri bu eşitliğin getireceği şeylerle meşguldü. Büyük günahın kavramsal yapısına gelince, onlar bunun teorik tahlili ile uğraşmadılar.
Haricîlerin tavrının en kısa ve en çok kabul gören formülü şudur: Günah işlemiş herhangi bir kişi kâfirdir. Kesin konuşmak gerekirse, böyle bir formül tarihsel gerçekliğe hiç de uygun düşmemektedir, çünkü bütün Haricîler bu noktada birbirleri ile mutabakat içinde değildiler, aralarında büyük fikir ayrılıkları vardı. Necdîler de büyük günahkârın yalnızca nimete karşı nankör olduğunu, müşrik olmadığını ilan etmişlerdir. İbâdiyye şu görüştedir: İşlenen günah büyük bile olsa, işleyen, nimete karşı nankördür ve onun ile diğer Müslümanlar arasındaki veraset ve evlilik ilişkileri şer'idir, onun kestiği hayvan da haram değildir. Yani o ne saf bir mümin ne de saf bir kâfirdir.