top of page

Emeviler devri, kelam tarihi açısından itikadi konularda tartışmaların başladığı ve kelam ilminin temellerinin atıldığı bir devir olarak kabul edilir. Bu dönem içinde şahıslar etrafında bazı gruplaşmalar meydana gelmişse de büyük itikadi ekoller henüz teşekkül etmemiştir. Bu sebeple Emeviler devri kelam ilminin hazırlayıcı safhası olarak değerlendirilebilir. 

İtikadi tartışmalar ashab-ı kiramın son yıllarından itibaren başlamışsa da “kelam” ve “mütekellimin” gibi tabirlerin Abbasi Halifesi Harûnürreşid zamanında (786-809) yaygınlaştığı anlaşılmaktadır.

Kelam İlminin Doğuşu: Emeviler Dönemi

Kelam'a Giriş (Anadolu Ünv.: 2013) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
 

Emeviler Döneminde Kelam İlmi

Peygamber Efendimiz dönemine bakıldığında, İslam Dini’nin iman esas-larından bahseden bir ilmin (akaid, kelam veya tevhid) varlığından söz etmek mümkün değildir. Bu dönemde teşekkül sürecini tamamlamış herhangi bir İslami ilimden söz etmek de mümkün değildir. 

İlk etapta özellikle hilafet konusundaki anlaşmazlıklar ve Müslümanlar arasındaki iç savaşlar gibi sebeplerle bazı itikadi ve kelami problemler/tartışmalar başgöstermiştir. Bu nedenle, daha hicri I. asırda kelam alanına giren konularda fikir üretimi başlamıştır.
 

Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi'nin Emeviler maddesinden kısaltılarak alınmıştır.

Kelam'a Giriş (Anadolu Ünv.: 2013) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
 

Kelam Tartışmalarını Başlatan Sebepler

Hilafet Meselesi

Hilafet meselesi aslında İslami ilimler içerisinde İslam hukukunun konusudur. Ancak, daha sonra bu mesele etrafında şekillenecek ve fikir sistemini bu konu üzerinden hareketle oluşturacak olan Şia ekolünün konuyu itikadi muhtevada mezhebi bir ilkeye dönüştürmesi üzerine başta Ehl-i sünnet olmak üzere diğer kelam mektepleri de meseleyi, Şia’ya cevap vermek üzere bu bağlamda tartışmak durumunda kalmışlardır. 

Siyasi Anlaşmazlıklar ve İç Savaşlar

Hz. Osman’ın hilafetinin özellikle son dönemlerinde huzur ve sükûnet bozularak yerini çatışma ve kargaşa aldı. Gittikçe büyüyen kargaşa sonucunda Hz. Osman şehid edildi. Hz. Osman’ın öldürülme nedenleri ve olayın sorumluları etrafında gelişen tartışma ve sürtüşmeler sonucunda adına iç savaşlar denilen Cemel (656) ve Sıffin (657) vakaları peş peşe yaşandı. Binlerce insan öldürüldü. 

Bu üç olayın her birisi tamamen siyasidir. Dolayısıyla bu olaylar meydana gelirken ortada kelami bir problem yoktur. Ancak, olaylar olup bittikten sonra çözümü güç birçok soru ve sorun ortaya çıkmıştır:

  1. Büyük günah işleyen kişinin dindeki durumu: İslam’da adam öldürme Kur’an’ın açık beyanıyla büyük bir günahtır. Bu olaylarda öldürme hadiseleri vardır ve ölen de öldüren de Müslüman’dır. O halde büyük günah işleyen bir müminin iman bakımından dindeki konumu nedir? [iv]

    1. Haricilere göre adam öldürmek gibi bir büyük günah işleyen dinden çıkar ve kafir olur. Ölünce ebedi olarak Cehennem’de kalır. Azabı kafirlerinkinden farklı olmaz.

    2. Mutezile’ye göre büyük günah işleyen dinden çıkar ise de kafir olmaz, iman ile küfür arasında kalır. Ne mümin ne kafir sayılır. Ölünceye kadar tevbe etmesi beklenir. Tevbe etmeden ölürse ebedi olarak Cehennem’de kalır, fakat azabı inkarcılarınkinden hafif olur.

    3. Mürcie’ye göre konu hakkında hüküm vermemek ve sorunu ahirete ertelemek uygundur.

    4. Ehl-i sünnet’e göre günahlar helal sayılarak işlenmediği müddetçe kişiyi dinden çıkarmaz. Fakat günahlar imana zarar verir ve sahibi ahirette cezalandırılır. Ne var ki, Allah dilerse onları af edebilir.

  2. İmanın tanımı, mahiyeti, iman-amel ilişkisi meselesi: Bu konu doğrudan yukarıdaki hususla ilgilidir. 

    • İmanın mahiyeti nedir?

    • İman sadece sözlü bir kabul beyanı mıdır, yoksa amelle doğrudan alakalı mıdır?

    • Mümin olduğu halde amel alanını ihmal eden, yapmayan kişinin durumu nedir?

    • İman-küfür ilişkisi nasıldır? İmanın sınırı nerede biter, küfür nerede başlar?

 
Kader ve İrade Hürriyeti Sorunu
  • Bu iç savaşlar niçin olmuştur?

  • Bunlara katılan insanlar acaba Allah tarafından takdir ve tespit edilen ilahi kaderin sonucunda mı katılmışlardır?

  • O halde kader nedir? İnsan bu hayatta iş yaparken kendi iradesiyle mi hareket etmektedir?

  • İrade nedir? Allah’ın iradesiyle insanın iradesi nasıl bir ilişki halindedir?  

 

Cebriye denilen ekol bu sorular etrafında oluşmuştur. Sonra Cebriye’ye bir tepki olarak Mutezile ve Ehl-i sünnet ekolleri problemi daha dikkatli bir şekilde çözmeye çalışmışlardır. 

Kur’an ve Sünnet Metinlerinin Yorumu

Ana konularının Kur’an’dan kaynaklanması nedeniyle kelami meseleler üzerinde yorum yapan, onları anlamaya çalışan her fırka tabii olarak bu anlayışlarını Kur’an ve Sünnet’le teyit etmek durumunda idiler. Toplumsal zeminde yer edinebilmek ve görüşlerinin meşruiyetini sağlayabilmek için de bu zaruri idi. 

Ancak, bir grup ayet vardır ki manaları muhkem ayetler kadar açık değildir. Onların farklı anlamlara gelmeleri nedeniyle kesin anlamların verilmesi zordur. Bu ayetlere müteşabih ayetler denir. Bu ayetlerin, metin içerisinde hakikat, mecaz, teşbih, temsil gibi kullanımlarının olması onların anlaşılmasını güçleştirmektedir. 

Selef alimleri müteşabih nasları tevil etmeksizin anlamaya çalışmışken, Mutezile ve Ehl-i sünnet kelam ekolleri büyük bir çoğunlukla bu nasları tevil etmişlerdir. 


Prof. Dr. Cağfer Karadaş'in Ana Hatlarıyla Kelam Tarihi (Ensar: 2017)

kitabından kısaltılarak alınmıştır.
 

Yeni Kültürlerle Etkileşimin Meydana Getirdiği İhtiyaçlar

Müslümanlar kelam ilminin oluşup geliştiği Irak bölgesini fethettiklerinde, Araplar dışında kalan, İranlı, Süryani, Rum, Hint gibi etnik gruplar öncelikle siyasal, sonra da dini olarak İslam dairesine girmişler ve beraberlerinde eski kültür ve medeniyet miraslarını kısmen de olsa dairenin içine taşımışlardır. Vazgeçemedikleri ya da alternatifini bulamadıkları hususlarda da yeni inançlarını “yorum”layarak eski kültür unsurlarını meşrulaştırma yoluna gitmişlerdir. Bir diğer deyişle yeni medeniyetin alamet-i farikası niteliğindeki bazı değişikliklerin dışında, söz konusu medeniyetlerden intikal eden tarihi birikimin çok büyük bir kısmına sahip çıkıldığını söylemek abartılı olmasa gerektir.  

Bu çerçeveden bakıldığında, bölge insanının anlayacağı tarzda, dini, yeni bir üslup ve dil ile sunma çabası, kelamcıların sahip oldukları dindarın inancını güçlendirme ve dini savunma sorumluluğunun bir gereğidir. Bu sorumluluk doğrultusunda kelamcılar kültürel, sosyal ve psikolojik açıdan farklı yeni muhataplara dini, anlayacakları dille anlatma arayışı içerisinde olmuşlardır. Bu arayışa paralel olarak da kelam ilminin oluşumu gerçekleşmiştir. 

Ancak bu faaliyetlerde dinin temel kaynağı olan Kuran hep merkeze alınmış deyim yerindeyse pergelin bir ucu Kur’an ve sünnet nassında sabit olmak üzere yeni bir çerçeve çizilmeye çalışılmıştır. Aynı anlayışla Kur’an’ı merkeze alan ilk kelamcılar bölge insanın anlayacağı bir dil ve üslupla inandıkları dinin “tanrı tasavvuru’nu ortaya koyma çabası içerisine girmişlerdir. 

Kelam İlmi Açısından Hasan-ı Basri’nin Önemi

Genel olarak kelam düşüncesinin oluşumu, Hasan el-Basri’nin (ö. 728) kurduğu ders halkasından ayrılan Vasıl b. Ata (ö. 748) ve Amr b. Ubeyd (ö. 761) ile başlatılır. Ancak Hasan el-Basri’ye nispet edilen Risale fi’l-kader incelendiğinde onun kelam meseleleri ile yakından ilgili olduğu görülür. Hasan el-Basri’nin düşüncesinin Mu’tezile mezhebine kaynaklık ettiği de açık bir gerçektir. O sadece Mu’tezile üzerinde etkili olmamış, bütün bir Irak bölgesinin fikri yapılanması ve gelişiminde önemli rol oynamıştır. Dolayısıyla kelamı Hasan el-Basri ile başlatmak daha isabetli olur.

Kelam'a Giriş (Anadolu Ünv.: 2013) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
 

Emeviler Döneminde Kelam Alanındaki Eserler

Bu dönemde de konuları sistemli biçimde ele alan bütünlüklü kelam çalışmalarına rastlamak mümkün değildir. Ancak belli konulardaki tartışmalar doğrultusunda bazı yazılı metinler ortaya konulmuştur:

  • Hariciler’in bir kolu olan İbadiliğin kurucusu Abdullah b. Ibad’ın (ö. 705) Emevi halifesi Abdülmelik’e hitaben yazdığı ve İbadi esaslarının kısa bir açıklaması niteliğini taşıyan mektubu

  • Hasan-ı Basri’nin (ö. 728) yine Abdülmelik’in bir sorusuna cevap niteliğindeki, kulların fiilleri ve kadere ilişkin görüşlerini açıkladığı, cebir görüşüne dayanan kaderci anlayışı eleştirdiği Risale’si

  • Hz. Ali’nin torunu Hasan b. Muhammed İbnü’l-Hanefiyye’ye (ö. 718) nispet edilen iki risale

 

Erken dönem İslam tarihinde bazı tartışma ve ihtilafların etkisiyle çeşitli itikadi gruplar oluşmuşsa da VIII. asrın ikinci yarısına kadar itikadi düşüncede belirgin bir ekolleşme gerçekleşmemiştir. Nitekim hicri I. asır sonu ile II. asır başlarındaki ilk fikir hareketlerinden sonra Mutezile mezhebi bir düşünce ekolü olarak doğmuştur. Mutezile’nin kurucuları kabul edilen Vasıl b. Ata (ö. 748) ve Amr b. Ubeyd’in (ö. 761) pek çok eser telif ettikleri sonraki kaynaklarda belirtilmekte ise de bunlardan hiçbirisi günümüze ulaşmamıştır. 

Hanefi fıkıh ekolünün kurucusu Ebû Hanife de (ö. 767) Sünni kelamın teşekkülünden çok daha erken bir dönemde sahabe devrindeki şartların değiştiğini müşahede etmiş, İslam dünyasında çeşitli siyasi ve fikri gelişmelerin ortaya çıkması dolayısıyla iman esaslarının belirlenmesi için akaid konularının incelenmesini zorunlu görmüştür. Onun el-Fıkhü’l-ekber, el-Fıkhü’l-ebsat, el-Alim ve’l-müteallim, er-Risale ve el-Vasiyye gibi akaide dair eserleri itikadi meselelerin incelenmesinde teknik ayrıntı ve tartışmalara fazla girilmeyen, fakat inanç esaslarının derli toplu bir dökümünü veren akaid risalesi tarzı eserlerin güzel örneklerindendir. 

bottom of page