top of page

Eski Bizans Topraklarındaki Hristiyanların

İslam’a Geçişi

Thomas Walker Arnold'un İslam'ın Tebliğ Tarihi (İnkılâb: 2007) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Hrisitiyan Arap Kabilelerinin İslama Girmesi

Asırlarca Hıristiyan inancını ikrar eden Arap kabilelerinin bu dini terk ederek İslâmiyet’i kabul etmelerini görmek şaşırtıcı gelmemeli. 

Bu kabilelerin arasında Filistin’in doğusu ve Suriye’nin güneyindeki çölü hâkimiyetleri altında tutan Gassanoğulları kabilesi de vardı. Rüstem kumandasındaki İran ordusunun büyük bir bozguna uğradığı Kadisiye savaşından sonra Fırat nehrinin her iki yakasında yaşayan Bedevi kabilelerindeki birçok Hıristiyan, Müslüman kumandana gelerek şöyle dediler: 

“İslâm’ı en başta kabul eden kabileler bizden daha akıllıymışlar. Şimdi Rüstem öldüğüne göre artık biz de yeni dini kabul edebiliriz.” 

 

Kendilerini saf kan Araplar olarak vasıflandıran ve dördüncü asrın sonlarına doğru Hıristiyanlığı benimseyen meşhur Gassanoğulları kabilesine mensup Araplardan birçoğu, hâlâ Hıristiyan dinini muhafaza etmekteydiler. Bunlar, iki asır öncesinden Roma Kilisesinin hâkimiyeti altına girmeleri dolayısıyla ibadetlerinde Arap dilini kullanıyorlardı. 

Benzer bir şekilde görüldüğü gibi Suriye’nin kuzeyi alındıktan sonra buradaki bedevilerin büyük çoğunluğu kısa bir tereddütten sonra Hz. Peygamber’in peşinden gidenlerin saflarına katıldılar.

Eski Bizans Topraklarındaki Hristiyanların İslam'a Geçişi

Dikkatlerimizi şehirlerde yaşayanların ve Arap olmayan toplulukların yeni dine karşı olan tavırlarına çevirecek olursak, Arapların topraklarına girmelerinden sonra hızlı bir din değiştirme olayının gerçekleşmediğini görürüz. Bizans İmparatorluğunun kuzey bölgelerindeki büyük şehirlerde yaşayan Hıristiyanların, çoğunluk itibariyle atalarının dinine bağlı kaldılar. 

Ortodoks kesim ile özellikle Mısır, Suriye ve Bizans İmparatorluğu dışında kalan memleketlerde gelişme gösteren Monofizitler arasındaki ihtilaf neredeyse iki asırdır bütün sıcaklığıyla devam etmekteydi. Atmosfer öylesine gerilmişti ki, Roma İmparatorluğu sınırları içine katılan topraklarda yaşayan Ortodoks tebanın büyük çoğunluğunun bile, Arapları istedikleri yönünde inancın oluşmasını destekleyen kuvvetli gerekçeler meydana çıkarmıştır. İmparatora nefret derecesinde bir din aleyhtarı nazarıyla bakmışlar ve düşüncelerini kendilerine kabul ettirmek için zulümlere başvurabileceğinden korkmuşlardır. Bu sebepledir ki, seve seve, hatta iştiyakla, kendilerine dinî müsamaha sözü veren yeni efendileri kabul etmişler ve kendilerini pek yakın görünen muhtemel tehlikeden kurtarmaları şartıyla da ellerinde bulundurdukları dinî mevki ve hürriyetleri konusunda uzlaşmacı tavır sergilemişlerdir. 

Büyük Mihail diye bilinen Antakya Yâkubî Patriği, on ikinci asrın ikinci yarısında yazdığı eserinde, dindaşlarının almış olduğu kararı takdirle karşılayabiliyordu ve Doğu kiliselerinin Müslümanların yönetiminde yaşadıkları beş asırlık tecrübelerinin ardından bile Arapların topraklarına girmesinde “Allah’ın elini” görebilmekteydi. Herakliyus’un zulümlerini hikâye ettikten sonra şöyle yazmaktadır: 

“İşte Allah’ın intikamı böyle olur. O öyle bir Allah’tır ki her şeye kadirdir, fânilerin saltanatını ancak O isterse değiştirir; dilediğine verir ve dilediğinden alır, dilediğini aziz dilediğini zelil eder. O, Romalıların saltanatları sırasında kilise ve manastırlarımızı talan ettiklerini, azgınlıklarını ve bize acımasızca suçlu muamelesi yaptıklarını görmüştü. Bunun içindir ki O, güneyden İsmailoğullarını getirerek onları bizim kurtuluşumuza vesile kılmıştır. Gerçekte bazı kayıplarımız olmuşsa da yine de bizim, Romalıların zulüm ve azgınlıklarından, bize karşı besledikleri düşmanlık ve gaddarca muamelelerinden kurtulup şimdi huzur içinde yaşıyor olmamız az bir fayda değildir.”

Şam 637 yılında Araplarla anlaşma imzalayıp yağmalanmaktan kurtulmayı ve başka bazı müsait haklar elde etmeyi garanti altına alınca Suriye’deki diğer şehirler de süratle aynı şekilde davrandılar. Şehirler, Araplara cizye öder duruma geldikleri anlaşmaları imzaladılar. İmparatorun estirdiği dinî baskıların dehşeti, Müslümanların müsade vaadini, Roma İmparatorluğu ve Hıristiyan hâkimiyetine bağlı kalmaktan daha cazip hâle getirmişti. 

Ele geçirilen Bizans şehirlerinde, Monofizit ve Nasturi inancındaki halk kendilerine son derece müsamahayla muamele edildiğini gördüler. Bu, onların yüzlerce yıldır görmedikleri bir şeydi. Dinlerini serbestçe ve rahatsız edilmeden yaşayabiliyorlardı. 

Kudüs’ün halife Ömer b. Hattab’a teslimi sırasında ortaya konan şartlar anlaşmaya örnek olarak gösterilebilir: 

“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla! Bu, Allah’ın kulu ve mü’minlerin emîri Ömer tarafından İlya* halkına verilen emannâmedir. Emîrü’lmü’minîn hasta olsun, sıhhatte bulunsun bütün halkın mal ve canlarının korunacağını garanti eder. Aynı zamanda ibadet yerlerine, haçlarına ve dinlerine dokunulmayacağını temin eder. Kiliseleri tahrip edilemeyeceği gibi mesken hâline de çevrilmeyecektir. Eskiden sahip oldukları haklar aynen muhafaza edilecektir. Ne mâlik oldukları şeylere halel gelecek ve ne de mezhepleri hususunda onlara bir baskı yapılacaktır. İçlerinden hiç kimse hiçbir şekilde zarar görmeyecektir.” 

Mısır Hristiyanları

Afrika’ya giren Arapların çok kısa bir sürede başarı elde etmelerinin sebebi, yerli Hıristiyanların, Bizans idaresine karşı yalnız baskıcı yönetimlerinden değil, esas olarak dinî inançlarından dolayı beslemiş oldukları kin ve nefret hisleriydi. Böylelikle Müslümanları kucak açarcasına kabul etmişlerdir. 

Mısır Hıristiyanlarının çoğunluğunu oluşturan Yâkubîler, Bizans sarayının Ortodoks mensupları tarafından çok kaba bir şekilde muamele görüyor ve bugüne kadar çocukları tarafından bile unutulmayan saygısızca hareketlere maruz bırakılıyorlardı Bazıları işkence edildikten sonra denize atılıyorlardı; birçoğu kendilerine işkence edenlerin elinden kurtulmak için patriklerinin peşinden sürgüne gidiyorlardı. Diğer taraftan birçokları Kadıköy Konsili kararlarını kabul ediyormuş gibi yapıp gerçek inançlarım gizliyorlardı.  

Müslümanların elde ettikleri zaferler, Mısır’ın Kıptî denen bu Yâkubî Hıristiyanlarına yüz yıldır yaşamadıkları bir din özgürlüğü sağlamıştı. Cizye ödemeleri şartıyla Amr bunları kendi kiliselerine sahip çıkma konusunda asla rahatsız etmemiş ve dinî hayatlarında özerklik garantisi vermişti. Kiliselerden hiçbirine dokunmamış, yağma ve talan işine asla müsaade etmemişti.Böylelikle daha önceki idarenin altında görmüş oldukları acı ve sıkıntılara yol açan müdahalelerden kurtulmuş oluyorlardı. 

O zamanki Müslüman idarenin ilk günlerinde, Kıptîlerin durumu oldukça rahat ve serbest görünmektedir.  Yeni yöneticileri tarafından din değiştirmelerine yönelik kendilerine herhangi bir baskı ve eziyetin uygulandığına dair bir delil bulunmamaktadır. Fetih tamamlanmadan önce, hükümet merkezi olan İskenderiye’nin karşı koyup direndiği bir sırada bile onlardan birçoğu İslâm’a geçmişti ve birkaç yıl sonra bunları başkaları takip etti. 

Halife Osman zamanında (643-655) Mısır’dan elde edilen gelir on iki milyona ulaşıyordu; bundan birkaç yıl sonra Muaviye zamanında (661-679) elde edilen gelir, çok sayıda insanın İslâm’a geçmesi sebebiyle beş milyona düşmüştü: Ömer b. Abdülaziz zamanında (717-720) bu rakam daha da düştüğünden Mısır valisi bundan sonra Müslüman olacakların cizyeden muaf tutulmamalarını teklif etmişti. Fakat bu muttaki halife: “Allah, Muhammed (sav)’i insanlara hak ve hakikati bildirmek üzere gönderdi, vergi tahsildarlığı için değil.” diyerek yapılan teklifi reddetmişti. 

Fakat daha sonra gelen idareciler, mali sebepler gerekçesiyle bu siyasetin devlete zarar verdiğini fark edip, dine yeni girenlerin önceden ödedikleri vergiyi ödemeleri konusunda ısrarcı oldular; ancak böyle bir politikanın uygulanmasında devamlılık olmadı. Her bir vali keyfi ve düzensiz bir uygulama sergiledi.  

Miladi 744 yılında Mısır valisi olan Hafs b. Velîd, Müslüman olanların cizye ödemekten muaf tutulacaklarına söz verdiği zaman sayıları 24.000’i bulan Hıristiyan’ın İslâm’ı kabul ettikleri bildirilmektedir.  Benzer bir ilânın Abbâsî halifelerinin ilki olan Seffâh tarafından tahta geçtiği 750 yılında yapıldığı bildirilmektedir. Çünkü “o kendine bağlı bütün bölgelere gönderdiği yazıda, kendi dinini kabul edip de kendisi gibi ibadet eden herkesin cizye ödemeyi kesmesini söylediğinde, fakir olsun zengin olsun birçokları, üzerlerine yüklenmiş olan verginin ve mükellefiyetlerin ağırlığı sebebiyle İsa’nın dinini inkâra kadar gittiler.” 

Gerçekten de Mısır’daki Hıristiyanlarının çoğu, dördüncü asrın başlangıcında Hıristiyanlığı ne kadar kolaylıkla ve süratle kabul etmişlerse, şimdi de onu aynı kolaylık ve çabuklukla terk ediyorlardı. Önceleri Nil nehri vadisinde yaşayan nüfusun çok küçük bir kesimi Hıristiyan’dı. Fakat Diocletian’ın işkenceleri sırasında şehit olanların çektiği çileler, gösterdikleri olağanüstü hâllerin menkıbeleri, yabancı hükümetin emirlerine karşı koymalarının harekete geçirdiği millî hissiyat, işkence yapanların ellerinde şehit düşenlere cennet kapılarının açılacağı müjdesi gibi teşvikler öyle bir coşku meydana getirdi ki, Hıristiyanlığın inanılmaz derecede hızlı bir şekilde yayılmasıyla netice buldu. “Doğunun diğer ülkelerinde olduğu gibi tebliğ yoluyla dinlerini değiştirme yerine Mısır, cezbeli bir şevk esnasında Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Öyle ki, kendisini tasdik edenlerin tamamına ebedî saadet hayatı müjdeleyen İsa Mesih’in adından başka yeni din hakkında neredeyse hiçbir bilgileri yoktu.” 

Yedinci asırda Hıristiyanlık muhtemelen Mısır’ın kalabalık halk kitleleri üzerinde çok az tesir etmiş durumdaydı. Bizans yönetimine karşı nefret ve muhalefet hislerini uyandırmak için liderlerinin kullandığı cazibeli dinî kelimeleri pek az kimse anlayabiliyordu. Arap hâkimiyetinin ilk günlerinde İslâm’ın hızla yayılması, muhtemelen onlar arasında mevcut Hıristiyanlığın artık kendi ihtiyaçlarına cevap verememesinden kaynaklanmıştır. Ayrıca, Yâkubîlerin bir mezhep olarak varlıklarını sürdürmelerinin itikadi esası, uzun süre ve büyük çabalar harcayarak ayakta tutmaya çalıştıkları dinî erkânı anlaşılması güç ve tabiatüstü bazı hükümler şeklinde tecessüm ettirilmişti. 

Şüphesiz pek çoğu o hüküm ve esaslar etrafında sonu gelmez tartışmalardan dolayı usanmış ve hayrete düşmüş bir hâlde, sade ve anlaşır bir şekilde ifade edilen Allah’ın birliği mesajını getiren Peygamber Hz. Muhammed’in dinine dönüyorlardı.

Cizye Uygulaması

Müslüman fetihlerinin ilk dönemlerinde Hıristiyanların dinî hayatlarıyla ilgili şikâyetlerinin çok az olduğu konusunda bir hayli delil mevcuttur. Cizye, ilk olarak Arap imparatorluğunun gayrimüslim tebası tarafından ödenen her türlü haracın adı olarak anlaşılmışsa da sonradan yeni idarecilerin karara bağlanan mâli sisteminde “baş vergisi” olarak kullanılmıştır.  Fakat Müslüman vatandaşlar için mecbur olan askerlikten kendilerini muaf tutan bu cizyeyi ödemek onlar için çok ağır bir yük olarak görünmüyordu. 

Vergi sadece gücü yeten erkeklere konulurdu, kadınlar ve çocuklar muaftı. Zekata ve sadakaya muhtaç fakirler ile çalışamayacak durumda olan yaşlılar bilhassa muaf tutulurdu. Aynı şekilde, servet sahibi olmayan körler, topallar, müzmin hastalar ve deliler de istisna edilirdi. Aynı durum papazlar ve rahipler için de geçerliydi; sadakaya ve zekata muhtaç olmaları durumunda muaf iken, hâli vakti yerinde olup rahat hayat yaşayanları mükellef tutulurdu. 

Dinleri sebebiyle orduda görev almaları engellenen zimmî ve gayrimüslimler Müslüman askerler tarafından güvenliklerinin sağlanması karşılığında bir ödeme yaparlardı. 

Hire halkı kabul edilen tutarı bildirdiklerinde, bu cizyeyi “Müslümanlar ve onların liderleri, bizi gerek Müslümanlardan, gerekse başkalarından gelebilecek baskılara karşı korumaları” şartıyla ödediklerini açık ve net olarak ifade etmişlerdi.  Hâlid'in Hire civarındaki bazı kasabalar halkıyla yapmış olduğu anlaşmada şöyle yazmaktadır:

“Eğer sizi korursak cizye hakkımızdır; eğer koruyamazsak bunu hak edemeyiz.”  

Bu şartın Müslümanlar tarafından ne kadar iyi anlaşıldığı, Halife Ömer zamanında gerçekleşen müteakip hâdiseden hükme bağlanabilir. İmparator Herakliyus, topraklarına giren İslâm ordularını geri püskürtmek için büyük bir ordu toplamıştı ve bu esnada Müslümanlar da bütün güçleriyle karşılarına çıkacak olan direnişe karşı gayretle çalışıyorlardı. Arap kumandan Ebû Ubeyde, İslâm topraklarına katılan Suriye şehirlerinin valilerine mektup yazarak şehirlerden toplamış oldukları bütün cizyenin iadesini emretmiş ve halka hitaben şöyle yazmıştı:

“Büyük bir gücün bize doğru ilerlediği haberini aldığımız için sizden aldığımız parayı geri veriyoruz. Aramızdaki anlaşmaya göre sizleri korumamız gerekiyor, fakat şimdi bu bizim gücümüzü aşıyor. Bu sebeple sizden aldıklarımızı geri veriyoruz. Eğer gâlip gelirsek anlaşmamızın şartları gereği kendimizi sizi korumaya mecbur sayacağız.” 

Bu emir doğrultusunda devlet hazinesinden yüklü miktarlarda ödemeler yapıldı. Hıristiyanlar, Müslümanların reisleri için dua etmişlerdi ve dualarında şöyle diyorlardı: 

“Allah size, bizi tekrar yönetmeyi nasip etsin ve sizi Romalılar üzerine muzaffer kılsın; sizin yerinizde onlar olsaydı, bize hiçbir şeyi geri vermezlerdi, bilakis elimizde kalanları da alırlardı.” 

Yukarıda ifade edildiği gibi cizye, gücü kuvveti olan erkeklerden, Müslüman olmaları durumunda yapmaları gereken askerliğin yerine isteniyordu; herhangi bir Hıristiyanın Islâm ordusunda görev alması durumunda bu vergiyi ödemekten muaf tutulması ise son derece dikkat çekici bir hadisedir. Antakya çevresinde yaşayan Hıristiyan Cerâcime halkıyla kararlaştırılan durum da buna benziyordu. Yapılan antlaşmaya göre onlar Müslümanların yardımcıları, gözcüleri ve cephanecileri olacaklar, bunun karşılığında kendilerinden cizye alınmayacak ve Müslümanlarla birlikte savaştıklarında ganimetten pay alacaklardı.  

Arapların muzaffer orduları hicretin 22. yılında kuzeye İran sınırlarına dayandığı zaman, bir sınır kabilesiyle benzer bir anlaşma yapılmıştı. Bu kabile askerî destek karşılığı olarak cizyeden muaf tutulmuştu. 

İslam Toplumu içinde Hristiyanlar

Özellikle şehirlerde can ve mal güvenliği ve dinî düşünce serbestiyeti içinde yaşayan Hıristiyan topluluğu, halifeler devrinde gittikçe artan bir müreffeh hayatın hazzını yaşıyorlardı. [33]

Hıristiyanların sarayda yüksek mevkilerde bulunmaları sık rastlanan bir durumdu. Dımeşk’te St. John’un babası halife Abdülmelik’in (685-705) danışmanlığını yapıyordu. [34]

Abdülmelik, Edessa’lı Hıristiyan bilgin Athanasius’u kardeşi Abdülaziz’e özel hoca olarak tayin etmişti. Athanasius, talebesi Mısır’a vali olduğu zaman onunla beraber gitmiş ve orada büyük servet edinmişti. Anlatılanlara göre 4000 kölesi, köyleri, evleri, bahçeleri “nehirde kum, onda para” denecek kadar çok sayıda altın ve gümüşü olmuştu.  [35]

Abbasi hükümdarı Mû’temid’in saltanatı sırasında (870-892) Anbar valisi olan Ömer b. Yusuf bir Hıristiyandı.  Kardeşi Mû’tezid’in yönetimi esnasında (892-902) imparatorluğun fiiliyattaki sultanı konumunda olan Muvaffak, ordunun yönetimini İsrail adında bir Hıristiyan’a emanet etmişti. Oğlu Mu’temid’in yardımcılarından birisi de Mâlik b. elVelîd isminde bir Hıristiyandı. Daha sonraki dönemde, Muktedir’in (908-932) zamanında harbiye dairesinin başında bir Hıristiyan bulunuyordu. [36]

Özellikle hekim olarak çalışan Hıristiyanlar, genellikle büyük servetler elde ediyorlar ve ileri gelen aileler arasında itibar sahibi oluyorlardı. Halife Harun Reşid’in hususi doktoru olan Cebrail de Nasturî Hıristiyanlarından olup, halifenin hizmetinde bulunmasının karşılığında yılda 280.000 dirhem tahsisata ilave olarak, şahsî mülklerinden de yılda 800.000 dirhem kazancı vardı. [37]

Ticarette ve esnaflıkta Hıristiyanlar kayda değer miktarlarda bolluğa ulaşmışlardı. [38]

Müslüman yönetimin oluşmasıyla Hıristiyan Kilisesinin gelişmesinin engellenmesi şöyle dursun, Nasturi tarihi, Müslümanların tebası olmalarından dolayı dinî Hayatlarında kayda değer ilerleme gösterip bu durumlarından güç aldıklarını göstermektedir. Bu mezhep mensuplarının büyük çoğunluğu Pers kisralarının hükümran olduğu bölgelerde bulunuyor ve bazen iltifat, bazen de baskı görüyorlardı. Fakat halifelerin idaresi altında, memleketlerinde yaşamış oldukları emniyet, memleketlerini aşan gayretli misyonerlik faaliyetlerini yürütmelerine imkân vermişti. Çin ve Hindistan’a gönderilen misyonerlerin çalışmaları sayesinde bu iki ülke, sekizinci yüzyılda başpiskoposluk payesine lâyık görülmüştü. Aynı döneme rastlayan yıllarda Mısır’da önemli yerler edinmişler, daha sonra Hıristiyanlığı Asya kıtasına yaymışlardı. Öyle ki on birinci asra gelindiğinde Tatarlar arasından bir çok insanı kendi dinlerine bağlamışlardı. [39]

İslam’a Geçişte Zorlama

İslâm’ın ilk dönemlerinde Hıristiyan tebaya gösterilen bu hürriyetçi tavır göz önüne alındığında, din değiştirmede kılıç gücünün etkin olduğu yönündeki yaygın varsayımın pek de tatmin edici olmadığı görülmektedir. [40]

Birçok Hıristiyan ilahiyatçı, o dönemdeki Doğu Kilisesinin ahlâkî ve ruhî açıdan bozulmuş durumunun, çoğu kimseyi kalben uzaklaştırdığını ve kendilerine yepyeni bir şevk içinde ulaşan İslâm inancında daha sağlam bir manevî hava aramaya sevk ettiğini düşünmektedir.  

Mesela, Dean Milman şöyle demektedir: 

“İslâm’ın yayılmasına ilk başlarda maruz kalan bölgelerdeki Hıristiyan dünyasının hâli nasıldı? Mezhep mezhebe karşıydı, din adamları anlaşılması çok güç kelâmî konularda birbirlerine girmişlerdi. Ortodokslar, Nasturîler, Eutychianlar, Yâkubîler bitmez tükenmez bir husumetle birbirlerine zulmediyorlardı. Müşterek Hıristiyanlığın müdafaası için birleşecekleri yerde, bunlardan bir çoğu rakiplerini dinsizlerin boyunduruğu altında görmek isteyecek derecede birbirlerine diş biliyorlardı. Bezginlik ve şaşkınlık içinde olan binlerce kimse, bu sonsuz ve bertaraf edilemez zihin karışıklığından kaçarak, Muhammed’in peygamberlik vazifesini kabulle, basit ve makul bir Kutsî Vahdaniyet hakikatine sığınmıştı.” 

 

Benzer bir şekilde Caetani, İslâm’ın Doğu Kiliselerine mensup Hıristiyanlar arasında yayılmasını, Helenistik anlayış tarafından Hıristiyanlığa mahirâne bir şekilde sokulan iman ve itikada gösterilen şiddetli bir tepki olarak görmektedir: 

“Zira net ve basit mefhumlardan hoşlanan Doğu için Helen kültürü, dinî noktayı nazardan bir talihsizlikti. Çünkü bu kültür, İsa’nın yüce ve basit öğretilerini, şüphe ve tereddütlerle dolu anlaşılmaz dogmalar içeren tüyler ürpertici bir itikadî anlayışa dönüştürmüştü. Bunlar derin bir ümitsizlik hissiyatı üreterek sona ermiş ve dinî inancı temelden sarsmıştır. Bu sarsılma öyle bir boyutta olmuştur ki sonunda, çölden birdenbire ortaya çıkan yeni vahyin haberlerinin zuhur etmesiyle, içteki fikir ayrılıklarıyla parça parça olmuş, temel dogmaları sarsılmış olan Hıristiyanlığın, artık yeni dinin câzibesine karşı koyacak hâli yoktu. Üstelik bu yeni din tek bir hamleyle bütün şüpheleri silip atmış ve basit, anlaşılır, çürütülmesi mümkün olmayan doktrinlerin yanı sıra maddî imkânlar da sunmaktaydı. Doğu o zaman İsa’yı terk etmiş ve Arap Peygamberinin kollarına atılmıştı.” 

Bu konuda Canon Taylor da şöyle demektedir: 

“Reformdan geçmiş yeni Museviliğin Afrika ve Asya da niçin bu kadar çabuk yayıldığım anlamak kolaydır. Suriyeli ve Afrikalı ilahiyatçılar İsa dininin yerine anlaşılması güç, muğlak dogmalar koymuşlardı: Devrin ahlâksızlıklarıyla mücadele etmek için ‘evlenmeme yemini’nin fazileti ve bâkireliğin meleklere yaraşır safiyet olduğunu ileri sürüyorlardı; kutsallığa giden yol dünyadan eletek çekmeyle olurdu; yıkanmamak, ruhban kutsallığının belirgin özelliğiydi I vaftiz suyunun üzerine su alınmamalıydı!. Halk, bir sürü şehid, aziz ve melek ordusuna tapan müşrikler gibiydi. Yüksek tabaka erkeksi davranışlardan uzaklaşmış ve bozulmuş, orta sınıf vergi altında ezilmiş,  kölelerin ise mevcut durumdan ve gelecekten ümidi kalmamıştı. Sanki Allah’ın süpürgesini kullanıyormuşçasına İslâm, bu bozulmuşluk ve hurafeler yığınını silip atmıştı. O (İslâm), boş kelâmî tartışmalara karşı bir kıyamdı; ‘evlenmeme yemini’nin takva tacı olarak yüceltilmesine karşı iradeli bir karşı koyuştu. O temel din esaslarını gün yüzüne çıkarmıştı. Bunlar Allah’ın birliği ve azametiydi. O (Allah) âdil ve rahim olandı. O, iradesine itaat, teslimiyet ve iman istiyordu. İslâm dini insanın sorumlu olduğunu, gelecek bir hayatın olduğunu, hesap gününü ve kötülük yapanlara şiddetli azabın olduğunu ilan ediyordu. Namazı, zekatı orucu ve sadakayı vurguluyordu Gerçek ve içten olmayan faziletleri, din adına yapılan hile ve hafiflikleri, ahlâkdışı sapık düşünceleri ve kelime oyunlarıyla örülü dinî tartışmaları silip atmıştı. Kurnazlığın yerine mertliği getirmişti. Kölelere ümit, insanlığa kardeşlik duyguları aşıladı ve insan tabiatının temel hakikatlerini tasdik etti.” 

Hicrî ikinci asırdan beşinci asra kadar İslâm ilahiyat düşüncesini çok fazla etkileyen akılcılık cereyanı, Hıristiyan düşünürleri de etkilemiş ve o zamanların yaygın olan “Mümkün olmadığı için inanıyorum” teolojisine ve bu anlayışın var olduğu dinden dönüşü mümkün kılmıştır. Hicrî dördüncü asırda yaşayan Müslüman bir yazarın, Kıptî bir Hıristiyan ile yaptığı konuşmayı bizler için kaleme alıp muhafaza etmesi, Doğu Kiliselerine mensup olanların o dönemde hangi genel anlayışta olduklarına bir misal teşkil etmektedir: 

“Hıristiyanlığın gerçek olduğuna delilim şudur: Onun bırbiriyle çelişen öğretileri ve birbirinin hükmünü yıkan emirleri tutarsız ve tezatlıkl arıyla akıl ve mantığa ters gelmektedir. Hiçbir tefekkür tarzı onları kuvvetlendirmiyor ve hiçbir tartışma onları ispat etmiyor; ne kadar düşünüp incelersek inceleyelim, ne akıl ne de duyular onları desteklemede bize delil sağlamıyor. Bununla birlikte, birçok millet ile beraber bilgili ve sağlam hükümler çıkarabilen güçlü kralların Hıristiyanlık dinine bağlandıklarını gördüm. Buradan vardığım sonuç şudur: Eğer onlar bahsedilen bütün çelişkilerine rağmen onu kabul ediyorlarsa, bunun sebebi işaret ve mucize şeklinde elde ettikleri delillerin, kendilerini Hıristiyanlığa bağlanmaya mecbur kılmasındandır.” 

Diğer taraftan, devrin akılcı eğilimlerinin etkisi altında Hıristiyanlıktan İslâm’a geçenlerin, Müslüman dinî anlayışının Mûtezile usulündeki takdiminde iki dinde de müşterek pek çok husus buldukları unutulmamalıdır. Öyle ki inanç esasları ve birçok ilahiyat meseleleri karşısında kültürlü kimselerin tavrı göz önüne alındığında, geçişler farz edildiği gibi zorlama ve şiddetle vukua gelmemiştir.

Hz. Peygamberin tebliğ ettiği din hakkında çok az bilgiye sahip olanların bile açıkça anladığı esas hükümler yanında, Emevi halifelerinin idaresindeki Şam’da ve sonraki devirlerde Hıristiyan ve Müslüman ilahiyatçılar arasında gelişen yakın ve doğrudan ilişkiler neticesinde birçok ortak bakış açıları vardı. 

Yerli Hıristiyan nüfusa yönelik daha sert muamelenin başlangıcı Harun Reşid (786-809) devrine dayanmaktadır. İslâm idaresi altında yaşayan Hıristiyanların çekmiş oldukları sıkıntılar, genellikle Hıristiyan devletlerin Müslüman yöneticilere karşı besledikleri kötü niyetten ileri gelmiştir. Bahsi geçen bu olayda da Bizans İmparatoru Nicephorus’un ihaneti, Hıristiyan adının Harun Reşîd’in nazarında menfur görülmesine sebep olmuştur.  İslâm memleketlerinde Hristıyanların gördükleri zulümlerin çoğu, yerli Hıristiyanların yabancı Hıristiyanlarla veya İslâm düşmanlarıyla işbirliği İçerisinde çevirdikleri entrikalarda ya da Müslümanlara karşı girişilen zalimane ve gaddarca muameleler sebebiyle ortaya çıkan kötü izlenimde aranmalıdır. 

Gayrimüslimleri baskı altında tutmaya yönelik mutaassıp bir zümrenin koyduğu kurallar, elbette mülkî idarenin uygulamaları için bir ölçü olarak alınamaz. Bu hakikat ortadayken, bazı Müslüman hukukçuların yorumlarını değişmez bir uygulama gibi kabul eden yazarlar, Hıristiyanların çektiği sıkıntıları abartılı bir şekilde tasvir etmişlerdir. Böylesi zorbalıkların patlak vermesinde, yüksek idari mevkileri ellerinde tutan Hıristiyanların resmî hüviyetlerini kötüye kullanmalarının büyük payı görünmektedir. Bunlar, Müslümanlara yaptıkları baskılar sebebiyle kendilerine yönelik kayda değer bir husumet hissi uyandırmışlardır. 

Fethedilen memleketlerdeki halkın durumunun zorlaşması hâlinde sıkıntılarından kurtulmak için “La ilahe illallah, Muhammedu’r Rasûlullah = Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed, O’nun elçisidir.” sözlerini söylemenin cazibesi daha karşı konulmaz oluyordu. Devletin paraya ihtiyacı bulunduğu zaman teba durumundaki toplulukların vergi yükü ağırlaştıkça ağırlaşıyordu. Durum böyle olunca gayrimüslimlerin durumu dayanılmaz hâl alıyor ve İslâm dinine geçişler de aynı oranda artıyordu.  

Fakat gayrimüslimleri zorla İslâm dinini kabul ettirmeye yönelik organize teşebbüslere veya Hıristiyanlığı ortadan kaldırmak için sistemli bir mezalime dair hiçbir kayda rastlamıyoruz. Halifeler bu iki yoldan birini yapmayı kararlaştırmış olsalardı, Ferdinand ve Isabella’nın Müslümanları İspanya’dan kovması veya XIV. Louis’nin Protestanlığı Fransa’da suç sayması ya da Yahudilerin 350 yıl İngiltere’den uzak tutulması kadar kolay bir şekilde Hıristiyanlığın kökünü kurutabilirlerdi. 

İslâm fetihleri sırasında Batı Asya’daki Doğu Kilisesi mensubu 150.000 kadar Nasturi hayatını devam ettirmekteydi.  Şayet diğer kilise mensuplarının onları dinlerinden vazgeçirme çabaları olmamış olsaydı bugün sayıları daha çok olurdu. Roma Kilisesine katılan Keldanilerin sayısı 70.000’i bulmaktadır; 1898 yılında Nasturi Piskoposu Mar Jonan, yanında birkaç din adamı ve 15.000 Nasturiyle beraber Ortodoks Rus Kilisesine katıldı; çok sayıda Nasturi de Protestan oldu.  Antakya Yakubî Patriği, bu eski kilisenin yaklaşık 80.000’in üzerindeki bağlısının ruhanî reisliğini yaparken, Uniat Yâkubîlerinden 25.000 aile de Suriye Katolik Patriğine tâbiydi.  Rum Ortodoks Kilisesine mensup 28.836 aile Antakya Patrikliği ve 15.000 kadarı da Kudüs Patrikliğinin ruhanî idaresi altında bulunmaktadır.  Melkâîler ya da Yunan-Katolikleri sayıca yaklaşık 130.000’i bulmaktadır.  1182 yılından bu yana Roma Katolik Kilisesi ile birleşik bir hâlde bulunan Marunî Kilisesi 300.000 kişilik bir cemaate sahiptir. 

Tecrit hayatı yaşayan ve dağınık halde bulunan bu toplulukların bu kadar uzun süre hayatta kalabilmiş olmaları gerçekten hayrete mûcibtir.  Çünkü bunlar, Türklerin, Moğolların ve Haçlıların asırlarca at koşturduğu topraklarda, savaşla gelen yıkımlara, veba salgını ve kıtlığa maruz kalmışlardır. 

İslâm dinine geçiş konusunun ayrıntıları hakkında çok az Yunan-Katolikleri sayıca yaklaşık 130.000’i bulmaktadır. 1182 yılından bu yana Roma Katolik Kilisesi ile birleşik bir hâlde bulunan Marunî Kilisesi 300.000 kişilik bir cemaate sahiptir. 

Tecrit hayatı yaşayan ve dağınık halde bulunan bu toplulukların bu kadar uzun süre hayatta kalabilmiş olmaları gerçekten hayrete mûcibtir. Çünkü bunlar, Türklerin, Moğolların ve Haçlıların asırlarca at koşturduğu topraklarda, savaşla gelen yıkımlara, veba salgını ve kıtlığa maruz kalmışlardır.  

Ülkelerinin Araplar taralından ilk defa alınması sırasında Hıristiyanların kitleler hâlinde İslâm’a geçtikleri anlaşılıyor. Mesela Irak’ta meydana gelen ilk din değiştirerek İslâm’a girenlerin boyutu hakkında, Ömer zamanında vergi gelirlerinin 100 ila 120 milyon dinar arasında olması bize bir fikir verebilir. Bu vergi geliri Abdülmelik zamanında, yani yaklaşık elli yıl sonra kırk milyona gerilemiştir: Gelirdeki bu düşüş büyük oranda savaşların ve isyanların yol açtığı felaketlere bağlanırken, esasında başlıca sebep, nüfusun büyük çoğunluğunun Müslüman olması ve netice olarak artık cizyenin bunlardan alınamayışıydı. Aynı dönemde, çok sayıdaki Horasanlı Hıristiyan’ın dinlerini değiştirerek İslâm’a geçtikleri görülmüştür. 

Bu bilgiyi o dönemde vaizlik yapan Nasturî Patriği III. İshoyabh’ın, Pers Başpiskoposu Simeon’a hitaben yazdığı bir mektuptan öğreniyoruz. Bu mektup, yeni dinin barışçı bir yolla yayıldığına dair çarpıcı bir şahadet niteliği taşımaktadır: 

“Oğulların nerede? Ey oğulları elinden alınmış baba? Gözünde ne kılıç, ne ateş, ne de şiddet olan ve sadece mallarının yarı kısmının tutkusu ile câzibeye kapılan Merv’in o yüce halkı nerede? Akılsızlar gibi doğru yoldan sapıp tepe taklak imansızlık çukuruna gittiler. Sonsuz yıkıma ve bütün bütün yokluğa sürüklenirken sadece iki rahip yanan ağaçtan koparılan kamgalar gibi yiyip bitirici küfür ateşinden kaçtılar. Yazık! Yazık! Hıristiyan adını taşıyan binlerce kişiden hakiki din için kanını akıtarak Tanrı’ya tek bir kurban bile verilmedi... Ve Araplar, içinde bulunduğumuz bu zamanda Tanrı’nın dünya imparatorluğunu bahşettiği Araplar! Bak da gör, onlar şimdi aramızda bulunuyorlar. Onlar Hıristiyanlığa saldırmıyorlar; aksine dinimize, rahiplerimize ve azizlerimize hürmet gösteriyorlar, hem de kilise ve manastırlara bazı faydalarda bulunuyorlar. O halde Merv halkı niçin Araplar için kendi dinlerini terk etti? Hem de, Merv halkının kendi ifadelerine göre, Araplar dinlerini terke zorlamamış ve mallarının bir kısmım vermeleri hâlinde onları emniyet içinde ve iffetlerini muhafaza eder bir vaziyette tutmak için çile çekerken bu hâllerin yaşanması nedendir?”  

Ömer b. Abdülaziz’in (717-720) hilâfeti dönemi çok çaplı ihtida hareketleriyle özellikle dikkat çekmektedir: Bu halife, İslâm’ın tebliğinde gayretli bir hareketi organize etmişti. Fethedilen yerlerin halkının İslâm’ı kabul etmeleri için teşvik edici her çareye baş vuruluyordu. Hatta hibe olarak para bile dağıtılmıştı. Valilerine, zimmet ehlini İslâm dinine davet konusunda talimat vermişti. Bu çerçevede Horasan valisi Cerrah b. Abdullah’ın 4000 kişinin Müslüman oluşuna vesile olduğu ifade edilmektedir.  Bizans İmparatoru III. Leo’ya, İslâm dinine dâvet için mektup gönderdiği dahi belirtilmektedir. Vali, toprak sahibi Müslümanlardan alınan haraç vergisini kaldırdı; yerine çok daha hafif olan, mahsûl vergisi olan öşürü koydu. Bu tedbirler malî bakımdan rahatsızlık uyandırdıysa da, takva sahibi halifenin arzuladığı doğrultuda ziyadesiyle başarı getirdi ve çok sayıda insan Müslümanların safına geçmek için âdeta yarıştı. 

Ancak, bu tür dünyalık hesaplar, Hıristiyanların, Müslüman olmaları için işleyen tek etkileyici unsur değildi. Aynı dönemde yaşayan Şamlı St. John’ın dinî tartışmalara dair eserindeki iddiaları, gayretli Müslümanların, Hıristiyanlığın temellerini sarsma çabalarını ima etmektedir. Kullandığı üslup ve “Eğer Saracen” sana sorarsa, ...” “Eğer Saracen derse, ... o zaman ona şöyle cevap ver” şeklindeki ibarelerin sıkça kullanılması, diyaloglara doğru olduğu intibaı vermekte ve Hıristiyanlara, Müslüman komşularının Hıristiyanlık inancına karşı getirdikleri sayısız itiraza verilecek hazırlanmış cevapları tertiplediklerini göstermektedir.  

Piskopos şöyle demektedir: “Muhaliflerimizin düşünceleri ve bütün arzulan ‘Allah’ın Kelimesi’nin kudsiyetini inkâr etmeye yöneliktir ve bunu başarmak için ellerinden geleni yaparlar.”    Nasturî Başpiskoposu Timotlıeus, halifelerden Hâdî ve Harun Reşid’in huzurunda dinî konularda müzakereler düzenlermiş.  

Anlaşılmaktadır ki, İslâm dinini kabul edenlerde aranan özelliğin bir menfaat peşinde olmaksızın gerçekten inandığı İçin İslâm’ı seçmesidir. Yine aynı kayıtlardan anlaşılmaktadır ki, şahsî hesaplar ve dünya manfaatlerini elde etmek maksadıyla din değiştirmelerin tesbiti, halifenin şiddetli tenkidine sebep olmaktadır. 

Me’mûn, İslâm’ı yaymak için büyük gayretlerde bulunmuş, devletinin sınırları dahilindeki Maveraünnehir ve Fergana gibi en uzak bölgelerde yaşayan gayrimüslimlere bile dâvet mektupları göndermişti.  Fakat iktidar gücünü kötüye kullanarak, kendi dinini zorla kabul ettirmeye çalışmamıştır: Mani dininin reislerinden Yezdanbaht adında biri, ziyaret maksadıyla geldiği Bağdat’ta  fıkıh âlimleriyle ilmi tartışmalara girip kesin olarak susturulunca, halife onu Islâm’ı kabul etmesi için ikna etmeye çalışmıştır. Fakat Yezdanbaht, teklifi kabul etmeyerek şöyle demiştir: “Ey mü’minlerin emîri! Sözlerinizi anladım, nasihatlarınızı da dinlendim. Ancak sen, insanları mensup oldukları dinleri bırakmaya zorlayamazsın.” Halife, bu husustaki başarısızlığına gücenmek bir yana, halktan mutaasıp bazılarının yapabilecekleri hakaretlere uğramaması için, dönüşünde beraberine bir muhafız vermiştir.

bottom of page