top of page

Hz. Peygamber Döneminde Fıkıh


Prof. Dr. Hayreddin Karaman'ın İslam Hukuk Tarihi (İz: 2016) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
 

Ferdî, ictimâî, siyasî herhangi bir hâdise, mesele ve problemin halli için önce Kur’ân-ı Kerîm, sonra da sünnete başvurulacağı Rasûlullah devrinden beri biliniyor ve bu tatbik ediliyordu. Bu iki kaynakta hüküm açık olarak bulunmazsa re’y içtihadına başvuruluyor, fakat varılan hüküm ilk fırsatta Hz. Peygambere arzedildiği için sünnet mâhiyetini alıyordu Halbuki sahâbe devrinde artık Rasûlullah yoktu. İctihad ile varılan hükümlerde ittifak edilebildiği kadar ihtilâf da ediliyordu. 

Bu devrin, fıkıh açısından özelliklerini şu maddelerde özetlemek mümkündür:

  • İslâm ülkesinin sınırları genişlemeye ve nüfusu çeşitlenip artmaya, teşkilât ve medeniyeti gelişmeye başladığı için, Rasûlullah zamanında bulunmayan mesele ve hâdiseler ortaya çıkmış, sahâbe bunların hüküm ve çözümleri için ictihad yoluna başvurmuşlardır.

  • Daha sonraki devre nisbetle yeni meseleler ve bunlara bağlı hükümler çok değildir; çünkü sahâbe fukahâsı, yalnızca olan, gerçekleşen hâdise ve meselelerin üzerine eğilmişler, henüz olmamış bir hâdiseyi varsayarak onun hükmünü arama yoluna girmemişler, bunu boşuna vakit kaybı saymışlardır.

  • Bilhassa ilk dört halîfe zamanlarında fıkıh yönetime değil, yönetim fıkha uyuyor, fıkha göre yürütülüyordu. Halîfeler, sahâbenin âlimlerini yanlarından uzaklaştırmıyor, yeni hadiseleri danışma meclisine (şûrâya) getiriyor, gerektiği kadar tartışıp inceledikten sonra hükme bağlıyorlardı. Bu sebeple sahabe devrinde görüş ayrılığı yok denecek kadar azdır; halbuki daha sonraki devirde fıkıh yönetime uymaya, yönetime keyfilik ve zümre menfaati hâkim olmaya başlamış, danışma terkedilmiştir; bu sebeple de görüş farkları çoğalmaya ve derinleşmeye yüz tutmuştur.

  • Kitâb ve Sünnet’in gösterdiği ve ictihad ile şekillenen yol mânasındaki fıkıh bu devirde devletin anayasası mesabesinde idi, halk, yöneticileri serbestçe denetliyor, fıkha uymayan tasarrufları olursa buna karşı çıkıyorlardı. 


Prof. Dr. Ali Bakkal'ın İslam'da Fıkhi Mezhepler (Rağbet: 2012) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
 

Sahabenin İctihad Metodu

Hz. Peygamber döneminde ictihad etmeye yabancı olmayan sahabe, Hz. Peygamberin vefatından sonra da bu işe devam etti. Ancak ictihad etme bakımından sahabenin hepsi aynı seviyede olmadığı gibi, yeni olaylar karşısında ictihad etme bakımından da aynı şekilde davranmıyorlardı. Bazı sahabiler hüküm vermekten kaçınırken bazıları bunda bir sakınca görmezdi. 

Şura içtihadı

Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer ictihadlarını çoğunlukla istişare yoluyla yaparlardı. Bu iki halifenin sırf istişare için Medine’de tutup başka yerlere gitmelerine izin vermedikleri birer ictihad heyeti bulunuyordu Bazen Hz. Ömer sadece bu heyete danışmakla kalmaz daha büyük istişare heyetleri kurardı. Tabii olarak bu heyetlerin kararları etkili olur, muhalif fikirlerin yükselmesine ve aykırı görüşlerin toplumda problem çıkarmasına engel olurdu. Eğer ilk iki halifenin takip ettiği bu metot kurumsallaştırılabilseydi, daha sonra meydana gelen pek çok olayın meydana gelmeyeceği rahatlıkla söylenebileceği gibi, ictihad ve hukuk alanında da daha tutarlı neticeler alınabilirdi. Hz. Ömer zamanındaki uygulamalar bunun açık örneğidir. 

Kaynak olarak sırasıyla Kitap, Sünnet ve re’yi kullanmaları

Esasen bu husus Hz. Peygamber’in sahabeye öğrettiği bir metottu.  

Sahabeden re’y aleyhinde sözler de nakledilmiştir. Mesela Hz. Ömer bir hitabesinde müslümanlara şunları söylemiştir: 

“Ey müslümanlar! Biliniz ki, rey ashabı, sünnetin düşmanlarıdır. Hadisleri öğrenmek onları çok yormuş ve hadisleri anlamaktan aciz kalmışlardır. İnsanların soruları karşısında ‘bilmiyoruz’ demekten utandıkları için re’ylerini kullanarak Hz. Peygamber in sünnetine muhalefet etmişlerdir. Bu şekilde hem kendileri sapıtmış, hem de başkalarını dalalete sürüklemişlerdir. Allah’a yemin ederim ki, Allah onları reye ihtiyaç hissetmeyecek hale gelinceye kadar, Rasulünün ruhunu kabzetmemiş ve vahyin arkasını kesmemiştir. " 

Re’ye dayanarak verdikleri hükümleri Kitap ve Sünnet'e dayanarak verdikleri hükümlerden ayrı tutmaları

Sahabe, ietihad ve re’y yoluyla vardıkları hükümleri kesin telakki etmemiş, bunları Kitab ve Sünnet’e nisbet eylememiş; re ye dayanarak verdikleri hükümleri Kitab ve Sünnet’e dayanan hükümlerden ayırma konusunda titizlik göstermişlerdir. 

Hz. Ebu Bekir’e “kelale"nin ne demek olduğu sorulunca, “Ben bunu re'yimle cevaplandıracağım; eğer doğru ise Allah’tandır, hata ise benden ve şeytandandır. Re’yime göre kelale, bir kimsenin baba ve çocuk bırakmadan vefat etmesi yani mirasçıları arasında bunların bulunmamasıdır” demiştir. 

İbn Abbas “Kim yiyecek bir şey satın alırsa onu ele geçirmeden satmasın hadisini rivayet ettikten sonra “herşeyin böyle olduğunu zannediyorum’’ demiştir. 

İbn Mes’ud da mehir tayin edilmeden kendisiyle evlenilen ve zifaf gerçekleşmeden kocası vefat eden kadının mehri hakkında bir ay düşündükten sonra Hz. Ebu Bekir’in sözlerine benzer şekilde şöyle söylemiştir: [ix]

“Rey ve içtihadımı söylüyorum. Eğer doğru ise Allah tandır. Hata ise benden ve şeytandandır. Allah ve Rasulü bu hatadan beridirler.”

 

Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra'nın İslam'da Mezhepler Tarihi (Hisar: 1978) 
kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Burada belirtmeliyiz ki, re'yleri ile ictihad yapan sahabiler, re'ylerinin bir yol haline gelmesini ve re'y olarak uygulanmasını istiyorlardı; fakat bunun din gibi kabul edilmesini asla istemiyorlardı. Hz. Ömer (R.A.), bu durumu açıkça şu sözü ile belirtmiştir: 

«Ey insanlar, doğru görüş Allah'ın elçisinin reyidir. Çünkü Allah O'na gerçeği gösteriyordu. Bizim görüşümüz ise zandan ve tekliften ibarettir.» Ve şöyle ilave ediyordu «Sünnet (asıl yol), Allah'ın ve Resulünün koyduğu yoldur. Yanlış bir re'yi ümmet için Sünnet haline getirmeyin.» 

Sahabilerin hepsi, re'y'e başvurmakta eşit olmamakla beraber, Kur'an ve Hadis'te nass bulamayınca ictihad etmek zorunda kalmışlardır. Mesela; Ömer (R.A.), devlet başkanı olarak birçok hadiseleri halletmek için re'y'den kaçınmamıştır. Çünkü devlet işi yürüyecek ve meydana gelen yeni olaylar zamanında halledilecektir. 

Sahabilerden bazıları hadis rivayet etmekten çekinmişler, fakat görüşlerini ortaya atmaktan çekinmemişlerdir. Çünkü anlayışları doğru olursa dini bir hususu açıklamış olurlar; yanılmışlarsa hata kendilerine ait olup dinin özüne dokunmamış olurlar. Hadis rivayetinden çekinmelerinin bir sebebi de Peygamber (S.A.)'e söylemediği bir şeyi isnad etmek korkusudur. Çünkü bu konuda Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:

«Kim kasden bana yalan bir söz isnad ederse ateşte yerini hazırlasın». 

Re'y ile ictihad eden sahabiler, re'ylerine galip bir zan gözüyle bakıyorlardı. O, yanlış veya doğru olabilirdi. Sahabilere göre ona bizzat uymak gerekmiyordu. Fakat ekseri fakihler, sahabilerin re'ylerini takdir edip ona muhalefet etmediler. Bazıları ise ona muhalefet ettiler. Bazıları da sahabilerin bütün sözlerini nass olarak kabul ettiler.


Prof. Dr. Ali Bakkal'ın İslam'da Fıkhi Mezhepler (Rağbet: 2012) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
 

Sahabe Devrinde İhtilâf

İlk iki halife döneminde ictihad genellikle şura yoluyla oluyordu. Bu yüzden Ebu Bekir ve Ömer dönemlerinde fazla ihtilaf çıkmıyordu. İhtilaflı görüşler olsa bile şura neticesinde bunlar bire indiriliyor ve böylece uygulamada birlik sağlanıyordu.

Hz. Osman’ın halife olmasıyla birlikte sahabe gerek cihad ve gerekse tebliğ maksadıyla İslam ülkesinin belli başlı merkezlerine dağıldı; bu da şuraya dayanarak hüküm verme imkanını ortadan kaldırdı ve Sahabe arasında ihtilafların çoğalmasına sebep oldu. 

Sahabenin farklı görüşlere sahip olmalarının başlıca sebeplerini şu şekilde sıralamak mümkündür: 

Nasların tamamını bilememeleri

Sahabe müctehidleri hükme medar olan ayetleri genellikle bilirdi. Ancak hadislerin tamamını bilmiyorlardı. Medine’de iken dahi iş-güç sebebiyle Hz. Peygamberin her sözüne ve fiiline muttali olamıyorlardı. Bazı hadisler, kadınların özel halleri ve aile hukukuyla ilgili olması münasebetiyle, ancak Hz. Peygamberin hanımları veya ashabın hanımlarından Hz. Peygamber’e soru soranlar tarafından biliniyordu. Fetihler ve çeşitli vazifeler sebebiyle Medine’den uzakta bulunan bazı sahabiler ise günlük hayatla ilgili bazı hadislere dahi muttali olamamıştı. Bu yüzden müctehid sahabiler kendilerine bir soru sorulunca mümkün olduğu kadar naslara dayanarak hüküm vermeye çalışsalar da herhangi bir nassa rastlayamamaları halinde reyleriyle hüküm verirlerdi. Tabii olarak reye göre verilen bazı hükümler o konudaki hadislere aykırı olabiliyordu.

Hadisin mana yönünden sıhhati hakkında şüpheye düşmeleri

Bütün sahabiler Sünnetle amel etme konusunda ittifak halinde olmakla beraber sahabeden bazıları arkadaşlarından duydukları Sünnetle mutlak olarak amel etmek cihetine giderken, Hz. Ömer ve Hz. Aişe gibi bazı sahabiler arkadaşlarının rivayet ettikleri hadisleri Kuran’a, akla, gerçeklere arz eder, ancak bundan sonra kabul ederlerdi. Hz. Ömer ve Hz. Aişe’nin Kuran’a ve akla uymadığı gerekçesiyle reddettikleri pek çok hadis vardır.

Tespit hatası yapmaları

Said b. Cübeyr, İbn Abbas’a gelerek “Rasulüllah’ın ihrama giriş zamanı hakkında ashabın çeşitli sözler söylemesine şaştım kaldım” demesi üzerine İbn Abbas şu cevabı vermiştir: 

“Ben bunu herkesten iyi biliyorum. Rasulüllah bir kere haccetmiştir; onların ihtilafı da buradan geliyor. Rasulüllah hac niyetiyle çıktı, Zü'l-Huleyfe mescidinde iki rek’at namaz kılınca hemen orada hacca niyetle telbiye getirdi ve bunu orada bulunanlar işitip belledi. Sonra devesine bindi ve deve hareket edince yine aynı şeyi yaptı. Bu sırada gelen bazı kimseler de bunu görüp işittiler; çünkü insanlar, şuradan buradan gruplar halinde geliyorlardı. Sonra Rasulüllah yoluna devam etti. Beyda’nın zirvesine çıkınca yine telbiye okudu. Bazı gruplar da buna yetişip bunu öğrendiler ve “Beyda'nın tepesine çıkınca telbiye okudu” diyorlar. Allah a yemin ederim ki O, namaz kıldığı yerde, devesi kalkıp hareket edince ve Beyda tepesine çıkınca telbiye okumuştur.”

Yanılma veya unutmaları

İbn Ömer, Hz. Peygamber’in Recep ayında bir umre yaptığını söylüyordu. Hz. Aişe bunu duyunca “yanılmış” dedi.

Yine İbn Ömer’in Rasulüllah'tan “Ölü, ailesinin kendisi için ağlamaları yüzünden azap çeker” hadisini rivayet ettiğini duyunca Hz. Aişc şöyle demiştir. “O. hadisi tam olarak alıp anlayamamış; Rasulüllah ölmüş bir yahudi kadına rastladı, yakınları ağlaşıyordu, bu durum üze-rine şöyle dedi: O kabrinde azap çekiyor, bunlar da ona ağlaşıyorlar. Yani Hz. Peygamber sadece bir gerçeği dile getirmiş ve tablonun ibretlik bir durum teşkil ettiğine işaret etmiştir. 

İdrak ve kavrayış farklılığı

Şüphesiz idrak ve kavrayış bakımından sahabenin hepsi aynı seviyede değildi. Bu farklılık bazı durumlarda nasların da farklı anlaşılmasına sebep oluyordu. Mesela, Hz. Ebu Bekir halife olunca bazı kabilelerin zekat vermeyi kabul etmemeleri üzerine onlara karşı savaş açmaya karar vermişti. Hz. Ömer, Rasulüllah’ın Allah’tan başka tanrı yoktur', deyinceye kadar insanlarla savaşmak bana emrolundu; kim ‘Allah’tan başka tanrı yoktur’ derse -bu sözün veya İslam’ın hakkı müstesna can ve malını benden kurtarmış olur, artık onun (samimiyetinin) muhasebesi Allah’a aittir" buyurduğunu ileri sürmüş ve “bunu söyleyen insanlarla nasıl savaşırsın?” demişti. Hz. Ebu Bekir ' Vallahi namazla zekatı birbirinden ayıranlara karşı savaşırım-, zekat da malın hakkıdır. Vallahi Rasulüllah’a verdikleri bir deve yularını dahi bana vermekten imtina etseler bu yüzden onlarla savaşırım cevabını verdi. Bunun üzerin Hz. Ömer şöyle demiştir. Vallahi bu iş şundan ibarettir ki, Allah onlarla savaşma hususunda Ebu Bekir'in zihnini açmış, ona doğruyu anlama imkanını bahşetmiştir ve ben de anladım ki onun dediği doğrudur.” 

Lafızcı veya gayeci yaklaşım farklılığı

Lafzın anlaşılması ve yorumlanması konusunda her zaman insanlar arasında lafızcı ve gayeci yaklaşım farklılığı vardır. Her ne kadar sahabe arasında bu iki yaklaşımı uç noktalara taşıyan kimseler olmasa da, nasların yorumunda bunlardan birine daha fazla ağırlık vermek gibi eğilimler vardı. 

Hz. Peygamber haccederken, Mina ve Mekke arasındaki Muhassab denilen çakıllı dere yolunda konaklamış ve bir müddet burada istirahat etmişlerdir. Ebu Hüreyre ile İbn Ömer bunu ibadet telakki ederek haccın sünnetlerinden saydılar. Bu lafızcı bir yaklaşımdı. Hz. Aişe ve İbn Abbas ise bunun tesadüfen yapılmış bir iş olduğu, dolayısıyla haccın sünnetlerinde dahil bulunmadığı kanaatindedirler. Bu anlayış da gayeci yaklaşımı temsil etmektedir. 

Yine bazı sahabiler tarafından sünnet kabul edilmesine mukabil İbn Abbas tavaf esnasında yapılan remelin, müşrikler “müslümanları Medine sıtması bitirmiş" demeleri sebebiyle onlara bir gösteriş olmak üzere -geçici olarak yapıldığı, haccın sünnetlerinden olmadığı kanaatindedir. 

Lafızların delaletleri konusundaki anlayış farklılığı

Mezheplerin farklı hükümlere ulaşması kaynak farklılığından ziyade lafızların delaletleri konusundaki farklı yaklaşımlardan kaynaklanmaktadır. Mezhepler arası ihtilaflar kadar geniş boyutlu olmasa da bazen sahabe arasında da lafızların delaletlerinde farklı anlayışlar oluyordu. 

İlleti farklı şekilde tespit etmeleri

Sahabe, her zaman nasları aynı illete bağlamıyorlardı. Mesela cenaze geçerken ayağa kalkmanın sebep ve illetinde ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, “melekleri tazim içindir, mümin ve kafire şamildir", bazıları “ölümün mehabeti sebebiyledir, binaenaleyh her ikisine de şamildir", demişlerdir. Hz. Hasan b. Ali ise şöyle demiştir: "Rasulüllah'ın önünden bir yahudi ölüsü geçiyordu. Başından yüksek bir seviyede geçmesini istemedikleri için kalktılar." Buna göre de cenaze geçerken ayağa kalkmak, yalnız Müslüman olmayanlara mahsus bir davranış olmaktadır. 

Sahabe müctehidleri mezkur sebeplerden dolayı fıkhi meselelerin bir kısmında ihtilaf etmiş olmakla birlikte halk grup grup bunlardan birine bağlanıp diğerini terk etmediği için bu devirde mezhepler doğmamıştır.  
 

 

Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra'nın İslam'da Mezhepler Tarihi (Hisar: 1978) 
kitabından kısaltılarak alınmıştır.

İhtilafın Faydası

İmam Şatibi, sahabilerin ihtilafını ümmet için bir rahmet olarak vasıflandırır ve şöyle der: [i]

“Sahabiler insanlara ictihad kapısını açtılar ve bu hususta ihtilafa düşmenin caiz olduğunu gösterdiler. Eğer onlar bu kapıyı açmasalardı müctehidler sıkışıp kalırlardı. Onlar arasındaki ihtilaf sebebiyle Allah ümmete genişlik verdi.”
 


Prof. Dr. Hayreddin Karaman'ın İslam Hukuk Tarihi (İz: 2016) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
 

Sahabe Döneminde Mezhep Var mıydı?

Sahâbe müctehidleri yukarda sıraladığımız sebeblerle, fikhî meselelerin bir kısmında ihtilâf etmiş olmakla beraber halk grup grup bunlardan birine bağlanıp diğerini terketmediği için bu devirde mezhepler doğmamıştır.
 

Prof. Dr. Tâhâ Câbir ei-Alvânî'nin İslâm Fıkhını Araştırma ve Kavrama Yöntemi (Koba: 1992)

adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Dört Halife Döneminin Hususiyetleri

Hz. Ebu Bekir Dönemi

Meymun b. Mihran, Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) şer’î hükümlere ulaşma metodunu şöyle özetlemektedir: 

“Hz. Ebu Bekir, kendisine bir dava geldiği zaman önce Allah’ın kitabına bakardı. Eğer onda aradığını bulabilirse, onun gereği ile hükmederdi. Allah’ın kitabında bulamaz ve o konuda Rasulullah’ın (s.a.) sünnetinde bir hüküm bulursa, bu kez onunla hükmederdi. Eğer bu ikisinde bulamaz ve çaresiz kalırsa çıkar, Müslümanlara sorar ve: “Bana şöyle şöyle bir mes'ele geldi. Bu konuda Raslllullah’tan (s.a.) gelen bir hüküm bileniniz var mı?” derdi. Eğer Rasulullah’ın sünnetinde bir çözüm bulamazsa, ashabın ileri gelenlerini toplar ve onlarla İstişare ederdi. Eğer onlar bir hüküm üzerinde görüş birliği (yani icma) ederlerse, onunla hükmederdi."

Hz. Ebu Bekir (r.a.), uygulamalar karşısında re’y ictihadında bulunmaktan kaçınmazdı. Bu bir nassın tefsiri veya delaleti hakkında olabileceği gibi sırf ictihadî bir konuda da olabilirdi. Birinci kısma örnek olarak şunu gösterebiliriz: 

"Kelale" nin ne olduğu sorulduğu zaman şöyle demiştir: “Bu konuda kendi re’yimi söylüyorum; eğer doğru ise Allah’tan, yanlış ise benden ve şeytandandır. Kelale, baba ve oğulun dışındaki varislerdir.”

 

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci'nin İslam Hukuk Tarihi (Arı Sanat: 2006) 
kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Hz. Ömer Dönemi

Hazret-i Ömer, Sahabe-i kiramın en fakih olanlarını Medine-i münevverede ikamete tabi tutmuş; her çeşit siyasi ve hukuki meselede bunların reylerine müracaat etmiştir. Böylece pek çok meselede Sahabe-i kiram arasında icma meydana gelmiştir. Sahabe-i kiramın icma’ etmediği hususlarda, halife kendi reyiyle hareket etmiştir. 

Hazret-i Ömer devrindeki hukuki mesai, bilhassa sünnetin tesbiti ve tefsiri hususunda cereyan etmiş; burada varılan hükümler, sonraki devirler için de esas ittihaz olunmuştur. Bu cihetle Hazret-i Ömer’in, İslam hukuk tarihinde'çok müstesna bir mevkii vardır. Hazret-i Ömer, usul-i fıkhın birçok kaidelerini tesbit etmiş, sünnetin tesbitine çalışmış; kendisinden bu yolda binlerce fetva naklolunmuştur. 

İlk zamanlar vilayetlere tayin edilen valiler, aynı zamanda kadı ve amil (vergi tahsildarı) idi. Sahabe devrinde, Hazret-i Ömer’in hilafeti sırasında idare ile adliye birbirinden ayrılmıştır. Vilayetlere, siyasetçilerden müstakil ve doğrudan merkeze bağlı kadılar tayin edilmeye başlanmıştır. Böylece valilerde, yalnızca siyasi ve askeri salahiyetler bırakılmıştır. Bu devirde, kadılar yüksek seciyeli ve ilim sahibi kimselerden tayin edilerek kendilerine yüksek tahsisatlar verilmiştir. Kadılann, bulundukları vilayetin valisine değil de doğrudan halifeye bağlı olması esası bu devirde barizleşmiştir.

Hazret-i Ömer, Şam valileri Ebû Ubeyde ve Muaviye’ye, sonra da Küfe ve Basra kadıları Ebû Mûsa ve Şüreyh’e İslam muhakeme usulünün esasını teşkil eden talimatname vasfında ikişer mektup göndermiştir. Bunlardan ilk ikisi kısa ve birbirinin aynı olup, idarecilere nasihatleri havidir. Ebû Mûsa ve Şüreyh’e yazılan mektuplar ise daha meşhur olduğu gibi, aynı zamanda daha uzun ve teknik muhtevalıdır. Birçok fıkıh kitabında ehemmiyetle bahsedilen bu mektuplar, dünyanın günümüze intikal etmiş ilk muhakeme usulü kanunu olarak görülebilir. Burada, usûl-i fıkh kaideleri de hülasa edilmektedir: 

“Sana arzedilen şer’t meselelerde, önce Kur’an-ı kerime bak! Burada cevabını bulamazsan, sünnet-i nebevide aral Burada da bulamazsan, kıyas yap! Sonradan başka bir hükmün daha doğru olduğunu anlarsan, buna dönmekten seni hiçbir şey alıkoymasın.”

Bu devirde mahkeme binası olmayıp davalar Hazret-i Peygamber zamanında olduğu gibi mescidlerin uygun bir köşesinde görülürdü. Hazret-i Ömer, her şehirde halkın rahatça müracaat edip fetva sorabileceği müftiler vazifelendirdi ve bunların maaşlarını beytülmalden karşıladı. Ali bin Ebi Talib, Osman bin Affan, Muaz bin Cebel, Abdurrahman bin Avf, Zeyd bin Sabit, Übeyy bin Ka’b, Ebû Hüreyre, Ebu’d Derda hazretleri, Hazret-i Ömer’in tayin ettiği müftilerin ileri gelenlerindendir. 

Prof. Dr. Tâhâ Câbir ei-Alvânî'nin İslâm Fıkhını Araştırma ve Kavrama Yöntemi (Koba: 1992)

adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Hz. Osman Dönemi

Hz. Osman'a halife olmak üzere bey'at edildiği zaman, Allah’ın Kitab'ı ve Rasulü'nün sünneti, kendinden önce geçen iki halifenin gidişatı üzere amel edeceğine dair verdiği söz üzere bey’at edilmişti. Hz. Ali’ye gelince, O Allah’ın Kitab'ı ve Rasulü'nün sünnetiyle amel edeceğine, sonra ilmi ve gücü ölçüsünde çalışacağına dair teminat vermeye hazır olduğunu belirtmişti. Hz. Osman ise, kayıtsız olarak kendinden önce geçen iki halifenin gidişatı üzere amel edeceğini açıklaması üzerine (halife seçim şurası başkanı) Abdurrahman b. Avf kendisine bey'at etmişti. 

Böylece üçüncü halife döneminde üçüncü bir kaynak daha ortaya çıkmış oluyordu. Bu iki büyük halifenin yani Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in takip etmiş oldukları siyaset ya da gidişatlarıydı. Bu Hz. Ali'nin kayıtsız olarak kabule yanaşmadığı bir şeydi. 

Halife Hz. Osman (r.a.), ne az ne de çok fetva verenlerdendi; bu konuda orta bir yol izledi. Muhtemelen bunun sebebi şuydu: Karşısına çıkan mes'elelerin büyük çoğunluğu hakkında ilk iki halifeye ait bir çözüm şekli bulunuyordu. Hz. Osman, bu gibi durumlarda onların görüşlerini tercih ediyor ve bizzat kendi fetva verme yoluna gitmiyordu. Buna rağmen O, yeri geldiğinde kendinden öncekilerin ictihad ettikleri gibi ictihad da ediyordu. 

Hz. Ali Dönemi

Hz. Ali (r.a.), insanlar içerisinde nassları anlama ve değerlendirmede, onları uygulamada, cüz'î mes'eleleri küllî esaslara dayandırma ve onlarla irtibatlandırmada vb. konularda Hz. Ömer’ e (r.a.) en çok benzeyen idi. Medineliler içerisinde hüküm vermede en isabetli kimse olarak kabul edilirdi. En çetin meseleleri dahi kolayca çözer ve bir sonuca bağlardı. Bizzat kendisi ilminden bahisle şöyle derdi: 

“Allah’a yemin ederim ki, hiçbir ayet inmemiştir ki, ben onun kimin hakkında, nerede ve ne üzerine indirilmiş olduğunu bilmeyeyim. Rabbim bana düşünen bir kafa, konuşan bir dil nasip etmiştir.”

O kendisine bir dava getirildiğinde, kendisinden bir fetva istendiğinde, önce Allah’ın Kitabı ile hükmederdi. Onun bu konudaki ilminin genişliğini az önceki sözünden öğrenmiş olduk. Sonra Rasulullah’ın (s.a.) sünnetiyle hükmederdi. Bu konuda ise mü'minlerin annesi Hz. Aişe, onun insanlar içerisinde sünneti en iyi bilen kimse olduğunu söylemektedir. 

Sonra re’y içtihadında bulunur ve kıyas yapar, bazen de kamu yararını dikkate alırdı. 
 


Prof. Dr. Hayreddin Karaman'ın İslam Hukuk Tarihi (İz: 2016) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
 

Sahabe Devrinde Hüküm ve İctihad Örnekleri

Sahâbe içtihadın kapısını açmış ve bunu teşvik etmiştir

  • Hz. Ömer, Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye gönderdiği mektupta onu anlayış, kıyas ve içtihada davet ve teşvik etmiştir.

  • Aynı halîfe Kadı Şureyh’a (v. 78/697) da şöyle demiştir “Kitaptan açıkça anlayabildiğinle hükmet, eğer kitabın tamamını bilmezsen Resûlullah’ın hükmettiği ile hükmet, bunun hepsini bilmezsen doğru yolda olan âlimlerin kazâlarıyle hükmet, bunların da hepsini bilmezsen re’yink ictihad eyle, âlim ve salih kişilerle de istişâre et.”

  • Sahabe içtihadını çok defa istişâre yoluyla yapmışlardır. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in, sırf istişâre (danışma) işi için Medine'den ayırmadıkları birer heyetleri vardı.

 

Zamanın ve hüküm mesnedlerinin (illet) değişmesi sebebiyle hükümleri de değiştirmişlerdir

  • Hz. Ebû Bekir zamanında, Hz. Ömer’in itirazı üzerine müellefe-i kuluba verilen tahsisat kesilmiştir. Çünkü artık İslâm’ın onlara ihtiyacı kalmamıştır.

  • Hz. Ömer’in hilâfetine kadar câmide, toplu olarak kılınmayan terâvih namazı, bu devrede farzlara karışması ihtimali ortadan kalktığı için cemâatle kılınmaya başlanmıştır.

 

Kitab ve sünnetin meşrû kıldığı, izin verdiği bazı hususları, kötü neticelerin önlenmesi için men etmişlerdir

  • Kur’ân-ı Kerim, ehl-i kitâb gayr-i müslim kadınlarla evlenmeye izin verdiği halde Hz. Ömer, Medâin valisi Huzeyfe’ye yazdığı bir mektupla bunu menetmiş ve “devam ederse Müslüman kadınlar kocasız kalır, bu onlar için felâket olur” demiştir.

  • Hz. Osman hilâfetinde Mina’da, namazı, seferi olmasına rağmen iki rekât değil, tam kılmış ve “Ey insanlar! Şüphesiz sünnet Rasûlüllah ile iki dostunun sünnetidir; fakat bu yıl anlayışı kıt, bilgisiz kimseler çok; onların bunu görüp namazı devamlı iki rekât kılmalarından korktum” demiştir.

  • Hz. Ömer devrinde Şam ve Irak fethedilince gaziler arâzinin beşte dördünün kendilerine dağıtılmasını istemiş, bu isteği ileri sürerken ganimet âyetine ve Hz. Peygamberin Hayber’deki tatbikatına dayanmışlardı.

  • Halîfe ise bu topraklar dağıtıldığı takdirde sonra gelenlere bir şey kalmayacağını ve o zaman da bu toprakların korunamayacağını ileri sürüyor, taksim yerine eski sahiplerinde kalmasını ve alınacak haraçtan âmmenin istifadesini istiyordu. İstişare sonunda halîfenin görüşü kabul edildi.

 

Sahâbe meşrû nizamı korumak ve hukuku muhâfaza etmek için bazı nasların zahirini terketmek yoluna gitmişlerdir

  • Hz. Ömer zamanına kadar bir defada yapılan üç boşama bir sayılırken bu devirde —sû-i istimâli önlemek için— üç sayılmıştır.

  • Hz. Ömer bir kıtlık yılında hırsızlıktan dolayı el kesme cezasını tatbik etmemiştir.

  • Hz. Ömer devrine kadar zanaatkârlar nezdinde zâyi olan eşya ödetilmezken, bundan sonra —zamanın ahlâkî durumu göz önüne alınarak— ödetilmiştir.

 

Sahâbe bazı hâdisleri Hz. Peygamber zamanında vuku bulanlara benzetmişler, daha önce benzeri geçmemiş bazı hükümleri ise “hayırlı, iyi ve maslahattır” diyerek benimsemişlerdir:

  • Kur’ân-ı Kerîm’in mushaf halinde toplanması, Hz. Osman devrinden itibaren cuma için dış ezan (minareden okunan ilk ezan) burada örnek olarak hatırlanabilir.

bottom of page