Müslümanların Tarihi
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi'nin Abdullah b. Abbas b. Abdulmuttalib maddesinden kısaltılarak alınmıştır.
Emevi Asrının I. Yarısında Şiilik (661-700)
Prof. Dr. Hasan Onat'ın Emeviler Devri Şii Hareketleri ve Günümüz Şiiliği (Diyanet:1993)
adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Şiilik Nedir?
Şia'nın ıstılah anlamını şöyle tespit etmek mümkündür: Şia, Ali b. Ebi Talib'in, Hz. Peygamber'den sonra nass ve tayinle halife olduğuna inanan, imametin kıyamete kadar onun Fatıma'dan olan soyundan çıkmayacağını ileri süren toplulukların müşterek adıdır.
Şiilik Ne Zaman Ortaya Çıktı?
Şia'yı Hz. Peygamber’in zamanından başlatmak tavrı, hemen bütün Şii müelliflerde vardır. Bu durum, Ali'nin Hz. Peygamber tarafından halife tayin edildiği fikrinin bir gereği olarak ortaya çıkmaktadır.
Acaba gerçekten ilk iki Şii müellifin dediği gibi, Hz. Peygamberin vefatından itibaren Ali'nin nass ve tayinle halife olduğuna inananlar var mıydı?
Ali b. Ebi Talib'in sağlığında hilafetin nass ve tayinle onun hakkı olduğuna inanan bir grubun varlığından söz etmek pek mümkün değildir. Çünkü, Hz. Ali’nin kendi ifadesiyle Ebu Bekir, Ömer ve Osman'a bey'at edenler, ona da bey'at etmişlerdir. Sıffin savaşı sonrası, vuku bulan Hakem Olayı’nda Ali'nin hilafetinin tartışma konusu edilmesi de imamet konusunda nass ve vasiyetin olmadığının açık bir delilidir. Ali'nin ölüm döşeğinde iken, "Senden sonra Hasan'a bey’at edelim mi" şeklindeki soruyu, "Siz bilirsiniz" tarzında cevaplandırması; Hasan'ın hilafeti Muaviye'ye devretmesi, imametle ilgili nass veya tayinden bahsetmenin pek imkân dahilinde olmadığını göstermektedir.
Tevvabun hareketi de Hüseyin'i Kufe'ye çağıran, daha sonra yanı başlarında öldürülmesine seyirci kalanların vicdanlarında hissettikleri suçluluk ve günahkarlık duygusunun sonucu umumiyetle ileri yaşlardaki kimselerden oluşan bir lider kadro ile gerçekleştirilmiştir. Bu sebepten Tevvabun'u, Mezhepler tarihi açısından fazla derinliği olmayan, öncelikle psiko-sosyal yönü ağır basan bir hareket olarak nitelendirebiliriz.
Muhtar es-Sakafi hareketi ise, Tevvabun gibi, Kerbela'nın intikamı adına Muhtar'ın liderliğinde ortaya çıkmıştır. Bunun Tevvabun'dan ayrıldığı tek bariz nokta, "Muhtar'ın bu iş için kendisini Muhammed b. el-Hanefiyye'nin görevlendirmiş olduğunu" iddia etmesidir. Hareket boyunca Muhammed b. el-Hanefiyye'nin imameti fikri söz konusu edilmemiştir.
İslam Mezhepleri El Kitabı'ndan (Grafiker: 2016) kısaltılarak alınmıştır.
E. Ruhi Fığlalı, Kerbela olayı ile ilgili olarak şu tespitlerde bulunmaktadır:
Tarihi olaylar göstermektedir ki, Şiilik, en erken Hz. Hüseyin’in Kerbela’da hunharca şehit edilişinden sonra, siyasi bir temayül olarak kamuoyu oluşturma açısından müsait bir zemine kavuşmaya başlamıştır; çünkü Hz. Hüseyin in şehit edildiği 680 yıllarına gelene kadar, İslam dünyasında yaşayan Müslümanlar, Haricilerin dışında ne Sünni ne de Şii idiler; onlar sadece Müslümandılar. İhtilaf, söz konusu şahısların hangisinin daha haklı olduğu meselesi etrafında cereyan ediyordu. En önemlisi, Şiilikten söz edebilmek için zaruri kavramlar olan nass, vasiyet ve imamet fikirleri henüz ortaya çıkmamış ve hatta bu fikirler, Hz. Hüseyin’in şehadetinden çok sonraları bile, belli bir zümrede henüz ıstılahı anlamı içinde doğmamıştı.
İlk Şii Fikirler
Bizim ulaştığımız sonuç, ilk Şii fikirlerin birinci hicri asrın sonlarına doğru, Muhammed b. el-Hanefiyye’nin ölümünden sonra (700), onun adı etrafındaki tartışmalarla birlikte tarih sahnesi çıktığı şeklinde olmuştur.
Tespitlerimize göre, birinci hicri asrın sonlarına kadar Ali’nin Fatıma’dan olan soyu etrafında herhangi bir Şii farklılaşma söz konusu değildir. Ne imametin nass ve tayin yoluyla olacağı şeklinde bir fikir vardır; ne de bu imamların masum oldukları fikri.
Bizim Özetimiz
Hz. Ali’den Sonra Gelişmeler
Hz. Peygamberin vefatından itibaren onun hilafetin onun akrabalarının hakkı olması gerektiğini savunan bir grup ortaya çıkmıştı. Doğal olarak bunların büyük bölümünü, Hz. Peygamberin kabilesi olan Haşimoğulları oluşturuyordu. Hz. Peygamberin akrabası olmayan ama bu görüşü destekleyen başkaları da varsa da bunların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Sahabenin büyük çoğunluğu ise hilafetin akrabalık yolu ile devam etmesi gerektiği fikrini desteklememişti.
Halifenin Hz. Peygamberin akrabası olması gerekenlerin tartışmasız adayı Hz. Ali idi. Kendisi de bu görüşün savunucusu durumundaydı ama ilk üç halife seçiminde aday olmasına rağmen seçilemedi. Dördüncü sırada halife oldu ama halife oluşu Hz. Peygamberin akrabası olmasından değil, halife olmaya en ehil kişi olarak görülmüş olmasındandı. Ne yazı ki birlik sağlanamadı ve Hz. Ali Hariciler tarafından şehid edildi.
Hz. Ali’nin vefatından sonra da hilafetin Hz. Peygamberin akrabalarında olması gerektiği görüşünü savunanlar olmaya devam etti ama artık birçok aday vardı:
-
Hüseyniler: Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’dan olan küçük oğlu Hz. Hüseyin’in çocuklarıydı. Hz. Hüseyin’in Yezid’e baş kaldırıp Kerbela’da şehid edilmiş olması bu kola büyük prestij kazandırdı. Tarih boyunca da Seyyidler olarak bilindiler
-
Hasaniler: Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’dan olan büyük oğlu Hz. Hasan’ın çocuklarıydı. Hz. Hasan Hz. Ali’den sonra 6 ay kadar halifelik yaptı ama Muaviye ile yaptığı mücadeleyi kaybederek hilafeti ona teslim etti. Tarih boyunca Şerifler olarak bilindiler
-
Hz. Ali’nin sonraki hanımından olan oğlu Muhammed Hanefi ve çocukları. Hz. Peygamberin kızı Hz. Fatıma’nın çocuğu olmadıkları için diğerleri kadar prestijli görülmeseler de kişisel karizmaları da eklenince zaman zaman tarih sahnesinde görüleceklerdir. Sonuçta onlar da Hz. Ali üzerinden Hz. Peygamberin akrabası oluyorlardı.
-
Abbasiler: Madem ki akrabalık yeterliydi Hz. Peygamberin amcası Abbas’ın çocukları akraba değiller miydi?
-
Hatta Hz. Ali’nin Mute savaşında şehid olan abisi Cafer’in çocukları…
Emevi Asrının I. Döneminde Önderler
Hüseyniler
-
Hz. Hüseyin (670-680)
-
Zeynel Abidin (680-713)
-
Hasaniler
-
Hz. Hasan (661,670)
-
Hasan el-Musenna (670-715)
-
Hanefiye Kolu
-
Muhammed b. Hanefiyye (670-700)
Abbasiler
-
İbn Abbas (619-687)
-
Ali (687-736)
-
Prof.Dr.İbrahim Sarıçam'ın Emevî - Hâşimî İlişkileri (Türkiye Diyanet Vakfı: 2015)
kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Haşimileri Siyasetten Uzak Durmaları
Kerbela hadisesinden sonra, Hz. Hüseyin'in torunlarından Zeyd b. Ali'nin 740 yılındaki ayaklanmasına kadar geçen yaklaşık yarım asırlık bir zaman zarfında bizzat Beni Haşim'in önderlik ettiği bir isyana rastlanmamaktadır. Abbasi propagandasının fiiliyata geçişi 747 yılına rastlar.
Bu elli yıllık dönemde Beni Haşim'e önderlik yapabilecek olan Ali b. Hüseyin, onun oğlu Muhammed Bakır ve Ca'fer es-Sadık'ın siyasetle ilgilenmediğini ve genelde Beni Ümeyye ile iyi ilişkiler içinde bulunduklarını ve bunların iktidarı rahatsız etmedikleri sürece de Emevilerin kendilerine iyi davrandığını görüyoruz. Öte yandan, çoğunun Kerbela'da öldürüldüğünü de burada hatırlamak yerinde olacaktır. Hz. Hasan'ın ve Hz. Hüseyin'in oğullarından hayatta kalan pek az şahsın, Kerbela olayından sonra yılgınlık içine düştüğünü de söyleyebiliriz.
Hz. Ali'nin diğer oğlu Muhammed b. Hanefiyye'nin ve onun oğlu Abdullah (Ebu Haşim)'ın da kendilerini imam tanıyan fırkalar bulunmakla birlikte, Beni Ümeyye'ye karşı fiili bir isyana teşebbüs ettikleri görülmemektedir. Muhammed b. Hanefiyye, Kerbela hadisesinden sonra Yezid’in daveti üzerine Şam'a gitti ve ondan hürmet ve ikram gördü. Muhammed b. Hanefiyye, Medinelilerin Harre Vak'ası'na yol açan isyanına da karşı çıktı; fakat sözünü dinletemedi. Mekke'ye, Abdullah b. Abbas'ın yanına gitti. Ancak Abdullah b. Zübeyr'i halife olarak tanımadı ve Abdülmelik b. Mervana biat etti. Muhammed b. Hanefiyye kan dökülmesinden ve fitneden hoşlanmayan bir karaktere sahipti. 700 yılındaki vefatına dek, tutumunu bu çizgide devam ettirdi.
İslam Mezhepleri Tarihi'nden (Anadolu Ünv.: 2010) kısaltılarak alınmıştır.
Hz. Hüseyin Kolu
Kerbela
Hz. Hüseyin ve ailesinin feci bir katliama maruz kalması, Şia’nın mezhep olarak teşekkül sürecine girmesinde son derece etkili olmuştur.
Burada özellikle belirtilmesi gereken husus, Kerbela olayında da nass görüşüne dair herhangi bir ize rastlanmamış olmasıdır. Ne Kufe Şiası’nın Hüseyin’e gönderdiği çağrı mektuplarında ne de Hüseyin’in cavabi mektuplarında bu hususa ilişkin bir açıklama bulunmamaktadır.
Prof.Dr. Mustafa Öz'ün İslam Mezhepler Tarihi (Ensar: 2012) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Ali b. Hüseyin Zeynülabidin
Hz. Hüseyin'in küçük oğlu Ali b. Hüseyin Zeynülabidin (İbadet edenlerin süsü anlamında Zeynülabidin) 659 yılında Medine'de doğmuştur. Annesi son İran hükümdarı Yezdicürd'in kızıdır. Kerbela vak'ası esnasına hasta olduğu için, babası savaşa katılmasına izin vermemiş, savaşın bitiminde çadırda hasta yatağında öldürülmek istenmişse de kurtarılarak, Hüseyin ailesinden sağ kalanlarla birlikte Şam'a Yezid'e gönderildi. Burada birkaç gün kaldıktan sonra Medine'ye dönmesine izin verildi.
Ali b. Hüseyin Zeynülabidin hayatı boyunca Medine'de kalmış, Mekkelilerin desteğini sağlayarak halifeliğini ilan etmek isteyen Abdullah b. Zübeyr'in hareketine katılmayı reddetmiş, hayatını ilimle meşgul olarak ve hiçbir siyasi harekete katılmadan sakin bir tarzda devam ettirmiş, 712 yılında vefat etmiş, Medine'de Baki mezarlığında defnedilmiştir.
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi'nin Hasan b. Hasan b. Ali maddesinden kısaltılarak alınmıştır.
Hz. Hasan Kolu
Hasan el-Müsenna (658-715)
Hz. Hasan’ın oğlu. Babası ile aynı adı taşıdığı için çoğunlukla Hasan el-Müsennâ diye anılır.
Kerbelâ Vak‘ası’nda (680) Hz. Hüseyin’in oğlu Ali el-Asgar’la birlikte katliamdan kurtulan Hasan esir edilip hanımı Fâtıma ile birlikte Kûfe’ye götürüldü. Malları iade edilerek Medine’de ikametlerine izin verildi. Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervân tarafından, Irak halkıyla iş birliği yaparak hilâfeti ele geçirmeye teşebbüs etmekle suçlanıp sürekli baskı altında tutuldu. Biat etmek için Dımaşk’a gitmesinden sonra Abdülmelik, Hicaz Valisine bir mektup göndererek onu rahat bırakmasını bildirdi.
Sünnî kaynaklarında, Ehl-i beyt’in ileri gelenlerinden olmasına rağmen Iraklı Şiîler’in yaptığı daveti reddettiği, hatta onlarla mücadeleyi Allah’a yaklaştırıcı bir amel olarak kabul ettiği, kendisine Resûlullah’ın neslinden olması dolayısıyla hürmet eden bir Râfizî’yi azarladığı, başka bir Râfizî’ye de, “Eğer Resûl-i Ekrem’e olan yakınlığımdan dolayı emirliğe daha lâyık olduğumu zannediyorsan yanılıyorsun. Çünkü onun için namaz, zekât, oruç gibi ibadetler emirlikten daha efdaldi” dediği, Ebû Bekir ve Ömer’e lânet okuyan Mugīre b. Saîd el-İclî’yi huzurundan kovduğu ve Hz. Peygamber’in, “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” hadisinde halifeliğin kastedilmediğini söylediği rivayet edilir.
Babasından kalan Medine’deki hurmalıkların yıllık gelirinden ihtiyacı kadarını alıp geri kalanını sadaka olarak dağıtan, pek az kimseyle görüşen, vaktinin çoğunu ibadetle geçiren Hasan İslâmiyet’i yaşamadaki hassasiyetiyle tanınmıştır.
715 yılında altmış yaşlarında Medine’de vefat etti.
Çocuklarından Abdullah, Hasan ve İbrâhim, Abbâsî Halifesi Mansûr tarafından isyan hazırlıkları içinde oldukları gerekçesiyle Hâşimiyye’de ömürlerinin sonuna kadar hapiste tutulmuşlardır.
Hasan’ın çocuklarından İbrâhim ve Dâvûd’un nesli Yemen’de İmâmîler ve Süleymânîler; Abdullah’ın nesli Kuzey Afrika’da Süleymânîler, İdrîsîler, Sa‘dîler, Filâlîler; Endülüs’te Hammûdîler; Gana’da Benî Sâlih; Mekke’de Benî Katâde, Benî Uhaydir ve Benî Füleyte adlarıyla hüküm sürmüş ve tarihte önemli rol oynamışlardır.
İslam Mezhepleri El Kitabı'ndan (Grafiker: 2016) kısaltılarak alınmıştır.
Hanefiye Kolu
Muhammed b. Hanefiyye (603-700)
Birinci hicri asrın ikinci yansında Muhammed b. el-Hanefıyye’nin adının ön plana çıkmış olması, Hz. Ali’nin soyu ile ilgili, özellikle Fatıma’nın çocuklan doğrultusunda ciddi bir karizmatik farklılaşmanın henüz mevcut olmadığını göstermektedir. Çünkü, Muhammed b. el-Hanefıyye’nin annesi Hz. Peygamber’in kızı Fatıma değildir. Şii gelenekte esas olan Ali’nin Fatıma’dan olan çocuklarından devam eden neslidir. Bu durum mevcut “Ehl-i Beyt” algısının da tarihsel akış içerisinde kendine özgü anlam örgüsünü nasıl kazandığını düşünmeyi gerektirmektedir.
Muhammed b. el-Hanefiyye ile ilgili olarak, onun sağlığında ona atfedilen ciddi karizmatik öğelerin var olduğunu söyleyebilmek de pek mümkün değildir. Onun adı, Muhtar es-Sakafı isyanında öne çıkmıştır. Daha doğru bir ifadeyle, Muhtar, geleneğin gücünden yararlanabilmek için onun adını kullanmıştır. Arap geleneğinde bir kimsenin kanını dava edebilmek için onun yakını olmak gerekmektedir. Muhtar es-Sakafı, dahiyane bir düşünce ile kendi hareketinin meşruiyetini Hüseyin b. Ali’nin üvey kardeşi olan Muhammed b. El-Hanefıyye’ye dayandırmıştır.
Prof. Dr. Sıddık Korkmaz'ın Şia'nın Oluşumu Hz. Ali'nin Vasilik Düşüncesi (İz: 2015)
adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Hz. Hüseyin'in şehit edilmesinden sonra Hz. Ali neslinin fiili lideri durumunda kalan Muhammed b. el-Hanefiyye (ö. 700) ve onun adı etrafında yapılan birtakım tartışmalar, başta Hz. Ali'nin vasiliği fikri olmak üzere bazı düşüncelere de kaynaklık etmiştir.
Siyasi faaliyetleri açısından Muhammed b. el-Hanefiyye'nin durumuna göz attığımızda onun bu çeşit faaliyetlerden uzak durduğunu ve ömrünü daha çok ilimle uğraşarak geçirdiğini görmekteyiz. Onun bu şekilde bir hayat sürmesini, babası ve kardeşlerinin yaşadığı acı tecrübelerle izah etmemiz mümkündür. Asaletin son derece önemli olduğu o günün toplumunda, Annesinin Hz. Fatıma değil de bir cariye olması, bu sebepten dolayı kardeşlerinin gölgesinde kalması ve onun sürekli ikinci planda görülmesine yol açmıştır denilebilir. Bu durumu ifade etmek üzere kardeşleri Hz. Hasan ve Hüseyin'e: "Siz beni hariç bırakarak babama varis oldunuz. Ben Peygamber'in soyundan olmasam bile, babanızın çocuğuyum." dediği nakledilmektedir. Bununla birlikte her ne kadar siyasi olaylardan uzak kalmaya çalışmış olsa da ailenin fiili lideri olması ve ilmi şöhretinden dolayı adının kullanılmasına engel olamamıştır.
Abbasiler Kolu
Abdullah b. Abbas (619-687)
İbn Abbas diye de meşhur olan Abdullah, hicretten üç yıl kadar önce, Müslümanlar Kureyş’in ablukası altındayken Mekke’de doğdu.
Hz. Peygamber’in fiil ve hareketlerini öğrenmek arzusuyla onun yanında kalmaya çalışır, Peygamber’in zevcelerinden olan Meymûne teyzesi olduğu için bazı geceler Peygamber evinde konuk edilirdi. Peygamber’e karşı olan sevgisi, bağlılığı ve samimi hizmetleri sebebiyle onun takdirini kazanmış ve “Allah’ım, ona Kitab’ı öğret ve dinde mütehassıs kıl!” tarzındaki duasına nail olmuştur.
Hz. Ali’nin maiyetinde Cemel ve Sıffîn savaşlarına katıldı. Ona, Muaviye’yi Şam valiliğinden azletmemesini tavsiye ettiyse de sözünü dinletemedi. Hakem olayında da Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin Ali’yi temsil etmesine karşı çıktı. Daha sonra Haricîler’i ikna etmek üzere Ali tarafından görevlendirildi. Hâricîler karşısında tahkîm’i savundu, bu olayı bahane ederek Ali’yi tekfir etmemeleri ve ona karşı gelmemelerinin gerektiğini ayetlerle ispata çalıştı. Hâricî-İbâdî ve Sünnî kaynaklar arasında, söz konusu görüşmenin seyri hakkında farklı ifadeler göze çarparsa da görüşmelerin oldukça çetin geçtiği, bazı Hâricîler’in fikir değiştirerek kendi gruplarından ayrıldığı müştereken belirtilmektedir. Daha sonra Hz. Ali onu Basra valiliğine tayin etti.
Kaynaklar, mümtaz bir kişiliğe sahip olan Abdullah b. Abbas’ın siyasî ve sosyal olaylar karşısında ilmî otoritesini ve siyasî itidalini daima muhafaza ettiğini göstermektedir. Mesela Muaviye’nin vefatından sonra Ali taraftarları Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye davet ettiği zaman, Abdullah Kûfeliler’e güvenilemeyeceğini, davetlerine icabet etmemesi gerektiğini ona söylemiş ve mutlaka bir yere gidecekse bu yerin Yemen olabileceğini, aksi halde bazı tatsız olaylarla karşılaşabileceğini kendisine hatırlatmışsa da sözünü dinletememiştir. Kerbelâ faciasını haber alınca çok üzülmüş ve rivayete göre gözlerini kaybedecek derecede ağlamıştır. Abdullah b. Zübeyr’in halifeliğini ilân ederek Harem-i şerif’i kendisine karargâh edinmesi üzerine, hilâfete Emevîler’den daha lâyık olmasına rağmen Harem-i şerif’i karargâh yapmasına karşı çıkmış ve ona biat etmeyerek Tâif’e çekilmiştir. Hayatı boyunca Müslümanların birlik ve beraberliğini savunan, bunun gerçekleşmesi için zaman zaman yetkilileri uyaran, gerektiğinde eleştiren ve kendisine yapılan halifelik tekliflerine iltifat etmeyen Abdullah b. Abbas, yetmiş yaşlarında iken Tâif’te vefat etmiş, cenaze namazını Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b. Hanefiyye kıldırmıştır.
Prof. Dr. Adem Apak'ın İslam Tarihi (Ensar: 2017) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
İbn Abbas’ın Oğlu Ali
Abbasi hanedanının adını aldığı Hz. Peygamber'in (sav) amcası Abbas ve oğlu Abdullah, başlangıçtan itibaren siyasi olaylara katılmamışlardır. Abdullah b. Abbas, ilimle meşgul olmuş, oğlu Ali de babasının yolunu takip etmiştir. Ancak o, Emevi halifesi I. Velid tarafından baskıya maruz bırakılınca 714 yılında başkent Dimaşk'ı terk ederek Suriye hac yolu üzerinde bulunan Humeyme'ye yerleşti.
Doğuşundan Günümüze İslam Tarihi (Çağrı: 1989) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Abdullah b. Abbas’ın oğlu Ali, Emeviler ile barış halindeydi. Onların dostuydu. Kendisi için bir şey istemiyor, zühd ve ibadetle meşgul oluyordu. Velid b. Abdülmelik, Suriye bölgesinde Dımaşk yakınındaki Humeyme’yi ona vermiş, o da Hicaz’dan ayrılıp ailesiyle birlikte oraya yerleşmişti.
Ne Humeyme’nin bulunduğu mevki ne de Ali b. Abdullah’ın karakteri kimseye, burasının bir hükümet değişikliği yapmak ve idareyi başka bir ailenin ele geçirmesine fırsat hazırlamak için merkezlik edeceği hissini vermiyordu. Bundan dolayı da Emeviler, Humeyme’nin kontrol ve murakabesiyle pek ilgilenmediler. Gerçekten de Humeyme sakin bir yerdi. Ali b. Abdullah da Emeviler’in güvenine layık bir kişiydi.
İslam Mezhepleri Tarihi'nden (Anadolu Ünv.: 2010) kısaltılarak alınmıştır.
İsyan Hareketleri
Tevvabun Hareketi
Kufeliler’in [Kerbela’da] yaptıklarından muzdarip olma, birbirlerini tövbeye ve şehitliğe çağırma şeklinde davranışlar geliştirdiler. Bu sebeple Emeviler’den Hüseyin’in intikamını almak için canlarını feda etme pahasına, Tevvabun (tövbekarlar) adıyla bir hareket başlatıldı. Güçlerini birleştirerek 684-5 yılında Kufe’den ayrılan dört bin civarında gönüllü, Hüseyin’in kabrini ziyaret ettikten sonra Emevi ordusuyla karşılaştı. Cereyan eden savaşta çoğu kılıçtan geçirildi.
Muhtar’ın İsyanı (685-687)
Yezid’in ölümünü takiben, Muhtar es-Sakafi, Kufe Şiilerinin liderliğine soyunarak, Hüseyin’in öldürülmesinde dahli bulunan tüm insanlardan intikam alacağı sözünü verdi. Muhtar Kufe’deki hareketini başlattığında, Hz. Hüseyin’in oğlu Ali b. Hüseyin’e (Zeynelabidin) mektup yazarak, kendisine biat etmek istediğini, onun imam olduğuna inandığını ve davetini hakim kılacağını bildirdi. Fakat Zeynelabidin onun bu teklifini reddettiği gibi, mektubuna cevap bile vermedi. Muhtar ondan umudunu kesince, bu defa, Hz. Ali’in Fatıma dışındaki bir hanımından olma oğlu Muhammed b. el-Hanefiyye’ye mektup yazarak aynı şeyleri onun için yapmak istediğini bildirdi. Ardından insanları onun imametini kabule çağırdı. Böylece İbnü’l-Hanefiyye, Şia’nın bilfiil lideri olmuş ve Muhtar’ın davasına manevi destek vermiştir.
İşte bu sırada İbn Sebe’nin ismini taşıyan Sebeiyye grubu, Muhtar’ın komutasında oluşturulan ve Hüseyin’in öcünü almak için harekete geçen Keysaniyye hareketine sızmıştır. Bu dönemde, Şia yanlılarının büyük bölümü Muhtar’ı destekledi. Muhtar açık bir şekilde İbnü’l-Hanefiyye’nin yeryüzünde adaleti hakim kılacak imam ve gelmesi gereken mehdi olduğunu ilan etti. Böylece onun imamlığı ve kendi liderliği altında radikal bir Şii grup teşkil eden Muhtar’ın taraftarları, Hüseyin’in katlinde sorumluluğu olanları arayıp bulmak ve öldürmek suretiyle Kerbela’nın intikamını aldılar. Hatta bir Emevi ordusunu mağlup ederek, Kerbela faciasının sorumlusu Irak valisi Ubeydullah b. Ziyad’ı öldürdüler. Fakat Muhtar, 687 yılında bozguna uğratıldı ve altı-sekiz bin kadar taraftarıyla birlikte öldürüldü.
Julius Wellhausen'in İslamiyet'in İlk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet
(Türk Tarih Kurumu: 1989) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Muhtar İsyanının Değerlendirilmesi
Muhtar, büyücü, deccal ve umumiyetle yalancı olarak adlandırılır. Bu hüküm onun İbnül-hanefiye tarafından görevlendirildiğini iddia etmesine değil, kendisini bizzat bir peygamber olarak ortaya atmış olmasına müteveccihtir. O kendisini peygamber tesmiye etmemiş ise de bu intibaı uyandırmak için elinden geleni yapmıştır. Muhtar, sanki Tanrı’nın huzurunda ve geleceği bilirmiş gibi davranmakta ve sözlerinde eski kahinlerin üslubunu, çok başarılı olduğu formu kullanmayı yeğlemekteydi.
Muhtar acaba samimi mi idi? Aslında belki de terazinin onun aleyhine olan kefesine, onun kendisi hakkında hiçbir bilgisi olmayan ve onun hakkında herhangi bir şey öğrenmeyi de gereksiz bulan Muhammed İbnül Hanefiye’nin arkasına gizlenmiş olması atılabilir. Bunu yaparken vicdanı pek de huzurlu değildi; ama hüküm süren şartlar muvacehesinde Muhtar’ın, bir Müslüman, bir Şii olarak kendi adına ortaya atılması imkân dışı idi: O kendisi için, arka planda kalan bir mehdinin yetkili temsilcisi (emin) mevkiini yaratmak zorundaydı ve böylece, gelecek için de bir emsal teşkil etti.
Onun samimiliği sorusu ile de sadece onun bizzat kendisine inanıp inanmadığı hususu düşünülebilir. Etrafı, daha henüz bir hiç olduğu ve kendisini düşünülebilir en büyük bir tehlike içine attığı zaman, dünyayı, zaferi kazanacağına olan inancı ve hedeflerini çok açık, hiç gizlemeden ortaya atması ile şaşırtmıştı. Muhtar kendisine inanmış ve böylece başkalarını da kendisine inandırmış ve kitleyi harekete geçirmişti.
W. Montgomery Watt'ın İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri (Sarkaç: 2010)
kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Muhalefetin Ağırlığının Araplardan Mevaliye Kayması
Sonraki olaylar yüzünden, Şiiliğin, zaman zaman bir Arap hareketinden çok bir İran hareketi olduğu düşünülmüştür; fakat ilk tarihi kaynakların dikkatlice incelenmesi, ilk Şiilik olaylarına ilk defa Araplar arasında rastlandığını gösterir. Özellikle Emeviler devrindeki (Hariciler dışındaki) isyanların reislerinden pek çoğu, «Ehl-i Beyt»in intikamını, faaliyet programlarına temel hedef kıldılar; bu ise, «tipik» Arap fikridir.
Hz. Ali, sağlığında birçok Ensar veya Medineli Müslümanlarca desteklenmişti. Maamafih ilk Alevi veya Haşimi ayaklanmalarda yer alanlar arasında Ensar’a rastlanmamaktadır. Hem Harici hem de ilk Şii hareketler, Mekke ve Medine’nin Müslümanlarından değil, önceleri bedevi olanlardan gelmişti.
Tevvabun, 4000 kadar adamları ile birlikte, eski valinin ordusu üzerine yürümeye karar verdiler; ama bozguna uğratıldılar. Bu ayaklanmalara katılanların isimlerinden, hemen hemen hepsinin, önceleri Bedevi kabilelerin mensupları oldukları açıkça görülmektedir.
Araplar ile Mevali arasındaki menfaat çatışması, kendisine [Muhtar’a] birtakım güçlükler çıkardı. Mevali, onu, Arapların tarafını tutmakla suçladı; Araplar da Mevali’nin ganimetlerden herhangi bir hisse almasına karşı çıktılar. Bazı müessir Araplar onları desteklemekten vazgeçtiler ve ayaklanmanın son zamanlarında el-Muhtar, daha çok Mevali’ye dayanır oldu.
Muhtar’ın ayaklanmasının önemli bir sonucu, Mevali’nin siyasi bir güç olarak kendilerinin daha da farkına varmalarını sağlamış olması idi.
Emevilerin çöküşünde bir amil olan mevali Arap olmayan Müslümanlardan meydana geliyordu. Bilhassa Güney Irak’ta Arap fetihlerinde nüfus, hakim bir şekilde Arami, fakat daha yüksek sınıflarda İranlı toprak sahipleri ve memurlardan ibaretti.
Ferhad Daftary'nin Şii İslam Tarihi (Alfa: 2014) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
İlk yarım yüzyıl boyunca Şiilik birleşik kaldı ve neredeyse yalnızca Araplardan ibaret kaldı; Arap olmayan ve mevali denilen Müslümanların sayısı sınırlıydı. Şiiliğin erken tarihinde bir sonraki önemli olayla, Muhtar es-Sekafi’nin hareketiyle birlikte bu özellikle değişti.
İslam’ın yayılmasıyla birlikte mevalinin toplam sayısı da hızla arttı. Aslında birkaç on yıl içinde sayıları Arap Müslümanları aştı. Müslüman olarak mevali, Arap dindaşlarıyla aynı haklara ve ayrıcalıklara sahip olmak istiyordu. Her şeyden önce Peygamber bütün inananları, soy, ırk ve kabile bağlarından kaynaklanan farklılıklarına rağmen, Allah'ın huzurunda eşit ilan etmişti. Ne var ki, Emeviler yönetiminde Arap egemen sınıfı İslami eşitlik öğretisini kabullenmedi. Emeviler yönetiminde mevali toplumsal ve ırksal bakımdan aşağı bir sınıfı, Arap Müslümanlara kıyasla ikinci sınıf bir yurttaşı temsil eder duruma gelmişti.
Muhtar, Hz. Ali'nin oğlu Muhammed b. Hanefiyye adına hareket ettiğini iddia etti. Muhammed b. Hanefiyye, Ali'nin, Beni Hanife kabilesinden bir kadın olan Havle'den olan oğluydu; Ali'nin Peygamberin kızı Fatıma'dan olan oğulları Hasan ve Hüseyin'in üvey kardeşiydi. Hareketin aktif önderliğini üstlenmek istemeyen ve Medine'de kalan Hanefiyye, Muhtar tarafından imam ve Mehdi ilan edildi gerçek İslam’ı geri getirip, yeryüzünde adalet kuracak ve ezilenleri zorbalıktan kurtaracak kurtarıcı imam.
Mehdi kavramının çok önemli bir yenilik olduğu anlaşıldı ve mevaliye, Emeviler yönetiminde ikinci sınıf Müslüman muamelesi gören ve Arap olmayan Müslümanlara özellikle çekici geldi. Mevali farklı kültürleri ve dinsel gelenekleri temsil etmekteydi. Irak'ta esas olarak Aramilerden oluşuyorlardı; ama İranlılar ve bölge nüfusunun daha eski katmanlarını temsil eden gayri Araplar da vardı.
Julius Wellhausen'in İslamiyet'in İlk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet
(Türk Tarih Kurumu: 1989) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
İran Düşüncesinin Etkisi ile Aşırı Şii Grupların Ortaya Çıkmaya Başlaması
Eşraf [Arap İleri Gelenler] başlangıçta bu hususta ön saftaydı. Ama tehlikeyi görünce sindiler ve hükümetin kendilerini ehlileştirmesine ve Şii isyanlarına karşı kullanılmaya razı oldular. Böylece eşraf Şia’dan ayrılmış oldu. Şiilik kendi içinde daraldı, aristokrasi ve kabile organizasyonunun zıddına, gittikçe artan bir ölçüde bir gizli tarikate dönüştü.
Baskı altındaki halk tabakaları ile bağlantı kurunca Şia milli Arap zeminini terk etti. Bağlantının harcı İslam’dı. Ama bu eski İslam değil, yepyeni başka bir din idi. Bu, Muhtar’ın da dahil bulunduğu karanlık bir sapık inanç, maruf adiyle Sebeiyiden neşet etmekteydi. Sebeiye’ye Keysaniye‘de denir. Keysan, mevalinin başı idi. Bu iz üzerinde yürünerek, Şiiliğin din olarak İrani menşeden olduğu iddia edilmiştir; çünkü Kûfe mevalisinin çoğunluğu İranlı idi.
Burada, bağımsızlığı seven Arap ırkı ile itaate alışmış İran ırkı arasındaki fark daha iyi görülür. İranlılar için Peygamber’in halefini seçmek ilkesi garip ve anlaşılmaz bir şeydi. Onlar ancak veraset ilkesini bilmekteydiler; şu halde onlar, Muhammed arkasında bir oğul bırakmadığına göre, damadı Ali'nin ona hakkı olması gerekeceğini ve hakimiyetin onun ailesinde tevarüs edilmesini düşünüyorlardı. Binaenaleyh, Ali dışındaki bütün halifeler onların gözünde, kendilerine itaat edilmemesi gereken gasıplardı. Diğer taraftan krallarında uluhiyetin devamını görmeye alışmış olduklarından bunlar bu taparcasına hürmetlerini Ali ve onun haleflerine tevcih etmişlerdi. Ali nesebinden gelen imama mutlak itaat; onların gözünde en önemli görev idi.
Mücadele onun [Muhtar’ın] yenilgisiyle bitti ve Irak’ta mevali siyasi bakımdan öldürüldü. Ancak o kısa ve rüya kadar güzel hatırası bunların içinde sönmedi ve partilerinin kalıntısı karanlıklar içinde varlığını sürdürdü. Bu kalıntı, uzun bir süre sonra, İrani milli kudretin yurt edinmiş olduğu Horasan ile bağlantı kurdu ve orada Arap hakimiyetini silip süpüren fırtınayı körükledi. Böylelikle Muhtar, Ebu Müslim’in öncüsü, selefi olmuş oldu. Başarısızlığına rağmen etkisi fevkalade büyük olmuştu.
Ferhad Daftary'nin Şii İslam Tarihi (Alfa: 2014) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Keysaniyye
687'de Muhtar yenildi ve binlerce mevali destekçisiyle birlikte öldürüldü. Muhtar'ın kurduğu hareket onun ölümünden sonra da varlığını sürdürdü, Güney Irak'a ve başka yerlere yayıldı. 700'de ölene kadar Hanefiyye'yi imam ve Mehdi kabul eden Muhtar'ın izleyicilerine başlangıçta Muhtariyye denildi. Ama kısa süre sonra Muhtar'ın başkorumalarından Ebu Amre Keysan'a izafeten Keysaniyye denildi.
Muhtar’ın hareketinden hem öğreti hem politika bakımından radikal bir kol gelişti ve Abbasi devriminin hemen sonrasına kadar Şia'nın çoğunluğunu oluşturdu. Kûfeli ilk Şia'nın dinsel bakımdan ılımlı tutumlarıyla ilişkisini kesen bu kol, ilk Müslüman cemaatlerin adlarını uyduran mezhep tarihçileri tarafından genellikle Keysaniyye olarak adlandırıldı. Mezhep tarihlerinin tarif ettiğine göre, Keysaniyye, aralarında çok sayıda Arap da olmasına rağmen, esas olarak Güney Irak, İran ve diğer yerlerdeki mevalinin desteğine sahipti. İslam öncesi çeşitli geleneklerin varisleri olan mevali, Şiiliğin, büyüklüğü ve öğreti temeli sınırlı bir Arap fırkası olmaktan çıkıp dinamik bir harekete dönüşmesinde can alıcı bir rol oynadı. Keysaniler zamanla, erken Şiiliğin mesihçi özlemlerin de karakterize ettiği radikal kanadını ayırt eden kimi öğretiler geliştirdiler.
Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra'nın Mezhepler Tarihi (Çelik: 2011) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Görüşleri:
-
Keysaniye inancı, Ehl-i beyt İmamlarının ilmine mutlak olarak güvenileceği esasına dayanır. İmamı İlahi bir sembol olarak kabul ettikleri için, onun hata işlemez (masum) olduklarına da inanırlar.
-
İmamın döneceğine inanırlar. Bunlara göre, dönecek olan İmam Muhammed b. Hanefiyye’dir. Bazıları onun öldüğüne, fakat tekrar döneceğine inanırlar. Ancak pek çoğu onun ölmediğine, “Ridva” dağında yanında bal ve su alarak yaşadığına inanırlar.
-
“Beda” diye bir prensibe inanırlar. Buna göre Allah-u Teala, bilgisinin değişmesiyle dilediği şeyi değiştirir. Bir şeyi önce emreder sonra yasaklar. Şehristani bu konuda şöyle der: “Muhtar, görüş değiştirebilmek için “beda”yı seçti. Çünkü o, gelecek olayları ya kendisine gelen vahiyle veya İmamdan aldığı haber üzere bildiğini iddia ediyordu. Taraftarlarına bir şeyin olacağını veya bir hadisenin meydana geleceğini vadettiği zaman, eğer olay dediği gibi çıkarsa, bunu iddiasına delil olarak kullanıyordu. Eğer dediği gibi çıkmazsa, Rabbiniz “beda” yaptı (görüş değiştirdi) diyordu.”
-
Her şeyin bir zahiri bir de batını olduğunu söylerlerdi. Herkesin bir ruhu olduğu gibi, her ayetin de bir tevili vardır. Alemde her örneğin bir hakikati vardır. Aleme yayılmış hikmet ve sırlar insan şahsiyetinde toplanmıştır. Bunun bilgisini Hz. Ali (a.s.) oğlu Muhammed b. Hanefiyye’ye vermiştir. Bu ilim kimdeyse gerçek İmam odur.
Ferhad Daftary'nin İsmaililer (Doruk: 2002) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Şiilikte İki Eğilim
Şiilik iki ana eğilim ya da kol olarak gelişti:
Bu kollardan birincisi ve Abbasilerin iktidara gelişine dek belirleyici olanı, Muhtar’ın hareketinden başlayarak, önce Hanefileri, ardından, iddialarını İbni Hanefiye’nin oğlunun vasiyetine dayandıran ve (özellikle Abbasiler olmak üzere) Ali soyundan başka diğer Haşimilerin imamlığını tanıyan birbirinden bağımsız birçok grubu içeren daha radikal kanattı.
Bunların yanı sıra, rejime karşı her türlü hareketten kaçınan daha ılımlı ikinci bir kol vardı. Daha sonra İmamiyye olarak tanınacak olan bu kol, Hüseyin’in soyundan gelen bir imamet çizgisine bağlıydı. [ii]
Zamanla, Şiiliği bütünleştirmeyi büyük ölçüde başaran Hüseyin soyundan Cafer el Sadık’ın imamlığının son döneminde, ayrı kimliklerini korumakla birlikte, bu iki kol bir tür birleşme eğilimiyle birbirlerine yakınlaştılar. Ne var ki, Cafer-i Sadık çevresinde birleşen Şiiler içinde, ılımlı eğilim, zamanla Şiiliğin ana gövdesini oluşturan On iki İmamcılar biçiminde billurlaşırken, radikal eğilim de, İsmaililik hareketini doğuracak ön İsmaililer arasında yeniden canlandı.
İki eğilimin kaynaklandığı koşullar
Kerbela’dan sonra, Hüseyin’in hayattaki oğlu ve Hüseyni kolunun başlatıcısı genç Zeynel Abidin Medine’ye çekilmiş gerek Emeviler, gerek Zübeyrilerin karşı Halifeliği, gerekse de daha sonra ortaya çıkan Muhtar hareketi ve Hanefiler karşısında sessiz bir tavır takınmıştı. Daha sonra Şiiliğin ılımlı kolunca benimsenecek ve öğretisel olarak haklılaştırılacak biçimde, politikadan uzak durmayı seçmişti. Hüseyni kolunun izleyicileri, sonradan, Zeynel Abidin’in imamlığa bizzat babası Hüseyin’in atamasıyla geldiğini ileri sürmüşlerdir. Ama gerçek, Zeynel Abidin’i Hüseyin’in ölümünden sonra kimsenin izlemediğidir.
Öte yandan, İbn Hanefiye’yi Mehdi ilan ederek harekete geçen Muhtar, Kufe’de benzeri görülmemiş bir destek sağlamıştı. Bunun sonucu gerek Arap gerek mevali olsun, Şiilerin çoğunluğu bu etkin harekete katılmış ve İbn Hanefiye’nin imamlığını kabul etmişlerdi. Bu dönemde, lbn Hanefiye’nin Ali soyunun yaş ve saygınlık bakımından en önde gelen üyesi olduğu da belirtilmelidir. Bazı araştırmacılar, Zeynel Abidin’den yirmi yaş büyük ve Ali’nin yaşayan en büyük oğlu olan İbn Hanefiye’nin Ali ailesinin başı ya da şeyhi olduğunu, bu konumuna yeğeni tarafından hiçbir zaman açıkça karşı çıkılmadığım bile ileri sürmüşlerdir.
Bu başlangıçlarla, Şiiliğin ılımlı kanadı, bir zaman için radikal kanadın gölgesinde kalmıştı.