top of page

Artan Zenginliğin Etkileri ve Farklı Tutumlar

Fetihlerden Sonraki Kabile Yapısının Fitne Olaylarındaki Rolü

Ömer dönemindeki fetih işlemlerinin oluşturduğu kabile haritasının akılda tutulması, ilkin Osman döneminin tanık olduğu iç olayların, daha sonra da Ali ve Muaviye döneminde ortaya çıkan iç savaşın anlaşılması için zorunludur. Arap kabilelerinin askere alınması, Ebu Bekir döneminde Kureyş ile “Araplar” arasındaki ilişkileri düzenleyen “hukukî” durumu değiştirmiştir.

Yönetim ve başkanlık, daha genel olarak iktidar ve “devlet”, Kureyş’indi. Halife, büyük devlet adamları, belde reisleri ve valileri, ordu komutanları, hep Kureyş’tendi. Öte yandan da Ömer bin Hattab’ın maaş dağıtımında izlediği, Hz. Peygambere yakınlık ölçüsüne dayalı yöntem dolayısıyla, özellikle Kureyş’e mensup devlet büyüklerinin servetlerindeki artışı eklersek, Osman dönemindeki çevrenin “kabile” düzlemindeki başkaldırmasının, nasıl “Araplar”ın Kureyş’e karşı ayaklanması anlamına geldiğini iyice kavrarız.

Kabile şartlarının oturmuş, Emevî huzurunun güçlü ve başat olduğu Suriye ayrı tutulursa, o günkü başlıca merkezler olan Küfe, Basra ve Mısır, kanlarıyla ülkeleri fethederken, ganimet, haraç ve cizyenin bir bölümünün Kureyş’e gitmekte olduğunu hisseden “Araplar”ın karargâhlarından ibarettir. Bu ikilemin, Kureyş-Arap ikileminin o günkü sosyal-siyasî muhayyiledeki önem boyutunu görmek için, bu ikilemin siyasî-sosyal içeriğini ortaya çıkaran belki de ilk durumundaki ünlü olayı zikrediyoruz.

Osman’ın Küfe valisi Saîd bin el-As’ın meclisinde Irak sevâdından (bahçe ve hurmalıklardan) söz edildi. Said bin el-Âs, büyük bir açıklıkla “Sevâd, Kureyş’in bahçesidir.” demişti. Bu söz, orada bulunan kabilelerin başkanlarını öfkelendirdi. Yemenlilerin önderi, Malik bin Haris el-Eşter, şunları söyledi:

“Kılıçlarımızla Allah’ın bize verdiği Sevâd’ın senin ve kavminin bahçesi olduğunu mu iddia ediyorsun? Sizin ondaki payınız, bizden biri kadar olmalıdır.”

Osman’ın valilerine karşı Kûfe’de gösterilen tepkinin aynısı, Basra ve Mısır’da da söz konusuydu. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, “kabile” alanında daha az sorunlu olan ve Muaviye’nin “siyaset” ve “ihsan” (atâ) ile yönettiği Suriye hariç, öteki merkezler, Kureyş’e ve hayatının son yıllarında yakınları olan Emevîlerin nüfuzuna boyun eğen Osman’ın siyasetine karşı öfke duyanlarla kaynıyordu.

Servet Tekelleşmesi ve Ganimet

Hz. Ömer’in Servet’in Tek Elde Toplanması Konusundaki Girişimleri

İnsanların atâ konusunda Hz. Peygambere yakınlık ve İslâm’a girişte önceliğe göre sıralanmasının, servetin belli toplulukların ellerinde yığılmasına yol açması kaçınılmazdı. Göründüğü kadarıyla Ömer bin Hattab, bu olguyu gözlemledi ve tehlikesini kavradı. Hayatının son günlerinde, atânın dağıtım yöntemini yeniden düşünmeye başladı.

Son yıllarında şöyle dediği rivayet edilir:

“İnsanların, bir kısmını ötekilere üstün tutmak suretiyle gönüllerini kazandım. Bu yıl yaşarsam, insanları eşit yapacağım. Kırmızıyı siyaha, Arabı yabancıya üstün tutmayacağım. Rasulullah ve Ebu Bekir’in yaptığı gibi yaparım.”

Başka bir rivayete göre, ölümünden önce şunları söyledi:

“Atayı herkes için dörder bin yapmak istedim. Kişi, binini ailesine harcar, biniyle azık hazırlar, biniyle donanır, biniyle de dostlarına ikram eder.”

Ömer, bunu gerçekleştiremeden öldü.

Öte yandan, tarihi kaynaklar şunu zikreder: Ömer bin Hattab, tayin edilmezden önceki mal varlıklarına göre bir artış beliren valilerinin mallarına el koymaya yöneldi. Bunu, mallarının yarısını alarak yaptı.

 

Kaynakların sözünü ettiği Ömer bin Hattab’ın başka tedbirleri de vardır. Birisi şudur: Savaşa hazır asker olarak kalmaları için toprak almalarını ve tarımla uğraşmalarını yasakladı. Bina yapımında aşırılığı da yasaklardı. Rivayete göre, “Sa’d bin Ebî Vakkas’ın (Kûfe’de) bir köşk yaptığını öğrenmişti. Üstüne bir kapı yapmıştı. Ömer (r.a.) Muhammed bin Mesleme’ye haber gönderdi, ona şöyle dedi: “Sa’d’a git. Kapısını yak!” Gitti, dediğini yaptı.

Bunlar, Ömer bin Hattab’ın büyüyen servetleri ve yayılmaya başlayan lüks hayat tarzlarını fark ettiğini gösteren ancak ortaya çıkan sorunu çözmeye yetmeyecek tedbirler. Bunlar sorunu çözmedi, bilakis lüks içindekilere baskı yaptı. Hatta şöyle denir: “Ömer, Kureyş onu usandırmış olarak öldü.” Bu “usanma” kendisini siyasî olarak “demokratik” bir yöntemle ifade etmiştir. İnsanların, esasen Kureyş’in çoğunluğunun, şûrâ işleri sırasında Ali bin Ebî Talibe karşı Osman bin Affan’ı tercih etmesinde görülür.

Hz. Osman’ın Artan Zenginlik Karşısındaki Tutumu

Osman, zengin biriydi. Zenginlik ve serveti yeni tanıyanlardan değildi. İslâm’ın doğuşunun öncesinden beri zengindi. Ömer suikasta kurban gidince, bey’at edildiğinde sahabenin en yaşlısıydı; yaşı yetmişe yaklaşmıştı. Yumuşaklığı, cömertliği ve iyi ahlakıyla tanınıyordu. Ayrıca o, Ümeyye oğullarından büyük bir ailesindendi. Seçici kurul onu tercih etmişti. Başlarında Abdurrahman bin Avf, Zübeyr ve Talha gibi zenginler vardı. Genç, sert, mala değer vermeyen, elde ettiğini yoksul ve zayıf insanlara dağıtan, çevresinde eski ve yeni zayıfların bulunduğu; İslâm halifesinin (akide) aşırı zenginlik ve Ömer bin Hattab’ın tedbirlerine rağmen yayılmaya başlamış olan lüks ve refah görüntüleriyle uyuşmadığını savunan herkesin toplandığı “kimsesizlerin dostu” Ali bin Ebî Talibe karşı, onu tercih etmişlerdi.

Gerçekten de Osman görevi üstlenir üstlenmez, zenginlik görüntüleri patlama yaptı, derhal yayıldı. “(...) At on bin dinara, deve bin dinara, tek hurma ağacı bin dinara satıldı.” Kötülükler ortaya çıktı. “Dünya taştığında ve insanlar genişlediğinde (çok zengin olduğunda) Medine’de ortaya çıkan ilk kötülük, güvercin uçurma ve kuş sapanlarıyla atış idi... İnsanlar arasında (içkili) âlem de başlamıştı...

Lüks patlamasını arttıran, “merkez”e akan malın, özellikle haracın artışıydı. Horasan, Maveraünnehir (Ortaasya), Kıbrıs ve Afrika’nın fethinden sonra fetih duraklamışsa da bu bölgelerin ganimetlerinin hacmi gerçekten büyüktü.

Kısacası, “Osman’a gelen haraç arttı, her taraftan mal geldi. Bunun için hazineler yaptırdı. Osman, zengin ve cömertti. Mala pek değer vermezdi. Halifeyken de bu davranışını sürdürdü. Yakınlarına ve başkalarına, kendi malındanmış gibi veriyordu. Bu, cömert zenginlerin bilinen davranışıdır. Onlar kendilerinin ve başkalarının mallarından, aralarında hiç fark yokmuşçasına hesapsızca harcarlar. Bir de bu davranışa beşte birin harcanma yöntemini belirleyen dinî nassın böyle bir tasarrufa izin verdiğini (Allah’ın, Peygamberinin, yakınlarının...), bu harcamanın imama ait olduğunu eklersek, kendimizi Osman’ın beytülmalden adamlarına ve yakınlarına verdiği ataları anlatan rivayetlerin doğruluğunu araştırıcıya kabul ettirecek bir durum karşısında buluruz.

Bu konudaki olaylardan biri de şudur:

Osman, “Rasulullah’ın kovduğu” Hakem bin Ebi’l-Âs bin Umeyye’ye yüz bin, oğlu Mervan’a Afrika ganimetlerinin beşte birini, “yakınlar”a ayrılan beşte birden verdi.” Rivayete göre, Küfe valisi Osman’ın ana bir kardeşi Velid bin Utbe, beytülmalden bir miktar ödünç almış, ama ödememişti. Beytülmal görevlisi Abdullah bin Mes’ud borcunu ödemesini istedi. Borcunu ödemedi. Onu Osman’a şikâyet etti. Osman, şu cevabı verdi: “Sen bizim hazine görevlimizsin. Beytülmalden aldığı için Velide yüklenme.” İbn Mes’ud, görevinden istifa etti, şöyle dedi: “Müslümanların hazine görevlisi olduğumu sanıyordum. Sizin görevlinizsem, bu konuda size ihtiyacım yok.”

Bazı kaynaklar şunu belirtiyor: Osman, “bazı yakınlarına Sevad’dan ikta (devlet toprağı) verdi.” “Savaşa katılmayanlara atâlar verdi.” Öte yandan bazı büyük sahabenin atalarını kesti, sözgelimi Abdullah bin Mes’ud’a böyle yaptı.” Bu türlü tasarruflarını eleştirenleri görünce, şu cevabı verdi:

“Tercihte niye dilediğim gibi davranmayayım? O zaman ne diye imam oldum?”

Artan Zenginlik ve Tepkiler

Zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum giderek büyüdü. Bu uçurumu, fethin durması, nüfus artışı ve bedevilerin çeşitli bölgelere göç etmesi... daha da arttırdı.

Tarihî kaynaklar, Osman zamanındaki zenginlik ve lüks olgusu konusunda ilginç gerçekleri sunuyorlar. Bazıları şunlar:

  • Zübeyr bin Avvam’ın ölümünden sonra terekesi, 59.800.000 dirhem olarak hesaplandı. (Ömer bin Hattab’ın 500 bin dirhemi büyüksediğini hatırlayalım) Kendisine haracı götüren bin kölesi vardı.  Medine’de on bir evi bulunuyordu. Basra, Küfe, Fustat ve İskenderiye’de evleri ve bahçeleri vardı. Geriye bin at bırakmıştı." Hem ticaret yapıyor, hem atasını alıyordu." Bilindiği gibi, Zübeyr, cennetle müjdelenen on kişi içindeydi. “Şûra ehli” olan altı kişiden biriydi.

  • Talha bin Ubeydillah da cennetle müjdelenen on kişidendi, “şûra ehli” içindeydi. 30 milyon dirhemlik varlığa sahipti. Ölümü sırasında, hazine görevlisinin yanında 2.200.000 (dirhem) vardı. Kûfe'de ünlü bir evi vardı. Irak’tan sağladığı gelir, her gün için bin dinardı. Medine’deki evini tahkim etti, tuğla, kireç, sac (abanoz) ile İnşa etti. Hesapsızca harcayan cömert biriydi. Kabilesi Teym’e mensup zayıfların geçimini sağlar, borçlarını öderdi. Hz. Peygamber’in eşi Aişe’ye de on bin dirhem gönderirdi; o, Teym’den Ebu Bekir’in kızıdır.

  • Sa’d bin Ebî Vakkas da şûra ehlindendi, cennetle müjdelenenlerdendi. Akîk’ta bir ev yaptı. Tavanını yükseltti, avlusunu genişletti, üstüne balkonlar yaptı." Mirası, 250 bin dinardı.

  • Habbab bin İrs, yoksul ve hiçbir şeysiz olarak yetişti. Kureyş’in Mekke’de işkence ettiği zayıflardan biriydi. Ölüm döşeğindeyken, malı bulunan yeri işaret etti. 40 bin dinar topladığı bir sandıktı.

  • Mikdad bin Esved, Mekke döneminde zayıflardan biriydi. Medine’de bir ev yaptı, üstüne balkonlar ekledi, içini ve dışını kireçledi.

  • Abdurrahman bin Avf, cennetle müjdelenen şûrâ ehlindendi. Etkin ve geniş ticarî faaliyetiyle tanınıyordu. Medine’ye göç ettiğinde hiçbir şeyi yoktu. Abdurrahman ticaret yoluyla kazanç sağladı. En zengini değilse bile, Medine’nin zenginlerinden biri oldu. Anlaşıldığına göre, Medine’nin gıda ve ticaret mallarım sağlayan başlıca kişilerdendi. Öldüğü sırada, Bedir’e katılanlardan hayatta kalan yüz kişiye, dörtyüz dinar vasiyet etti. “Kölelerinden pek çoğunu azad etti. Bol miktarda mal bıraktı. Geriye bin deve, yüz at, Baki’de güdülen üç bin koyun bıraktı.  

  • Osman bin Affân öldürüldüğünde, hazinedarının yanında 30 milyon 500 bin dirhem ve 150 bin dinar bulundu. Huneyn ve başka yerlerdeki topraklarının değeri 100 bin dinardı. Pek çok at ve deve bıraktı.

 

Yukarıdakilere bir de Osman’ın bütün valilerini kabilesi Umeyye oğullarından tayin ettiğini eklersek, “ganimet”in “kabile”yle bağlantılı görülmesinin kendisini zorunlu kıldığını kavrarız. Bunların bir kısmının da İslâmî hassasiyeti yeterli ölçüde değildi, bilakis eleştirilecek davranışlarda bulunuyordu. Ganimetin, kabileyle bağlantılı oluşunun anlamı, kabile muhayyilesinin başkaldırıya hazırlanmasıdır. Fiilen de böyle olmuştur. “Merkez”deki muhalif sesler çoğaldı. “Çevre”de ise başkaldırı hazırlığı başlamıştı. İsyancılar Küfe, Basra ve Mısır’dan Medine’ye geldiler. Osman’ı kırk gün kuşatmada tuttular. Bu olaylar, ölümüyle sonuçlandı.

 

Hz. Osman’a İslam Adına Yapılan Muhalefet

Devrimci Tutum

Belleğimizi azıcık geriye döndürürsek, hayatının son yıllarında Osman’a karşı ortaya çıkan, “Cemel” ve “Sıffın” savaşlarına doğru gelişen muhalefetin, Mekke dönemindeki davet sırasında oluşan ve kendilerini koruyacak kişiler bulunmayan “zayıflar”ın saflarında özellikle belirginleşen dinî bilinç türünün bir uzantısı olduğunu görürüz.

Bu zayıf kişiler, Kureyş ileri gelenlerinden pek çok çeşitli işkencelere uğradılar, ama zaaf göstermediler, teslim olmadılar, “akide” uğrunda bunca sıkıntıya razı oldular. Hicretten sonra, kendileri veya sosyal şartlar “zayıflık” durumlarını korudu. Medine’deki Mescid-i Nebevi avlusunda kalan, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yaptığı harcamalar ve bazı sahabenin yardımlarıyla yaşayan “suffe ashabı” bunlardandı. Bunlar, İslâm’a “ilk girenlerden idi. Kureyş’le, güçler dengesi değişinceye, Hz. Peygamber Mekke’yi fethedinceye, Kureyş’i affedinceye, yenilen halkı “serbest bırakılan” (tulekâ) tutsaklar olarak İslâm’a girinceye dek savaştılar.

Ancak, sadece yirmi yıl geçtikten sonra, özellikle Kureyş’in adamlarının az bir bölüğünün, şu “tulekâ”nın ve amca oğullarının elinde servet ve maaş birikimiyle “dünya doldu taştı. Davranış ve görünüşlerde, bayındırlık, konut, giyim ve maişette, ayrıca değerlerde bir değişim ortaya çıktı. Osman’ın yumuşaklığı, Emevilerden yakınlarını tercih etmesi, büyük sahabeyi eyalet ve vilayetlerdeki görevlerinden alıp, yerlerine Emevî “gençleri” (ahdâs) tayin etmesi işi daha da karmaşıklaştırdı. Bu gençlerin çoğu, İslam’a ilk girenlerden değildi, Mekke’deki ayetlerin iniş tecrübesini, geçmiş kavimlerin durumlarını, kabir ve sırat durumlarını, “kıyamet sahneleri” tecrübesini yaşayan ilk Müslümanların bilincine yerleşen “İslâmî modeli” de özümsememişlerdi...

İşte bunlar “dünya”ya, servetlerine, lüksüne ve nimetlerine, dine “ahiret” aleyhine dalan dünyevî ortamda “dinî vicdanı” temsil eder oldular. Protesto seslerini yükselttiler, Allah uğrunda kimsenin kınamasına aldırmadılar.

Ubâde bin Samit’in Muhalefeti

Göründüğü kadarıyla, bu tür protesto, Muaviye, Osman’ın Suriye valisi olduğu sırada başlamıştı. Kaynaklar şunu belirtir:

Ubâde bin es-Samit el-Ensarî, Akabe gecesindekilerden biriydi. Filistin’de yargıçlık yapmıştı, Suriye’ye yerleşmişti.  Faiz karışan pek çok alışverişe karşı çıkar, insanlara şu hadisi söylerdi: “Altın altınla, tam tamına, eşit ölçüde, aynı ağırlıkta ve peşin olarak değiştirilir. Fazlası, faizdir. Buğday buğdayla, aynı ölçüde, peşin olarak değiş-tokuş edilir. Fazlası faizdir (riba)...” Muaviye onu çağırttı, bu hadisi sordu. Bunu, Hz. Peygamber’den duyduğunu vurguladı. Muaviye şöyle dedi: “Bu hadisi söylemekten vazgeç.” Şu cevabı verdi: “Bilakis söyleyeceğim. Hem de Muaviye istemese bile.” Muaviye keskin siyasî dehasıyla şöyle dedi: “Benimle Muhammed’in ashabı arasında, onların affından daha güzel bir şey göremeyiz.” 

Ne var ki Ubade, girişimini sürdürdü. Ticarî eşyaları dolaşmaya başladı. Bir defasında birkaç Hıristiyan’ın şarap taşıyan develerini gördü. Çarşıdan keskin bir bıçak aldı. Ona gitti. Yarmadığı hiçbir kırba bırakmadı. Ümeyye oğullarını eleştirmek, yönetenlerin kusurlarını açığa çıkartmak amacıyla akşam camiye gitti.    Muaviye, bu durumdan çok sıkıldı. Osman’a şu mektubu yazdı: “Ubade, Şam’ı ve halkını huzursuz etti. Ya onu vazgeçir, ya da onu Şam’dan süreceğim.” Osman, “Bize gelmesi için Ubade’yi yola çıkar.” diye yazdı. Muaviye onu Medine’ye gönderdi.” Osman’ın huzuruna geldi. Birden kendini onun evinde buldu. Ona döndü, şöyle dedi: "Ey Ubade! Bizden ne istiyorsun?” Ubade, insanların huzurunda kalkıp şöyle dedi: Rasulullahın şöyle buyurduğunu işittim: “Benden sonra işlerinizi, sizin kötü gördüklerinizi iyi gören, iyi gördüklerinizi ise kötü gören bazı kişiler yönetecek, isyan edene itaat yoktur. Rabbinizi unutmayın.”

Ebu Zer el-Gıfârî’nin Muhalefeti

Ebu Zer el-Gıfârî, bu alanda ünlü oldu:

“Muaviye’nin Şam’da bazı yaptıklarını eleştiren bir başkası da Ebu Zer idi. Bunlardan biri, Muaviye’nin “beyaz” sarayını yaptırmasıydı. Ebu Zer, Muaviye’ye gidip şöyle dedi: “Ey Muaviye! Bu saray, Allah’ın malındansa, bu hainliktir. Kendi malındansa, savurganlıktır...”

Ebu Zer, şöyle diyordu:

“Yemin olsun, daha önce görmediğimiz işler ortaya çıktı. Bunlar ne Allah’ın kitabında, ne de peygamberinin sünnetinde var. Yemin olsun, söndürülen bir gerçek, yaşatılan bir yanlış, yalanlanan bir doğru söyleyen görüyorum.”

 

Habib bin Mesleme, Muaviye’ye şöyle dedi:

“Ebu Zer, Şam’ı senin aleyhine çeviriyor.™ Onlara ihtiyacınız varsa, Şam halkına yardım et.” Muaviye, Ebu Zer konusunda Osman’a bir mektup yazdı. Osman, Muaviye’ye şu cevabı verdi: “Cundub’u (bu, Ebu Zcr’in adıdır) en kötü binitle bana gönder.” Muaviye, gece-gündüz demeden yolculuk yapan bir grupla onu gönderdi. Ebu Zer, Medine’ye gelince, Osman’a şöyle demeye başladı: “Çocukları tayin ediyorsun. Adam kayırıyorsun. Tulekaya yakınlık gösteriyorsun.” Osman, onu Medine dışındaki Rebeze’ye sürdü. Ölünceye dek orada kaldı.”  

Zayıfların Koruyucusu Hz. Ali

Bu, “akîde”ye sımsıkı bağlı sahabe içindeki eski “zayıflar”ın protestoları, yalnızca Şam’a özgü değildi, bütün bölgelere yayılmıştı. Bu protestoların yayılmasında Halife Osman’ın başkenti Medine, en büyük paya sahipti. “Şûra”dan, hatta Beni Saide Sakifesindeki ilk halife seçimi toplantısından beri Ali bin Ebî Talib çevresinde belirginleşmeye başlayan muhalefet hareketine katılmak üzere, gelişmeye ve genişlemeye başlamıştı.

Hem Medine’de, hem de Mısır’da Osman’a karşı protesto hareketinde büyük etkisi bulunan eski “zayıflar”ın en belirginlerinden birisi Ammar bin Yasir’di. Gerçekten bu bölüğün Osman’a muhalefeti, “şûra” zamanına dek uzanır. Ammar bin Yasir ile Mikdad bin Esvcd’in, Ali bin Ebî Talib yerine Osman’ın “seçilmesine büyük tepki gösterdi.

Öyle anlaşılıyor ki, sahabenin eski “zayıflar” bölüğü, Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminden beri Ali bin Ebî Talib çevresinde toplanmıştı, kendilerine İslâm’da “akide topluluğu” denecek biçimde bir araya gelmişlerdi. Yani bunlar, çocuklarının ve mallarının, ibadetten alıkoyamadığı kişilerdi. “Gerçek muminler”in başında geliyorlardı.

Hz. Peygamber’den şöyle bir hadis rivayet edilir: “Dört kişiyi sevmem emredildi, çünkü Allah da onları seviyor; Ali, Ebu Zer, Selman ve Mikdad.” Onlar hakkında topluca veya ayrıca rivayet edilen hadisler de vardır. En ünlülerinden biri, Hz. Peygamber’in Ammar’a şu sözüdür; “Seni isyancı bir grup öldürecek.”’ Bir başkasında, Ebu Zer hakkında şöyle diyor: “Ebu Zer’in lehçesinden daha doğru, ne toprak yetiştirdi, ne de ağaç gölgeledi.”

Araştırıcı, sonraki nesillerin, Ebu Zer ve Ammar’a yüklediği nitelikleri ve kenara çekilmenin ve “Allah uğrunda kimsenin kınamasına aldırmayan” sesin iki sembolü kıldığı durumları ne kadar hesaba katmazsa katmasın, sonuçta kendini, zenginlik ve lüks görüntülerini açığa vurma ve Osman’ın ortaya çıkardığı “değişikliği” eleştirme konusundaki rolleri küçümsenemeyecek iki şahsiyet önünde bulur.

Ancak, bir tek farklı nokta vardır; Ebu Zer, tek başına ve belirli siyasî hedefleri olmaksızın, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir örnek kişiydi; iktidar sahiplerine karşı itirazda özel bir üslubu vardı; ama siyasî bir muhalefet türünü asla benimsemedi, “iyiliği emrettikleri ve kötülükten alıkoydukları sürece” yönetenlere itaatin gerektiğine inanıyordu. Çoğu kez şu hadisi söylerdi: “Rasulullah (s.a.v.) bana şöyle dedi: Burnu kopuk bir Habeşî köle de başında olsa, söz dinle ve itaat et.” Rivayete göre, Osman, Ebu Zere Rebeze’ye sürgün emrini verince, yanından gelerek ayrıldı ve şöyle dedi: “Baş üstüne; hatta bana Aden’e gitmemi emretse bile.”

Ammar bin Yasir’in Muhalefeti

Ebu Zer’in itirazlarını belirginleştiren gayri siyasî niteliğin aksine, Ammar bin Yasir’in muhalefeti “köktenci” bir siyasî muhalefetti. Hareketçi ve çatışmacı biriydi. Rivayetler ona, Osman’a karşı başkaldırıyı kışkırtmada temel rolü verir. Bunlardan biri, tarihî kaynaklarımızın belirttiği şu olaydır:

“Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ashabından bir bölük toplandı. Osman’ın, Hz. Peygamber’in, Ebubekir ve Ömer’in sünnetine aykırı davrandığı noktaları belirttikleri bir mektup yazdılar... Sonra bu bölük, mektubu bizzat Osman’ın eline verme konusunda sözleşti. Mektubu getiren on kişi içinde Ammar bin Yasir ve Mikdad bin Esved de vardı. Osman’a vermek üzere mektubu getirdiklerinde mektup Ammar’ın elindeyken, yavaş yavaş Ammar’ın yanından ayrıldılar, o tek başına kaldı. Ammar, yoluna devam edip, Osman’ın yanına vardı. Ondan izin istedi. Bir kış günü ona izin verdi. Yanında Mervan bin Hakem ve Umeyye oğullarından bazıları varken, Osman’ın huzuruna çıktı. Mektubu ona verdi. Osman, mektubu okudu ve “Bunu sen mi yazdın?” diye sorunca, “Evet” cevabını verdi. Osman “Yanında başka kimler vardı?” diye sordu, Ammar, şu cevabı verdi: “Yanımda senin korkundan dağılan bir bölük insan vardı.” Osman “Onlar kimdi?” diye sorunca, “Onları sana söyleyemem.” dedi. Osman “Onlar arasından niye sen buna cesaret ettin?” deyince Mervan şöyle dedi: “Ey mu’minlerin emîri! Bu siyah adam (Ammar) insanları sana karşı kışkırttı. Sen eğer onu öldürürsen, ardından sevdiğin birini kaybedersin.” Osman “Onu dövün!" dedi. Ona vurdular, Osman da onlarla beraber vurdu. Karnını yaraladılar. Kendinden geçti. Çekip evin kapısı önüne bıraktılar. Ummü Seleme’ye almasını emretti (Ummü Seleme, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) eşiydi, Mahzuni oğullanndandı, Ammar da bu kabilenin müttefikiydi). Onu evine aldı. Mugire oğullan (Mahzumîler) buna kızdı, onların müttefikiydi, Osman öğle namazına çıkınca, Hişam bin Velid bin Mugire yoluna çıktı ve şöyle dedi: “Eğer Ammar bu dayaktan dolayı ölürse, karşılık olarak Ümeyye oğullarından büyük bir adamı öldüreceğim.”

Belki de Mahzum oğullarının müttefiki olarak Ammar’ın gördüğü bu koruma, onu bu çatışmacı davranışa itiyordu. Mikdad bin Esved gibi öteki arkadaşları ise, “kabile’siz olduklarından, böyle bir korumaya sahip değildi.

Kaynaklar, Ammar’ın hem Medine’de, hem Mısır’da Osman’a karşı kışkırtmadaki rolüne ve çeşitli bölgelere mektup yazımına katıldığı noktasına açıkça işaret eder. Ammar, Muhammed bin Ebî Bekir ve Muhammed bin Ebî Huzeyfe, Osman’a karşı tepki hareketlerinin eş güdümünü sağlayan “yüksek kurul” gibiydi. “Çevre”deki isyancılar ve “merkez”deki Ali, Talha ve Zübeyr gibi sembollerle ilişki içindeydiler.

Başkaldıranlar Medine’yi işgal ettiklerinde ve Osman’ı kuşattıklarında, halife Osman, isteklerinin gerçekleşeceği vaadiyle isyancıları kentlerine dönmeye ikna için sahabeden nüfuzlarını kullanmalarını istedi. Başlarında Ali olmak üzere bu isteği gerçekleştirmeye çıktılar, ama Ammar bundan kaçındı. Osman, sahabeye katılması için Sa’d bin Ebî Vakkas’ı ona gönderdi. Şöyle diyerek kaçınmakta ısrarlı olduğunu belirtti. “Yemin olsun, onları, geri çevirmeyeceğim.”

Ammar, Osman’ın öldürülmesinden sonra, bir yandan Osman’ın katillerini destekleyerek, bir yandan da Emevilere karşı girişimlerini sürdürerek Ali’nin yanında olmaya devam etti. Bir gün Sıffin’de, insanları savaşa teşvik ederek şöyle dedi:

“Zalim birinin kanını istediklerini öne süren bir kavme karşı benimle gelin ey Allah’ın kulları! Onu öldürenler, iyi insanlardır, kötülüğü eleştirenlerdir, iyiliği emredenlerdir... Yemin olsun, onların kan (kısas) istediklerini sanmıyorum. Artık onlar dünyanın tadını aldılar, onun içine iyice daldılar, zevkine vardılar... Bu kavmin, itaat ve yönetimi hak ettikleri, İslam’a girişte öncelikleri yok. Diktatör hükümdar olmak için, haksız yere öldürüldü” diyerek yandaşlarını aldattılar.”

Zenginlik Karşısında Farklı Bakış Açıları

Ammar, Sıffîn günü, şöyle derken öldürüldü:

“Biz sizinle onun inişi için savaştık. Bugün ise tevili (yorumu) için savaşıyoruz.”

Gerçekten de Ammar, “tevil” için, Kur’an’ın yorumu için, hatta bütünüyle dinin yorumu için savaşıyordu. O ve arkadaşları da, davetin Mekke döneminde, Kureyş’in en şiddetli işkenceyi yaptığı, önlerinde “akide”ye, onun sunduğu eski çağlara ait ibret ve örneklere, hesap ve kıyamet gününe dair nitelik ve sahnelere bağlanmaktan başka bir seçeneğin olmadığı dönemde oluşan bir muhayyile ve bilinçten yola çıkıyordu. Her ne kadar Osman, tıpkı Ammar gibi, Mekke dönemini yaşamışsa da, onun Hz. Peygamber döneminde para sağlayan “devlet adamları”ndan ve Ebu Bekir ile Ömer zamanında büyük danışmanlardan biri olarak konumu, onu başka çeşit bir yoruma itiyordu.

Çağımızdaki yaygın deyimler kullanılırsa, şu mantıkla hareket ettiklerini söyleyebiliriz: Ammar, “devrim” mantığıyla, İslâm’ın putlara, Kureyş ileri gelenlerine ve savurganlara karşı devrimci mantığıyla düşünüyordu. Oysa Osman, Muaviye ve benzerleri, “devlet mantığı”yla düşünüyordu. Bu mantık, kaynağını ve doğrulayıcısını en azından kendi mantıklarında bizzat dinde, dinin naslarında, Hz. Peygamberin tutumlarında, Ebu Bekir ve Ömer’in tutumlarında buluyordu. Her iki yorum da İslâm’da siyasî aklın kurucu unsurlarından ikisini oluşturuyor.

Devletçi Tutum

Muaviye, Osman ve Said bin el-As zamanındaki görevlilerini eleştiren; “Sevâd, Kureyş’in bahçesidir” sözü dolayısıyla “fitne” çıkaran ve Osman’ın Suriye’ye sürülmesini emrettiği kişileri karşıladığında, daha önce “kabile" mantığıyla hareket etti. Ancak hemen dönüş yaptı. Onların dine bağlı kurra’dan olduğunu biliyordu. Hemen onlara, dinî bir dayanağa; Hz. Peygamber’in, Ebu Bekir ve Ömer’in tutumlarına (sîretlerine) dayanan başka bir mantıkla hitap etti. Onlara şöyle dedi:

“Size hatırlatmak isterim. Rasulullah (s.a.v.) masumdu, bana görev verdi ve işini aldı. Sonra Ebu Bekir halife oldu, bana görev verdi, sonra Ömer halife oldu, bana görev verdi. Hep onların yanında oldum, her biri beni benden hoşnut olarak göreve getirdi. Rasulullah (s.a.v.) işler için Müslümanların ehil ve yetkinlerini aradı. İctihad ehlini, (idari) işleri bilmeyenleri ve zayıfları aramadı…”

Ebu Zer, "Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanlara, acıklı bir azabı müjdele.” (Tevbe, 9/34) ayetine dayanarak, altın ve gümüş biriktirmeye saldırıya başlayınca, Muaviye onu çağırttı ve konuyu tartıştı, bu ayetin ehl-i kitap hakkında indiğini söyledi. Ebu Zer “Bu ayet hem bizim hakkımızda hem de onlar hakkında indi” diyerek cevap verdi." Gerçekten de ayetin bağlamı, her iki yoruma da açıktır... Zemahşerî, farklı görüşleri verdikten sonra, su sonuca varır: “Abdurrahman bin Avf , Talha bin Ubeydillah gibi sahabenin pek çoğu, mal biriktirir ve onlarda tasarruf yaparlardı. Mal edinmekten yüz çevirenlerden kimse onları kınamazdı. Çünkü maldan yüz çevirme demek, efdal olanın, takva ve zühde daha elverişli olanın seçilmesi demektir. Mal edinme ise, geniş bir mubahtır, sahibi kınanmaz.”

Osman’a karşı eleştiriler artınca, camiye gitti ve insanlara hitap etti:

“Her şeyin bir afeti, her işin bir sıkıntısı var. Bu ümmetin afeti ve bu nimetin sıkıntısı, ayıplayanlar ve eleştirenlerdir. (...) Ömer için kabul ettiklerinizi bana karşı eleştiri konusu yapıyorsunuz. Ama o sizi ayağıyla düzeltti, eliyle dövdü, diliyle yola getirdi. Sevdiğiniz sevmediğiniz konuda ona bağlandınız. Size yumuşak davrandım, size omuz verdim, elimi ve dilimi sizden çektim. Bana bu cüreti gösterdiniz. Hangi hakkınızı kaybettiniz? Benden önceki ve sizin karşı çıkmadığınız kişiden elde ettiklerinizi kısmadım. Mal arttı da arttı. Fazlalıkta istediğimi niye yapmayayım? O zaman niçin imam oldum?”  

Onu, belirli şeyler konusunda eleştirmişlerdi. En önemlisi, “ahdâs’a (25 yaşında Basra valisi yaptığı Abdullah bin Amir gibi gençlere) görev vermesiydi. Osman, bu eleştiriye bir yandan bölge halkının isteği olduğunu bildirerek, bir yandan da içlerinde Ebu Bekir ve Ömer gibi büyük sahabenin bulunduğu ordunun başına Hz. Peygamber’in genç Usame’yi tayin etmesini ve insanların bu konuda konuşmasına rağmen, Rasulullah’ın onları reddedip, Usame’yi görevde tutmasını belirterek cevap verdi. Ayrıca Rasulullah, 20 yaşındaki Attab bin Esîd’i Mekke’ye vali tayin etmişti. 

 

Osman, yakınlarını tercih ettiği; vali ve memurlarını onlardan tayin ettiği eleştirisinin yapıldığını duydu. “İçlerinde Ammar’ın da yer aldığı, bir bölük sahabeyi çağırttı, onlara söyle dedi: "Size soruyorum, beni doğrulamanızı istiyorum: Allah aşkına, Rasulullah’ın (s.a.v.) Kureyş’i başka insanlara, Hâşim oğullarını Kureyş’in ötekilerine tercih ettiğini biliyor musunuz?” Sustular, şöyle dedi: “Cennetin anahtarları elimde olsa, girmeleri için onları Umeyye oğullarına verirdim.” 

Abdullah bin Ebi Şerhe, İfrîkıye ganimetlerinin beşte birini vermiş olmakla eleştirdiler. Şu cevabı verdi:

“Ben ona, Allah’ın kendisine verdiğinin beşte birinden verdim (Merkeze gönderilen Allah’ın, peygamberinin ve yakınlarının payından). Yüz bindi, Ebu Bekir ve Ömer de benzer uygulamayı yapmıştı. Ordu, bundan hoşlanmadığını söyledi. Bunu kendilerinin olmadığı halde onlara geri verdim.”

İsyancılar, valilerini görevden alıp, başlarına “kanları ve malları konusunda kınanmayanları” getirmesini istediklerinde, onlara şu cevabı verdi:

“Sizin istediklerinizi tayin edersem, istemediklerinizi görevden alırsam, o zaman hiçbir yetkim yok demektir. O zaman iş, sizin işiniz.” Şu cevabı verdiler: “Ya yaparsın ya görevden alırsın ya da öldürülürsün. İster kendini düşün ister bırak.” Onlara karşı çıktı, şöyle dedi: “Allah’ın bana giydirdiği hiçbir giysiyi çıkarmayacağım.” 

Sonuç

Biz, dayanağını Hz. Peygamber’in, Ebu Bekir’in ve Ömer’in tutumlarında, “devletin mantığı”na değer veren bir dayanakta bulan, farklı bir “yorum” karşısındayız. Öyleyse, ne Ebu Zer el-Gıfarî ile Ammar bin Yasir’in, ne de Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın bakış açıları, yalnızca İslam’ı temsil eder. Bütün bu içtihatlar ve çeşitli yorumların hepsi, şu veya bu şekilde, dayanağını Kur’an’da veya sünnette, sahabe olarak, “selef-i salih’in sîreti (tutumu)” olarak bizzat kendi davranışlarında bulur.

Hulefa-i Raşidîn çağı, bir geçiş putperestlikten tevhide, “tenzil”den (ayetlerin inişi) “te’vil”e (ayetlerin yorumu), davet devletinden fetih devletine geçiş çağıdır. Her şey, “açık”tı. Mezhep yoktu. Çünkü sahabenin çoğu tasarrufları, Peygamberin şu hadisine dayanıyordu: “Siz, dünya işinizi daha iyi bilirsiniz.” Bunun yanı-sıra, kamu yararı ve Muhammedi davetin ruhu gözetiliyordu. Şu veya bu konuda içtihat ve tevil (yorum) yapılıyordu.

Prof. Dr. Muhammed Abid Cabiri'nin Arap-İslam Siyasi Aklı (Kitabevi:2001) adlı

kitabından kısaltılarak alınmıştır. Başlıklar bize ait.

bottom of page