Müslümanların Tarihi
Sahabe Döneminde Tefsir
Tefsir Tarihi ve Usulü (Anadolu Ünv: 2010) adlı kitaptan kısaltılarak alınmıştır.
Sahâbenin Kur’an’ı Tefsir Konusundaki Farklı Turumları
Hz. Peygamber’in vefatının ardından Kur’ân’ı tefsir etme göreviyle karşı karşıya kalan sahâbileri, bu husustaki yaklaşımları itibariyle iki gruba ayırmak mümkündür.
Tefsirden Kaçınanlar
Bunlardan bir grup, özellikle müteşâbih nassları tefsir etme konusunda oldukça çekingen davranarak re’y ile tefsire karşı çıkıyordu. Bu anlayışta Allah Resûlü’nün: “Kim bilgisizce Kur’ân hakkında bir şey söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın”, “Kim sırf kendi içtihâdıyla Kur’ân hakkında bir şey söylerse isabet etse bile hata etmiştir” şeklindeki sözlerinin etkili olduğu söylenebilir.
Bu yüzden olmalı ki meselâ Hz. Ebû Bekir kendisine … kelimesinin anlamı sorulduğunda: “Allah’ın kitabına dair herhangi bir şeyi kendi fikrime göre tefsîr eder veya anlamını bilmediğim bir şey hakkında konuşursam, hangi arz beni üzerinde taşır ve hangi semâ beni altında gölgelendirir?” demiştir.
Yine nakledildiğine göre Hz. Ömer, Subeyğ b. Asel adında bir şahsın Medine’ye gelip Kur’ân’ın müteşâbihleri hakkında soru sorduğunu öğrenince, onu huzuruna getirtip yaş bir hurma dalıyla kafasını kırıncaya kadar dövmüş sonra da Ebû Musâ el-Eş’arî’nin refakatinde Medine’nin dışına çıkartmıştır.
Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu'nun Kur'an Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Amiller
(Ankara Ünv.: 1960) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Bu tefsir hareketinden içtinab tabiûndan bazılarına da sirayet etmiştir. Mesela Said ibnu’l-Musayyıb (Ö.712) e, Kur’an’ın bir ayeti sorulduğunda “biz Kur’an hakkında bir şey demeyiz” derdi. Diğer bir haberde, ona Kuran’dan bir ayet sorulduğunda “bana Kur’andan sormayın, onu, kendisine bir şey gizli olmadığını zannedene -İkrime’yi kast ederek- sorun” diyordu.
Kur’an’ı Tefsir Edenler
Kur’ar’nın tefsiri hususunda rey izharından korkanlar bulunmakla beraber, sahabe ve tabiûndan birçok kimselerin Kur’an tefsiri ile meşgul olduklarım görmekteyiz. Mesela, Abdullah ibn Mes’ud ve Abdullah ibn Abbas gibi müfessir sahabîler, sûreleri okuyor ve tefsir ediyorlardı, Tefsirde meşhur olan bu iki şahsın, ilk devirde bildikleri hususlarda konuştuklarını ve tefsirde ihtiyatlı hareket ettiklerini görmekteyiz.
Bir gün İbn Mes’ud eshabı arasında otururken, birisi gelip bir şahsın Duhan ayetini zannına göre şöyle şöyle anlattığını söyledi. İbn Mes’ud bu habere kızarak, ey insanlar, Allahtan sakının. Bir kimse bir şey biliyorsa o bildiği şeyi söylesin. Eğer bilmiyorsa, o zaman Allah en iyi bilendir desin, demişti.
Haberden anlaşılıyor ki ilk devirde sahabe bildiklerini söylemişler, bilmedikleri hususlarda da bilgimiz yoktur diye itiraf etmişlerdir. Tefsir hususunda bildiklerini söylemeye ve tefsire teşvik eden haberler pek çoktur. Said ibn Cübeyr (Ö.713) “Kur’an’ı okuyup ta sonra tefsir etmeyen kimse kör ve a’rabi gibidir” demektedir.
Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu'nun Tefsir Tarihi (Fecr: 1996) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu'nun Tefsir Tarihi (Fecr: 1996) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Sahabe Tefsirinde Esbabu Nüzulün Önemi
Hz. Peygamber’den sonra tefsir sahasında en mühim rolü sahabe almıştı. Hz. Peygamber’in muhatabı olan bu muhterem zevatı tefsir sahasında iki şey yükseltiyordu. Birincisi, sarsılmaz mutlak imanları, İkincisi ise, hâdise ve sebepleri müşahede edip, hâdiselerle hükümler arasında münasebet kurabilmeleri idi. Kısacası, nüzûl sebeplerine vâkıf olmaları idi.
Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu'nun Kur'an Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Amiller
(Ankara Ünv.: 1960) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Peygambere bir ayet nazil olduğu zaman nüzulüne sebep olan hadiseyi ve sebebini, aynı zamanda sual sormak isteyenin durumunu ve suali sormasındaki sebebi bilmeleriydi. Sahabe sadece hadiseyi görmez aynı zamanda o hadisenin sebebini de bilirdi. Değişik sebeplerle vuku bulan ve değişik hadiselere göre nazil olan ayetler ayrı ayrı hüküm ihtiva ederlerdi.
Hazreti Ömer, şu ümmet, nebileri bir olduğu halde nasıl olurda ihtilaf ediyor diye İbn Abbas’a sorduğunda, cevaben, ey mü’minlerin emiri, Kur’an bizim üzerimize nazil oldu, onu okuduk ve niçin nazil olduğunu biliyorduk. Bizden sonrakiler, Kur’an’ı okuyacaklar ve niçin nazil olduğunu bilmeyeceklerdir. Onlar reye müracaat edecekler, rey olunca da aralarında ihtilaf olacaktır” demiştir.
Sahabilerin Hepsi Kur’an’ı Aynı Ölçüde mi Anladı?
Sahabe Kur’anı okuyor onun muhteviyatını iyi öğrenmek istiyordu. Abdullah ibn Ömer (Ö.692) Bakara suresini öğrenmek için, bu sure üzerinde sekiz sene durduğunu söylemektedir. Ebu Abdirrahman es-Sülemi, “Osman, İbn Mes’ud ve başkaları Peygamberden on ayeti ilim amel bakımından öğreniyorlar ve bu on ayeti öğrenmeden diğerine geçmiyorlardı” diyor.
Sahabe, Kur’anın manasını anlamakta insanların en muktediri sayılır. Fakat onlar arasında ilim bakımından büyük farklar olduğu gibi, fazilet bakımından da müsavi değillerdi. Bazısı bazısından daha alimdi.
Bu hususda İbn Haldun (Ö.803/1406) mukaddimesinde mubağlalı bir iddiayı ileri sürmektedir. “Kur’an arap dili ve Arap dilinin belagatı ile nazil olmuştur. O çağlarda arapların her biri Kur’anı ve onun bütün ayrı ayrı kelime ve terkiplerini anlıyordu. Kur’an tanrının birliği vak'a ve hadiselere uygun olarak ve farz olan dini vazifeleri anlatarak cümle cümle, ayet ayet iniyordu.”
Evet, Kur’an Arap lisanı ve Arap lisanı üslubiyle nazil oluyordu. Nazil olan Kur’anı sahabe duyar duymaz gerek müfredat gerekse terkipler bakımından anlıyordu demek hakikate mugayirdir. Çünkü bu, herhangi bir dilde yazılmış bir kitabı, o dile mensup olanlar taralından tamamen anlaşılıyordu demek gibidir. Yazılan bir eseri anlamak için o dili bilmek kifayet etmez. Aynı zamanda aklen ve kültür bakımından da o kitabın seviyesine yükselmek lazımdır. Her cemiyette insanlar kültür bakımından bir olabilirler mi? Asrı saadette de sahabe aklen ve kültür bakımından çeşitli idi. Bunu vakıalar ispat etmektedir.
Hadise ve sebeplere vakıf olan sahabe, şüphesiz ki Kur’anı sonra gelenlerden daha iyi anlayacaktır. Ama bu anlayış hepsinde aynı olamazdı. İbn Haldun, o zaman Kur’anın muhatapları onun kelime ve terkiplerini anlıyorlardı demesi, hadiselere mutabık değildir. Eğer ibn Haldun’un dediği doğru olsaydı ilk devirde basit dahi olsa bazı münakaşa ve ihtilafların olmaması icap ederdi.
Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu'nun Tefsir Tarihi (Fecr: 1996) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Onlar, Kur’ân’ı anlamakta insanların en muktediri sayılır. Çünkü Kur’ân Arap dili ile ve onların belâgat üslûplarıyla nâzil olmuştu. Onlar, O’nun maksat ve hedefini idrak edebiliyor, O’nu umumî olarak anlayabiliyorlardı. Bununla beraber aralarında anlayış ve idrak farkları olması tabiî idi. Sahabenin topladığı bilgi malzemesi ve âdetlere vukufları bakımından anlayışları başka başka olabilirdi. Bunlar daha ziyade, İlmî derecelerindeki farklılık ve aklî mevhibelerinden ileri gelmekte idi. Farklı akliyata sahip olan sahabenin, kendi dil ve üslûbları ile nâzil olmuş olan Kur’ân’ı anlayışları aynı olamazdı. Kısacası, bütün sahabenin Kur’ân’ı, icmâlen ve tafsilen aynı derecede anlamaları mümkün olamazdı.
Sahabenin ileri gelenlerinden biri olan Hz. Ömer’in manasını anlamayarak sormuş olduğu kelimeler vardır. Mesela, Abese Sûresi'ni okurken “Fâkibenin ne olduğunu biliyoruz, fakat Ebben nedir?” diye sormuştur. Tefsir ilminde büyük bir şöhrete ulaşmış olan İbn Abbas bile, Kur’ân’dan bazı kelimeleri bilmediğini itiraf etmektedir.
Tefsir ilminde Şöhret Kazanan Sahabiler
Tefsir ilminde şöhret kazanan şu zevatı ilk başta sayabiliriz:
-
Ali b. Ebi Talib (Ö. 661),
-
Abdullah b. Mes'ud (Ö. 652),
-
Ubeyy b. Ka'b (Ö. 640),
-
Abdullah b. Abbas (Ö. 688),
-
Ebû Musâ el-Eş'ari (Ö. 664),
-
Zeyd b. Sabit (Ö. 665)
-
Abdullah b. ez-Zübeyr (Ö.692).
Tefsir Tarihi ve Usulü (Anadolu Ünv: 2010) adlı kitaptan kısaltılarak alınmıştır.
İbn. Abbâs (?-688)
İbn Abbâs hicretten üç yıl kadar önce Mekke’de doğmuştur. Hz. Osman’ın hilâfeti döneminde hac emiri, Hz. Ali zamanında da Basra valisi olarak görev yapan İbn Abbâs, bu arada Cemel ve Sıffin savaşlarına Hz. Ali taraftarı olarak katılmakla birlikte, hayatı boyunca hep Müslümanların birlik ve beraberliğini savunmuştur. Bunun gerçekleşmesi için de zaman zaman yetkilileri uyarmış, gerektiğinde eleştirmiş ve kendisine yapılan halifelik tekliflerine de hiçbir zaman iltifat etmemiştir. Hz. Peygamber’in vefatı sırasında henüz 13 veya 15 yaşlarında bulunan Abdullah b. Abbâs, ömrünü İslâm’ın yücelmesi için ilim yolunda harcamış ve 70 yaşında iken (688) Tâif’de vefat etmiştir.
Çok hadis rivayet eden (müksirûn) bir sahâbi olarak hadis ilmine, fetvalarının çokluğuyla da fıkıh ilmine olan katkıları yanında, hemen her ayet hakkında yapmış olduğu farklı rivayetlerle de tefsir ilminde bir otoritedir. Bu yüzdendir ki onun tefsir ilmindeki üstünlüğü daha ilk devirlerden itibaren hemen herkes tarafından kabul edilmiştir.
Abdullah b. Abbas’ın tefsirle ilgili rivayetleri Atâ b. Ebî Rabâh tarafından kaleme alınan Garîbu’l-Kur’ân adlı bir kitapta toplanmıştır. Bu kitap, Kur’ân’daki garip kelimelerin hangi Arap kabilesinin lehçesinden alınmış olduğunu göstermesi bakımından önem arzetmektedir.
Abdülaziz b. Abdillah İbn Abbâs’tan nakledilen çeşitli tefsir rivayetlerini bir araya getirmiş ve söz konusu malzemeyi, Tefsiru İbn Abbâs ve Merviyyâtuhu adıyla iki ciltlik kitapta toplayarak neşretmiştir.
Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu'nun Kur'an Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Amiller
(Ankara Ünv.: 1960) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Sahabe arasında, tefsir sahasında en fazla şöhret yapanlardan biri, belki de en mühimmi Abdullah ibn Abbasdır (ö. 688). İbn Abbas, Peygamberden ve sahaheden işittiklerini naklederdi. Kendisi bu hususta “Ben muhacir ve Ensar’ın büyüklerinden, Peygamberin magazileri ve Kur’an’ın nüzulünden sorardım” diyor.
Tefsirdeki haberler sahabe vasıtası ile Peygambere veyahut ta sahabenin içtihadına dayanır. Tefsir hususunda gelen haberlerin ekserisi İbn Abbas’a istinad eder. Bilhassa rivayet tefsirinin zamanımıza kadar intikali İbn Abbasdan alan tilmizleri vasıtasiyle nakledilmiştir.
İbn Abbas’ın ilmi hakkında çok söz söylenmiş, O, Hazreti Ömer tarafından yaşlı sahabeye takdim edilmişti. İbn Mes’ud, Zeyd ibn Sabit’i zemmeder mahiyette sözler sarf ederken, Peygamber devrinde çocuk denecek yaşta olan İbn Abbas için “Evet O, Kur’anın tercümanıdır” diyordu.
Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu'nun Tefsir Tarihi (Fecr: 1996) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Abdullah b. Mes’ûd (?-652)
Bu büyük sahabinin İslam'dan önceki hayatı ve ailesi hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz. Çok fakir bir ailenin çocuğu olduğu için İslam'dan önceki devrede "Cahiliye devrinde" şöhrete ulaşmamış, fakat onun asıl hayatı, Müslüman olduktan sonra başlamıştır. İslam'ı kabul eden, üçüncü kişi olduğu söylenirse de bizzat kendisi, İslam'daki yerini altıncı sıraya koymakla şeref duyduğunu söylemektedir.
İslam’ın ilk günlerinde Müslüman olan Abdullah b. Mes'ud, zayıf, nahif bedeni ve ilmi ile İslam'a büyük hizmetlerde bulunmuştur. Hz. Peygamber tarafından cennetle müjdelenen Abdullah b. Mes'ud, kısa bir boya, zayıf bir bedene, ince bacaklara ve esmer bir tene sahipti. Temiz ve güzel elbiseler giymesini seven, güzel kokular sürünen bir kimse idi.
Mescid-i Nebevinin hemen yanında yerleşmiş olması, her zaman Hz. Peygamber'in yanına serbestçe girebilmesi, O'nun Peygamberle her an beraber olmasına vesile olmuştu. Bu bakımdan Abdullah, birçok hususlarda Hz. Peygamber'e benzetilirdi. İbn-i Mes'ud, bilgisinin büyük bir kısmını, Hz. Peygamberden almıştı.
Hz. Ömer'in hilafetinde, Ömer tarafından Kûfe şehrinde vazifelendirilmiştir. Burada, İbn-i Mes'ud'un iki vazife yaptığını görmekteyiz. Birincisi, kadılık ve İkincisi ise beytu'l-mâl memurluğudur. Hz. Ömer'in şehit edilmesinden sonra, Medine'ye dönmüş, bir müddet orada kalmıştı. Hz. Osman'ın onu görevlendirmesi üzerine tekrar Kufe'ye eski vazifesine dönmüştü.
Abdullah b.Mes'ud, Kufe'de sadece idari vazifelerde bulunmamış, orada ve Medine'de İslami ilimlerde öğretmenlik yapmıştır. Kûfe'den ayrılmadan evvel, tefsir, kıraat, hadis ve fıkıh medreselerinin de temellerini atmış bulunuyordu. Bu büyük sahabi, altmış yaşını geçmiş olduğu bir sırada 652 yılında, Hz. Osman'ın hilafeti zamanında, Medine'de vefat etti.
Kur'an'ı Kerim'in vahyi, tertibi, kıraati ve tefsiri gibi konular bahis konusu edilince, îbn-i Abbas'dan sonra hemen akla gelen isim Abdullah b. Mes'ud'dur. Hz. Peygamberin yanında gece gündüz ayrılmayan ve onun hizmetinde bulunan Ibn-i Mes'ud Kur'an ilimlerine büyük hizmette bulunmuştur. Şüphesiz o, Allah'ın kitabının en büyük müfessirlerinden biridir. Adeta kendini bu yola adamıştır. Kendisinden şöyle rivayet edilir:
"Sûrelerin ve ayetlerin nerede nazil olduğunu en iyi bildiğini söyledikten sonra, eğer Allah'ın kitabını benden iyi bilen birinin bulunduğu yeri bilseydim, devemi derhal hazırlayıp biner, muhakkak oraya giderdim."
îbn-i Mes'ud, Irak tefsir medresesinin temelini atan kişidir. Bu medrese fıkıhta olduğu gibi, tefsirde de re'ye ehemmiyet vermiş ve bu medreseden daha sonraki nesillere, bu ilimleri nakleden pek çok kimseler yetişmiştir.
İbn-i Mes'ud'un ilmi, Hz. Peygamer'e olan ittisal ile başlar. Güzel Kur'an okur, Hz. Peygamber, onun Kur'an okuyuşunu zevkle dinlerdi. Sahabe arasında, Kur'an hafızlarının en önde gelenlerindendi. Kendisinin topladığı ve adına izafe edilen bir mushafı vardı.
Biliyoruz ki, ekseri sahabe nazil olan ayetleri ezberler ve bunların amelî tatbikatını öğrenmedikçe, diğerlerine geçmezlerdi. Mesrûk, hocası hakkında "Abdullah bize evvela bir sûreyi okur, sonra da bu sûreyi bütün gün tefsir ederdi." demektedir. O halde İbn-i Mes'ud, etrafında bulunan talebesine ayetlerle ilgili fıkhı hükümlerden, sebebi nüzulden, nasih ve mensuhdan bahsetmekte idi.
İbn-i Mes'ud, müteşabih ayetler hakkında te'vil yolunu kabul eden sahabedendir.
Kur'an, tefsir, kıraat ve hadis ilimlerinde imam olan îbn-i Mes'ud, bu ilimlerin tatbikatı mahiyetinde olan fıkıh ilminde de bir önder olacağı tabiidir. Uzun müddet Kufe'de kalmış, orada İslami ilimler alanında pek çok kıymetli talebe yetiştirmiştir. Ebu Hanife'nin fıkhi meselelerinin çoğu, Abdullah b. Mes'ud'un görüşlerine dayanmaktadır. Şer'i delil bulunmayan birçok meselelerde fikir, kıyas ve re'y ile hareket edilme esasını Iraklılara öğreten îbn-i Mes'ud olmuştur. Onun kolaylaştırıcı bu akli usulü Alkame-İbrahim-Hammad vasıtasıyla Ebu Hanife'ye kadar ulaşmaktadır.
îbn-i Mes'ud, böyle bir re'y yoluna mutlak surette bir nass bulunmadığı zamanlarda giderdi. Kat'i olarak hadis olduğu sabit olmayan sözlerle, hadis imiş gibi amel etmektense, re'y ve kıyasla ameli tercih eder ve bundan gelecek her türlü mes'uliyeti yüklenmeyi kabul ederdi. Herhangi bir meselede re'y ile karar verdikten sonra "Bunu reyime dayanarak söylüyorum. Doğru ise bu Allah'ın lütfundandır. Eğer hata ise benden ve şeytandandır" demeyi ihmal etmezdi.