Arayan İnsan
İslam'a Giriş

Kur'an'ı Tarihe Müdahil Kılmanın İmkânları
Şevket Kotan'ın'ın Kur'an ve Tarihselcilik (Beyan:2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
​
Kur’an, Allah’ın insana son sözüdür. Hal böyle olunca bu iliÅŸkilere dair prensipler kalıcıdırlar, zamanın ve tarihselliklerin deÄŸiÅŸmesiyle deÄŸiÅŸmeleri söz konusu deÄŸildir. Ancak özellikle insanlar arası iliÅŸkileri düzenleyen ahkamın iÅŸletilmesi ya hükmün sevk edilmesinin dayandığı illetin ortadan kalkması veya bulunmaması, ya tarihsel ÅŸerait gereÄŸi onunla gerçekleÅŸmesi istenen gayenin gerçekleÅŸmiyor olması ya da tarihsel hadisatla hükümlerin tekabuliyetsizliÄŸi gibi durumlarda durdurulabilmekte, hüküm uygulamadan kaldırılabilmektedir. Bu durumda uygulamadan kaldırılan hükmün yerine ya Kur'an ve Sünnetten yeni bir hükme müracaat edilmekte ya da bulunmasa, ictihadla yeni bir çözüm aranmaktadır. Ama hükmün uygulamadan kaldırılmasının manası, hükmün deÄŸiÅŸmesi deÄŸildir, uygulama vasatı oluÅŸtuÄŸu her zaman tekrar yürürlüÄŸe konulur.
​
Klasik İslami anlayışın temsilcileri olan ulemanın bu çabası ve Kur’an’ın yorumu hususunda izlediÄŸi yol ve baÅŸvurduÄŸu bu tedbir, klasik İslami görüÅŸün Kur’an’ı anlama-yorumlamaya iliÅŸkin anlayışını serimlemektedir. Bu yorum anlayışı ile, Kur’an'ın tarihe müdahil kılınması için, tarihsel ÅŸerait hesaba katılarak ve murad-ı ilahi gözetilerek olgulardan hareketle ictihad yapılmıştır. İctihad hem hükmün anlaşılması hususunda, hem hükmün olaya tekabuliyeti konusunda hem de olay ve yoruma uygun hükmün ve beyanın bulunmaması durumunda yapılmış ve bunun için kıyas, istihsan, mesalih vb. gibi ictihad yol ve yöntemleri tespit edilmiÅŸ, sonra da ulaşılan yorumların icma ile tabir yerindeyse “saÄŸlaması” yapılmaya çalışılmıştır. Rahatlıkla denilebilir ki, geleneksel İslami anlayışta ÅŸer'i hükmün bulunmadığı konuların çözümüne dair içtihada, seküler bir anlam atfedilmemiÅŸtir.
​
I. İslami Akıl: İçtihad
Kur'an'ın tarihi bütünüyle kayıtlayacak sınırlar koymayı istemediÄŸi, sınırlı sayıdaki ahkamı belirleme dışında tarih alanının düzene kavuÅŸturulmasını insana bıraktığı ve bunu bilinçli olarak yaptığı belirgindir. O, yirmi küsur yıllık inzal dönemi gibi uzun bir zaman dilimi içerisinde tarihsel alana dair çok az sayılabilecek ahkam belirlemekle, tarihi tümüyle kayıtlamaktan kaçındığını ortaya koymuÅŸtur. Kur’an, tarihin fazlaca kayıtlanacağı anlamına gelen çok sayıda hükmün konulacağına neden olacak çok soru sorulmasını kerih görmüÅŸ ve Müslümanların çok soru sormamalarını istemiÅŸtir.
​
Kur'an'ın bu tutumu, Hz. Peygamber'in davranışlarında somutlaşır. Hz. Peygamber de din konusunda çok soru sorulmasını yeriyor. Hz. Peygamber'in bu tutumundan en azından iki sonuç çıkar:
-
Tarih statik değil, değişir; dolayısıyla değişen tarihi kayıt altına almak yerine onu aklı kullanmakla karşılamak gerekiyor.
-
Açıklandığı takdirde hükümler baÄŸlayıcı olurlar, deÄŸiÅŸmezler.
Hz. Peygamber'in tarih karşısındaki bu tutumu Müslümanlarca da sürdürülmüÅŸ, Müslümanlar, açıklanmış hükümleri deÄŸiÅŸmez evrensel hükümler olarak kabul etmiÅŸler gerek bu hükümlerin mahiyeti konusunda gerekse de hakkında hüküm bulunmayan konularda içtihad yapmışlardır. Kur'an'ın ortaya koymuÅŸ bulunduÄŸu tarih bilinci, Müslümanların içtihadın alanını geniÅŸ tutmalarıyla neticelenmiÅŸtir. BaÅŸtan itibaren, sahabe ve daha sonra ulema-fukaha ortaya çıkan hadisatın tarihsel niteliÄŸinden hareketle içtihadı "nass”a da uygulamışlar, hükmün olaya tekabüliyetini araÅŸtırmış, deÄŸiÅŸen tarihsel ve öznel durumlarla hükmün tekabüliyetine dikkat etmiÅŸler, buna göre hükmü ya uygulamışlar, gerekirse tahsis etmiÅŸler ya da askıya almışlardır. Askıya aldıkları hükmün yerine "illet” durumuna göre ya Kur'an'da ve Sünnet'te buldukları baÅŸka bir hükmü koymuÅŸlar ya da içtihadla yeni bir hüküm uygun görmüÅŸlerdir. Bu anlamda, Karaman'ın ifadesiyle nassın elfazını aÅŸmışlardır. Bu bakımdan içtihad, tarihsel geliÅŸmeler karşısında Kur'an’ın yorumlanarak, hayata-tarihe müdahil kılınması çabasını ifade eder.
​
II. Anlama-Yorumlama: Te'vil
Daha önce İslam tarihselcilerinin söz konusu edilen yaklaşımlarında görüldüÄŸü gibi İslam tarihselciliÄŸi, Kur'an'ı anlamaya iliÅŸkin tezlerinin meÅŸrüiyetini geleneksel yaklaşımın bu konudaki yetersizliÄŸine dayandırmaktadır. İslam geleneÄŸinde Kur'an’ı anlama-yorumlamaya dair çabalar olarak tefsir ve fıkıh disiplinleri ile bunların dayandıkları usûller, dilbilimsel çerçevenin dışına çıkamadıkları, parçacı bir yaklaşım sergiledikleri ve lafzı anlamın ötesine geçemedikleri ile eleÅŸtirilmektedir. Buna göre böyle bir yaklaşımın ise Murad-ı ilahiyi ve dolayısıyla Kur’an'ın genel anlamını ortaya çıkaramayacağı açıktır. Oysa Kur'an'ın bütün tarihlerde hayata müdahil kılınabilmesi, onun genel anlamının bilinmesiyle ancak mümkün olabilir, denilmektedir.
​
Bu meyanda fıkıh sahasındaki anlama-yorumlama çabası ÅŸöyle eleÅŸtirilmektedir:
"Fıkıh alanında önceliÄŸin mana üzerine lafza verilmesinin neticesinde fakihler lafızların manaya delalet yollarını araÅŸtırmakla yani dilsel unsurlarla uÄŸraÅŸmışlar ve Mekasıdu'ÅŸ-Åžeria'yı ihmal etmiÅŸler veya en azından büyük oranda ikinci plana atmışlardır. Bundan dolayı tabiri caiz ise Mekasıdu'l-Lüga egemen olmuÅŸtur. Böylece teÅŸri', genel maslahatın araÅŸtırılmasına dayanan külli kaideler üzerine bina edileceÄŸi yerde lafız-mana arasındaki iliÅŸki bağına hapsedilmiÅŸtir. Bu da içtihad kapısının kapanmasını saÄŸlamıştır."
​
Öncelikle ifade etmek gerekir ki, hiçbir metnin, metnin oluÅŸtuÄŸu tarih ve tarihsel vasatı aydınlatacak tarihsel veriler bilinmeksizin ve metne dair dilbilimsel çalışmalar yapılmaksızın anlaşılmasından sözedilemez. Bir metnin anlaşılma süreci, ancak bu unsurların aydınlatılması çabasıyla baÅŸlar. Hal böyle olunca ulemanın Kur'an'ı anlamak için tefsir ve fıkıh usûlü kitaplarında tarihsel ve dilbilimsel konuları iÅŸlemiÅŸ olmaları ve bunları gerekli görmeleri yadırganmak yerine takdir edilmelidir. Biraz sonra iÅŸleneceÄŸi gibi bu, ulemanın Kur'an'ı anlamayı bundan ibaret saydıkları anlamına da gelmemektedir.
​
Unutmamak gerekir ki, anlamanın konusu bir metin olarak Kur’an söz konusu olduÄŸunda, en azından Müslümanlar için herhangi bir metinden farklı bir metin söz konusu olmaktadır. Çünkü Kur'an beÅŸeri-tarihsel bir zihnin ürünü tarihsel bir kitap deÄŸil, ilahı bir kitaptır. Bu kitap birtakım ilkeler getirmiÅŸtir ve bunları buyurmaktadır. İnsanı yaÅŸadığı alemde durması gereken yerde tutmak için indirilen bu kitap, bu yüzden normatif ve buyurucu bir metindir. Böyle olunca hayatını bu norm ve buyruklar uyarınca yaÅŸamakla mükellef bulunan ulemanın Kur’an’ın tek tek ayetleri üzerinde durarak her bir ayetin hayata dair ne söylediÄŸini öÄŸrenmeye çalışmaları ile bir anlayanın herhangi tarihsel bir metni anlamaya dair çabası arasında giderilemez farklılıklar bulunmaktadır. Bu yüzden bir sanat eserinin ilham ettiÄŸi anlamlara dair sürdürülen hermenötik tartışmalar ile Kur’an’ı anlamaya dair tartışmaların mahiyet farkı görmemezlikten gelinmemelidir.
​
Bir vahiy olarak Kur’an’ın "anlamı” söz konusu olduÄŸunda önemli olan, müminlerinin bu metnin lafzı anlamının ötesinde bir anlam aramayı meÅŸrû görüp görmedikleridir. Çünkü "anlam” ve anlama anlayışında temel nokta, bir lafzın ya da bir görüntünün zahiri anlamının ya da ilk bakışta tezahür eden anlamının ötesinde bir anlam aramaktır. Bakıldığında Müslümanların daha baÅŸtan itibaren lafzı anlamın ötesindeki derûni bir anlam bilincine sahip oldukları ve lafzı anlamla kendilerini sınırlamadıkları görülmektedir. Ama aynı zamanda bu bilince az önce sözü edilen nedenlerden dolayı zahiri anlamı esas alma tutumu da eÅŸlik etmiÅŸtir. Kur'an'ın zahiri-lafzı anlamı ile genel anlamının tearuz halinde olamayacağı ise temel ilke olarak korunmuÅŸtur. Bir bakıma lafzı anlam, ulaşılan öznel anlamların meÅŸrüiyetinin ÅŸahidi olarak görülmüÅŸtür. Batıni-mistik akımların Kur'an'a atfettikleri, Kur'an'ın hem lafzı hem de ruhuyla tearuz halindeki yorumlara ÅŸahit olma tecrübesini yaÅŸayan ümmetin duyduÄŸu yorumun meÅŸrüiyeti kaygısının, bu yüzden yerinde bir kaygı olduÄŸu açıktır. Bununla yorumda meÅŸrüiyetin saÄŸlanmasını temin edecek unsurların bulunmamasının, yorum konusunda bir kaos ortamı doÄŸuracağı tecrübeyle görülmüÅŸtür. Bu yüzden de olmalı ki ulema, aşırı lafızcılıkla batınılik arasında orta bir yol tutturmaya özen göstermiÅŸ, lafız-mana iliÅŸkisinde hassas olmuÅŸlardır.
​
Her ÅŸeyden önce ulema Allah'ın kelamı olan bir metinle karşı karşıya olduklarının bilincinde idiler ve dolayısıyla yorum konusunda ihtiyatlı davranmışlardır. Bu ihtiyatı onların bütün çabalarında görmek mümkündür. Bu yüzden onlar, gerek bir ayet hakkında görüÅŸ belirtmek, gerekse de Kur'an'a dair bir ÅŸey söylemek durumunda olduklarında ya da tefsir yaptıklarında, Kur’an’a ya da söz konusu ayete iliÅŸkin olabilecek bilgiyi elde etmeye çalışıyorlardı. Çünkü onlar, Kur'an’a keyfi mana vermenin vebali mucib olacağını biliyorlardı. Hz. Peygamber’den rivayet edilen "Bilgisi olmadan Kur’an’ı tefsir eden kimse, cehennemdeki yerine hazırlansın” hadisinden haÅŸyet duyuyorlardı. Bu yüzden, yorumun ancak "bilgi”ye dayanılarak yapılabileceÄŸi anlayışına sahiptiler.
Bütün bunlardan sonra ulema, lafzı anlamın ötesindeki anlamı arama çabasında olmakla birlikte nesnel anlamı ortaya çıkarmanın neredeyse imkânsız olduÄŸunun açıkça farkındadır. Çünkü ulema, bir ayetin lafzında mündemiç olan murad-ı ilahınin bilinmesinin "muhtemel” düzeyde olacağının bilincinde görünmektedir. Bu konuda da Suyuti, "Bu durumda müfessirin, ayet, ÅŸu veya bu manaya muhtemeldir demesi, bir hükmün fetvasına mecbur kalmadıkça kesin hüküm vermemesi, ÅŸayet mecburiyet varsa bu konuda içtihadda bulunması, yaptığı içtihadın hilafı mümkün olmakla birlikte, kendi içtihadına göre ayete mana vermesi yerinde olur" ifadelerini kullanmaktadır.
​
İşte ulemanın anlama-yorumlama konusundaki bu anlayışı, onların bu konuda özgün bir tarz ve tutumla hareket etmelerini saÄŸlamıştır. Bu nedenle olmalı ki, Kur'an'ın ihtiva ettiÄŸi manaların bilinmesinin önünde engel olacak her ÅŸeyi kaldırmaya çalışmışlar, tarihsel ve dilbilimsel çalışmalar üzerinde eÅŸine rastlanmayacak kadar yoÄŸunlaÅŸmışlardır. Bundan sonra tek tek ayetleri ele almış, onlarda mündemiç olan lafzı ve de lafız ötesi derûni anlamları bulmaya uÄŸraÅŸmışlardır. Ulemanın tek tek ayetler üzerinde yoÄŸunlaÅŸmasında ve Kur’an'ın literal anlamını önemsemesinde Kur'an'ın genel anlamını bulma açısından yadırganacak bir ÅŸey olmamalıdır. Çünkü açıktır ki tek tek ayetlerin anlamları bilinmeden, genel anlamı ya da anlamları bilme imkânı olmaz. "Metin ne demektedir” sorusunun cevabı bulunmadan, "Metinle ne demek istenmiÅŸtir” sorusunun cevabının bulunmasının imkânsız olduÄŸu da açıktır. Ayrıca Müslümanların, ayetlerin ihtiva ettiÄŸi anlamları mükellefiyet açısından bilmeleri gibi bir sorumluluklarının bulunduÄŸu da unutulmamalıdır.
​
Tarihselci teolojinin ulemayı dilbilimsel çalışmaların içerisinde boÄŸulup, Kur'an'ın anlamını ortaya çıkarma giriÅŸiminde bulunmadıkları, sadece lafzı anlamlarla ilgilendikleri ÅŸeklinde eleÅŸtirmesi, bu yüzden haklı bir zemine oturmamaktadır. Tarihselci teolojinin bu eleÅŸtirisi, anlamayı bir metodolojiyle istihsal edilecek bir edim olarak görmelerine dayanmaktadır. Halbuki anlama edimi, bir metodolojiyi beklemez, bir metnin ifade ettiÄŸi mananın kavranması, o metinle karşılaşıldığı andan itibaren varoluÅŸsal olarak baÅŸlar, anlama uÄŸraşı ile birlikte sürüp gider. Çünkü insan varoluÅŸsal olarak böyle bir varlıktır, onun elinde mesela bir metinle karşılaşıldığında anlama faaliyetini durdurup bir aÅŸamadan sonra baÅŸlatacak bir ayarı, bir aleti yoktur. O sürekli anlar, manalardan manalar çıkarır. UlaÅŸtığı her anlamdan yeni anlamlara ulaşır. Bu yüzden burada önemli olan, insanın kendi tarihselliÄŸinin bilincinde olmasıdır. Çünkü anlam tarihsellikle kurulan bir ÅŸeydir; bu da öz-düÅŸünümselliÄŸi gerektirir, anlayanın kendini samimiyetle metne açmasını, onunla bir diyalog içerisinde olmasını gerektirir. Ama gerekli bu tutuma raÄŸmen anlam yine de görece-öznel olmak durumundadır. Çünkü, herÅŸeye raÄŸmen insanın Allah'ın "zihnini” deÅŸifre etme imkânı yoktur. Bu yüzden Kur'an'ın anlamı söz konusu olduÄŸunda gözetilecek ÅŸey, nesnel anlam yerine meÅŸrû anlam olmalıdır.
​
Bu noktanın farkında olmalı ki ulema, her zaman tarihsellikle malûl bulunan "akıl''ı esas alarak ve akıl vasıtasıyla "illet”ler tesbit ederek, ya da bir metodolojiden hareket ederek Allah'ın kesin niyeti ÅŸudur demekten kaçınmışlar, ulaÅŸtıkları her anlamın öznel bir anlam olacağını düÅŸünerek kesin yargılardan kaçınıp "Allah'û a'lem” (doÄŸrusunu Allah bilir) deme ihtiyatını elden bırakmamışlardır. Ne var ki bu ihtiyatla hareket etmelerine raÄŸmen müfessirler, yine de hiçbir konuda susmamakla eleÅŸtirilmiÅŸlerdi.
​
III. Gaye (Makasıdu’ÅŸ-Åžeria)
Kur'an'ı Kerim'e bakıldığında onun neredeyse bütün açıklama ve hükümlerini bir gayeyle irtibatlandırdığı görülmektedir. Kur'an'da Allah'ın her fiilini bir gayeye mebni olarak yaptığı ve her ÅŸeyden önce O'nun yaratma eyleminin, bir gayeye binaen gerçekleÅŸmiÅŸ olduÄŸu açıktır.
​
Kur'an'ın “gaye”ye vurgu yapması yanında Müslümanların içtihad çabası esnasında hükümlerin illet ve hikmetlerini araÅŸtırmaları da onların gaye meselesini önemsemelerine yol açmıştır. Fakihler baÅŸtan itibaren gaye meselesini tartışmışlar ve bu tartışmalar sonucunda fakihlerin, içtihad türlerinin hepsinde gayeyi bilmeye muhtaç oldukları kanaatine varmışlardır.
​
Makasıdu’ÅŸ-Åžeria düÅŸüncesi, makasıd meselesinden söz eden bazı kimselerin bıraktığı yanlış izlenimin aksine daha baÅŸtan itibaren Müslümanların bilincinde yer etmiÅŸ durumdadır. Hz. Ömer'in daha önce söz konusu edilen meÅŸhur içtihadlarının gaye bilincinin eseri olduÄŸu açıktır ve bu bilincin, seleften itibaren sürdürülen fıkıh faaliyetinin mayası olduÄŸu belirgindir.
​
Makasıdu'ÅŸ-Åžeria'nın fıkha damgasını vurduÄŸu açıktır; zira "bilginlerin büyük çoÄŸunluÄŸu, Yüce Allah'ın koyduÄŸu bütün hükümlerde mutlaka birtakım ana gayeleri hedeflediÄŸini ve bu gayelerin sonuç itibariyle insanlar için fayda saÄŸlama, onlardan zararı savma ve dünyayı ÅŸerlerden temizleme noktasında birleÅŸtiÄŸi hususunda fikir birliÄŸi etmiÅŸlerdir”. Bazı fakihlerin ÅŸer’i: hükümlerin maslahatla muallel olamayacağını savunmalarının nedeni ise, onların hükümlerde gayelerin bulunduÄŸunu kabul etmemeleri deÄŸil, “O (Allah) yaptıklarından sorulmaz; onlar ise sorguya çekilirler" ayeti etrafında dönen kelamı tartışmalardır.
​
Daha Hz. Peygamber zamanında Müslümanlar, Kur'an'ın sınırlı sayıda hüküm ihtiva ettiÄŸinin, oysa tarihsel hadisatın sınırsız olduÄŸunun bilincindeydiler. Onlar hiçbir zaman tarihsel her duruma Kur'an’ın bir açıklama getirdiÄŸini düÅŸünmemiÅŸlerdir. Kur'an'ın temel esaslar vazettiÄŸini düÅŸünmekteydiler. Bu yüzden ortaya çıkacak beÅŸeri sorunların, eÄŸer Kur'an'daki ya da Sünnet'teki herhangi bir açıklamaya tekabül etmiyorsa, İslami aklın tefekkürü ile çözüleceÄŸi fikrine sahiptiler.
​
Görünen o ki, geçmiÅŸte ulema bu durumun farkındadır ve bundan olacak ki, daha önce deÄŸinildiÄŸi gibi Kur'an'ı anlama çabalarıyla elde ettikleri sonuçları “zann", “zann-ı galib” ve “zanni bilgi” olarak deÄŸerlendirmiÅŸler; bu yüzden de bu sonuçları evrensel-nesnel bilgi olarak görmemiÅŸlerdir. Rey ile içtihad eden sahabıler, reylerine doÄŸru ya da yanlış olabilecek galib bir zan gözüyle bakıyorlardı. Dolayısıyla bu içtihada mutlaka uymak gerekmiyordu.
​
Anlamayı kalbe ait bir eylem olarak ortaya koyan Kur’an, anlamayı takvaya, takvayı da dini tecrübeye, yani kurallarını, belirlenmiÅŸ ahkamını hürmetle yaÅŸamaya baÄŸlar:
"İşte böyle; kim Allah'ın ÅŸiarlarını yüceltirse, ÅŸüphesiz bu, kalblerin takvası sebebiyledir”.
​
İslam tefekküründe içtihada ayrılan geniÅŸ alan ve bu alanda içtihad ile Kur'an ve Sünnet'in mümkün total anlamından, gözettiÄŸi gayelerden hareketle içtihad yöntemleri olarak geliÅŸtirilen kıyas, istihsan, istıslah, maslahat-ı mürsele ve benzeri yollar, Müslümanların tabir yerindeyse Kur'an'ın ruhundan kopmadan bütün tarihselliklerde Kur'an'ı tarihe müdahil kılacaklarına ve kendilerinin de tarihe müdahil olabileceÄŸine imkân tanımaktadır.
​
Özellikle Fazlur Rahman ve Garaudy'nin Kur'an’ın çaÄŸdaÅŸ toplumsal ihtiyaçlara cevap verebilmesini sorun edinmeleri ve Kur’an'ın yorumunu bu baÄŸlamda ele alarak bir fıkıh üretme denemesine giriÅŸmeleri Kur'an-tarih irtibatını saÄŸlamaya yönelik pratik bir teÅŸebbüs olarak önem arz etmekle birlikte bazı sorunları da içermektedir. Temel sorun ise bu fıkhı bekleyen bir vasatın olmaması, ya da daha doÄŸru bir bakışla bu fıkhı ihtiyacın fıkhı yaÅŸantılayan bir toplumun ihtiyaçlarından kaynaklanmıyor olmasıdır.
​
Sonuçların zanni bilgi ifade ettiÄŸi görüÅŸünde olduÄŸunu ortaya koymaya çalıştık. Bu ise kaçınılmaz olarak bazı istifhamlara neden olur. Müslümanların yorum anlayışı buysa o zaman güvenilecek bilgi nasıl elde edilecek ve her ÅŸeyden önce dini uygulamalarını dayandıracakları meÅŸrû-doÄŸru bilgi hangisidir; bu bilginin meÅŸrüiyet sorunu nasıl giderilecek?
​
İşte bu soru bizi "İcma” ile karşı karşıya getiriyor. İcma sözcüÄŸü, Gazali'nin ifadesi ile “Muhammed (a.s.) ümmetinin dini bir iÅŸ hususundaki ittifakını” ifade etmektedir.
​
İcma müessesesi bir yandan keyfi yorumun önüne geçerken diÄŸer yandan yorum farklılığına imkân tanımakta, hatta onaylamakta, ama geçerli ve meÅŸrû yorumun tespit edilmesini kollektif akla havale etmektedir. Bu, kollektif aklın hasılasının, kollektif akılla istihsal edilmesi anlamına geliyor. Böylelikle öznel yorumlardan kollektif-meÅŸrû yoruma ulaşılmakta ve bu yorum dinsel bir statü kazanmakta, nesnel olma iddiasındaki öznel yorumların dogmalaÅŸtırılmalarının da önüne geçilmektedir.