Savaşa Doğru (1783-1787)
1783
Johann Wilhelm Zinkeisen'in Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe:2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
1783 Yılında Osmanlı İmparatorluğunun Durumu ve Geleceği
Kabineleri ve kamuoyunu genel olarak meşgul eden ve endişelendiren iki soru vardı:
-
Rusya ve Babıali arasında yeniden tesis edilen barış konusunda her iki taraf da ciddi miydi ve sürekli olacak mıydı?
-
Kayser, acaba yalnızca özverili olmanın onuru ile yetinerek, akabinde uygun bir tazminat talebinde bulunmayacak mıydı?
Birinci soruya gelince, gerçekte ne İstanbul'da ne de Petersburg'da hiç kimse, Büyük Frederik'in ifadesine göre, bu "aceleyle bir araya yapıştırılmış ve üzeri boyanmış barışın" sürdürülebilirliğine inanmıyordu. Her iki taraf da bunun ancak iki yıl devam edeceği fikrindeydi.
Osmanlı Bürokrasisinin Düşünceleri
Beylikçi daha Ocak ayında Prusya maslahatgüzarına “Babıali'nin, Rusya'nın Kırım üzerindeki hakimiyetini yalnızca daha kararlı ve daha güçlü bir şekilde ortaya çıkabilmek için zaman kazanmak amacıyla kabul ettiğini” itiraf etmişti.
Rusya, herhangi bir teşebbüste bulunmaya cesaret edene kadar muhtemelen iki yıl geçecekti. Sırf donanmasını hazırlamak için bile bu kadar zamana ihtiyacı vardı ve anlaşıldığı kadarıyla bu arada İran'ı da tamamen bertaraf etmeye çalışacaktı ki, bu da hazinesini tüketecekti. Hala yeterince parası ve insanı olan Babıali bu arada silahlı kuvvetlerini güçlendirebilir ve Prusya, Fransa, Sardunya ile dörtlü ittifaka dair müzakerelere devam edebilirdi.
Silahlı kuvvetlerini daha ziyade Almanya'ya ve bilhassa Toskana için İtalya'ya yönlendirmeye niyetli göründüğünden, kayserden şimdilik korkmak gerekmiyordu.
Prusya Elçisinin Düşünceleri
İstanbul'a gelir gelmez taze ve keskin bir bakışla bu hasta devlet yönetiminin derinlerine inen Diez de Osmanlı İmparatorluğu için Avrupa'da talihli bir gelecek, uzun bir süre tanımıyordu.
Muhafaza edici unsurlarının, direniş imkanlarının mevcut olmadığını düşünüyordu. Gerçi hala yeterince paraları ve birlikleri vardı, ama Babıali'de tamamen eksik olan siyaset bilimi ve savaş sanatı idi. Bilhassa savaş sanatı konusunda tamamen geride kalmışlardı. Yalnızca milletin savaşçı ruhu rahat yaşam ve gevşeme sebebiyle tamamen yok olmalda kalmayıp, orduda temelli bir reforma dair denemeler de neredeyse hiçbir iz bırakmadan gelip geçmişti. Humbaracı Ahmed Paşa ve Tott'tan beri ordu için yaptıkları, asla derinlere kök salmamıştı. Bu yüzden kılıç kullanan yüz binlerce kişi varken, neredeyse tek bir disiplinli asker yoktu.
Bütün bunlara devlet bütçesinin cari ihtiyaçlarını artık karşılayamayan kötü mali yönetim ekleniyordu. Devletin en iyi güçleri, hala makamlarında kaldıkları kısa süreyi para sızdırmalardan rahat bir yaşam sürmekten ve bunu mümkün olduğunca kârlı hale getirmekten başka bir şey düşünmeyen vicdansız valilerin açgözlülüğü ile sömürülüyordu. Toprakların ekilmesi bu yüzden sürekli olarak ihmal ediliyordu, malın ve mülkün hiçbir emniyeti yoktu ve nüfus sürekli azalıyordu. Yüksek eğitim tamamen eksikti; sanat ve bilimden hiçbir iz görülmüyordu!
Tek kelimeyle böyle bir imparatorluğun hala varlık göstermesine şaşılmalı idi.
Prusya Kralının Düşünceleri
Kendini bir deha olarak kabul ettiren ve dönemin en parlak siyasi zekâlarından biri olan Kral II. Frederik'in, Osmanlı İmparatorluğu'nun geleceği hakkındaki bu görüşleri paylaşmaması oldukça ilginçtir.
Osmanlıların savaş gücüne o da çok itibar etmiyordu. Bir zamanlar çok büyük işler başardıkları savaşçı ruhlarının ve dini tutkularının yerine henüz başka bir şey koyamamışlardı, zira Avrupa'da savaş sanatındaki ilerlemeleri daima kollarını bağlayarak, uzaktan seyretmişlerdi. Kral, Diez'e cevaben, bu milletin karakteri ve yardımcı kaynakları hakkında fazla olumsuz bir görüşe ve buna karşın, iki imparatorluk sarayının gücü ve siyaseti hakkında fazla olumlu bir görüşe sahip olduğunu düşündüğünü yazdı.
Kayser, Sırbistan'ı, Bosna'yı ve Dalmaçya'yı kendisi için kazanacak olsa bile Rusya'nın asla Osmanlı İmparatorluğu'nu fethetmesine izin vermeyecekti ve Rusya da kaysere daha fazlasını bırakmaya niyetli olamazdı.
Osmanlı milleti ne kadar yozlaşmış olursa olsun, muhtemel bir tehdit karşısında tekrar toparlanacağını ve işler son raddeye kadar geldiğinde her zaman olduğu gibi, aralarından onları yönetebilecek ve harekete geçirebilecek tek bir dehanın bile çıkması halinde, dinin ve vatanseverliğin itici gücü sayesinde bütün kudretini toplayarak ayağa kalkacağım düşünüyordu.
Ayrıca Fransa da kendi menfaatlerini, Osmanlı İmparatorluğu Avrupa'dan tamamen çıkartılmak gibi bariz bir tehlike ile karşı karşıya kaldığında, Babıali'yi tamamen kendi kaderine terk edecek kadar yanlış idrak edemezdi.
Azınlıkları Kışkırtan Teşkilat
Daha o dönemlerde İstanbul merkezli olup, buradan eyaletlere, bilhassa Boğdan ve Eflak'a kadar uzanan, teşkilatlanmış bir ayaklandırma sistemi mevcuttu. Ne tuhaftır ki, bu hususta en önemli rolü oynayanlar, Rusların hizmetindeki Cizvitlerdi. Babıali'nin Müslüman olmayan tebaasını, yani Rumları, Ermenileri, Yahudileri ve Katolikleri Babıali'ye sırt çevirmeleri için kışkırtıyorlardı.
Rüşvet
Bütün bunlara bir de bu Rus ajanlarının daima çok paraya sahip olmaları ve bilhassa İstanbul'da Rus rublelerinin ve diğer rüşvet araçlarının gittikçe daha çok sevilmesi eklendi. Bulgakov'a bu amaçla kısa bir süre önce 150 bin akçe değerinde her türden değerli eşyalar, ipekler, değerli yüzükler, altın tabaklar, vs. gönderilmişti. Bu sayede Türkleri, Rumları ve Ermenileri satın aldı ve böylece Rus grubu Osmanlı payitahtında sürekli olarak büyüyordu ve sonunda Babıali'de istediği herşeyi kolayca yaptırabiliyordu. Bu uğursuz rüşvet sistemi, Kral Büyük Frederik'e göre de Osmanlı devlet yönetiminin en temel musibeti ve kararlı bir Şark siyasetinin en önemli engeli idi.
Johann Wilhelm Zinkeisen'in Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe:2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Avusturya’nın Talepleri ve Osmanlıların Beklenmeyen Tepkisi
Kayser, hiç beklenmedik bir şekilde topraklarının Osmanlı İmparatorluğu'nun bazı sınır boyları aleyhine genişletilmesine dair yeni taleplerde bulundu. Mayıs ayı sonunda, elçisi aracılığıyla yalnızca Orsova Şehri'ni ve bölgesini veya Boğdan'ın Tuna ve Oltu nehirleri arasındaki bölgesini talep etmekle kalmayıp, Karlofça Barış Antlaşması'nın 5. maddesi gereğince bugüne kadar Bosna sınırındaki mülkiyet durumlarının da daha kesin bir biçimde düzenlenmesini talep etti. Gerekçe olarak, Osmanlı tebaasının Avusturya topraklarında hala süregelmekte olan talanlarının bu düzenlemeleri kaçınılmaz hale getirmesini gösteriyordu.
Babıali, kayserin bariz bir şekilde hukuka aykırı toprak saldırıları anlamına gelen bu temelsiz taleplerini haklı bulamazdı, zira burada Karlofça Barış Antlaşması'ndan sonra kesin bir sınır düzenlemesi yapılmış ve Pasarofça ile Belgrad Barış Antlaşmaları ile onaylanmışh. Bu yüzden Avustuıya elçisine, kaysere kesin bir cevap verebilmek için, öncelikle durum hakkında bilgilenmek üzere mahallinde inceleme yapılacağını söyledi.
Oysa elçi, kesin cevabı hemen istiyordu, hem de kayserin her türlü oyalayıcı ve belirsiz cevabı bir ret ve ilişkileri resmen kopartmak için bir sebep addedeceğine dair tehditte bulunarak. Babıali'nin ise sinmeye hiç niyeti yoktu; aksine yalnızca iki durumun mümkün olabileceğini belirtti: Kayser, taleplerinde ya haklıydı ya da haksızdı. Birinci durumda Babıali durumu iyice inceledikten sonra talep edileni vermekten imtina etmeyecekti; ikinci durumda ise Babıali'nin böyle bir şeyi ancak reddetmesi beklenebilirdi ki, bu durumda kayserin nasıl tedbirler alacağı umurunda değildi.
Hemen ardından meseleyi daha ayrıntılı olarak incelemek üzere Bosna'ya ve Orsova'ya bir kapıcıbaşı gönderdiği bu kesin cevap, Avustuıya elçisini etkilemekte gecikmedi. Kayser ise elçinin raporu üzerine Babıali'ye hala dostluğunu ve iyi komşuluk ilişkileri içinde olmayı istediğine ve Babıali'ye karşı düşmanca niyetler beslemediğine dair güvence verdi.
Rusya’nın Avusturya’ya Desteği
Lakin Rusya da kayserin taleplerini ciddi bir biçimde destekleyecekmiş gibi görünmeye başlayınca, bütün bu mesele Babıali için endişe verici bir hal aldı. Kayser, haklı olarak, çariçeye Kırım'ı ve Kuban'ı ele geçirdiği sırada sunduğu hizmetlerin benzer bir karşılığa değer olduğu düşüncesi ile çariçeden Babıali nezdindeki taleplerini resmen desteklemesini istemişti. Bu hususta çok ileri gitıneye niyetli olmamasına rağmen, Babıali'ye karşı yukarıda belirtilen talepleri söz konusu olunca kayserin isteklerinden kaçamazdı.
Bu yüzden Divan-ı Hümayun'a Bulgakov aracılığıyla "Babıali kayserin taleplerini yerine getirmemesi halinde, şu anda kendisi ve Babıali arasında mevcut iyi ilişkilerin bozulması anlamına gelecek olsa bile, müttefikinin menfaatlerini kendi menfaati kabul etmek zorunda kalacağını" bildirdi.
Reisülküttab, bunun üzerine elçiye Avusturya elçisine verdiği cevabın aynını verdi ve Babıali'nin, kayserin taleplerinde haksız olduğu ortaya çıkacak olursa, çariçenin böyle haksız talepleri destekleme niyetinde olabileceğine kesinlikle ihtimal vermediğini de özellikle vurguladı.
Elçi şimdilik bu cevapla yetindi ve Babıali kesin bir ret cevabında ısrar edecekmiş gibi göründüğünden, önce kayserin gerçekten de biraz ileri giden taleplerini daha fazla destekleyip desteklemeyeceğine dair talimat istedi. St. Petersburg ise buna pek meyilli görünmüyordu. Önce uzunca bir süre cevabın gönderilmesi ertelendi ve daha sonra Eylül ayı sonunda, Avusturya elçisini yapılacak müzakerelerde yalnızca genel olarak desteklemesi yönünde talimat gönderildi.
Bu arada Avusturya işi zaten çok ilgisizce yürütüyordu. Zira Divan-ı Hümayun, kayserin isteklerini yerine getirmeye meyilli görünmüş olsa bile, halk arasında çok daha kararlı bir direnç baş göstermeye başlamıştı, dolayısıyla işleri son raddeye getirmek çok da uygun görünmüyordu. Halka açık meydanların fanatikleri, padişahın Kırım'ı feda ettikten sonra, şimdi de Bosna'yı yüzüstü bıraktığını ileri sürerek, seslerini yükseltiyorlardı.
Eyaletlerde de kayserin muhtemel saldırılarına karşı güçlü bir hareket görülüyordu. Boşnaklar, Babıali'ye Babıali'nin sadık tebaası olarak, ülkelerini kanlarının son damlasına kadar savunmaya hazır olduklarını açıkladılar. Bunun için askeri birliklere ihtiyaçları yoktu, zira kolayca ıoo bin kişiyi seferber edebilirlerdi; yalnızca silah ve cephane gönderilmesi yeterdi. Babıali bu talebi her türlü silah araç gereçlerden muazzam miktarlarda göndererek hemen yerine getirdi.
Aynı zamanda Tuna Nehri'ne doğru önemli merkezi takviyeler gönderildi; sınır kaleleri savunma durumuna geçirildi ve buradaki savaş malzemeleri, bilhassa kale topları önemli ölçüde arttırıldı. Ayrıca kapudan paşaya donanması ile kış aylarında Mora'ya doğru yola çıkma emrinin de, gerektiğinde Bosna'ya gidecek harekât ordusunda seraskerlik görevini üstlenmek üzere, Dubrovnik üzerinden Bosna'ya daha hızlı ulaşabilmesi için verildiği yönünde değerlendirildi.
Bu yüzden bu durum karşısında Avusturya elçisinin gittikçe sesi soluğu kesiliyordu. Hollanda ile fazlasıyla meşgul olunduğundan, Viyana'da da işleri son raddeye getirmek istemiyorlardı. Hatta Rus elçisine şimdilik fazla müdahale etmemesini bile söylemişti. Öncelikle zaman kazanılmaya ve sonucun ertelenmesine çalışılıyordu. Ağustos ayı sonunda Fransa'nın hiç beklenmedik arabuluculuk teklifi, her iki tarafa da istedikleri fırsatı verdi.
Fransa’nın Arabulucuk Teklifi ve Reddedilmesi
Kayserin isteği üzerine böyle bir işe kalkıştığı söylenen Fransa, bu sayede sanki Divan-ı Hümayun nezdinde azalan nüfuzunu yeniden kazanmak istiyordu ve bu hususta hiç de özveri ile hareket etmiyordu. Arabuluculuğunun bedeli olarak, Karadeniz'e serbestçe çıkma hakkını talep ediyordu. Oysa Babıali bunu kabul etmeye hiç hevesli değildi. Aslında arabuluculuk için hiçbir sebebin mevcut olmadığını bildirdi; zira Fransa, hiçbir şekilde Babıali'yi üçünü bir devlet lehine kendi haklarından vazgeçmeye ikna etmeye çalışmayacağına göre, hak kabul ettiği bir şeyi, başkalarının yardımı olmadan da yapabilirdi.
1784
Johann Wilhelm Zinkeisen'in Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe:2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Rusya İle İlişkilerin Kafkasya Yüzünden Gerilmesi
Kayser ve Babıali arasındaki kavga bu şekilde bariz bir sonuç alınamadan uzayıp giderken ve ciddi bir niteliğe bürünmeyecekmiş gibi görünürken, Rusya'nın Babıali ile ilişkileri yeniden rahatsızlık verici ve tehditkâr hale geldi. Divan-ı Hümayun'a bilhassa Rus konsolosların huzursuzluklar ve küstahlıklara dair yinelenen şikayetleri geliyordu. Konsoloslar, imparatorluğun her yerine yayılmışlardı ve çok yönlü faaliyetlerinde yetkilerinin dışına da çıkıyorlardı.
Örneğin Boğdan'da ve Eflak'ta voyvodaların hoşnut olmayan tebaasını himayelerine alıyorlardı.
Bu gibi sürtüşmelerden ziyade, Rusya'nın İran meselesine ve Kafkasya'nın özgür halklarının kavgalarına müdahalesi çok daha endişe verici idi. Zira çariçenin, Osmanlı İmparatorluğu'nu Avrupa'da daha kolay ve daha kesin bir şekilde tamamen yok edebilmek için, Osmanlı İmparatorluğu'nun Asya'daki gücünü sistematik olarak zayıflatmaya çalıştığından şüpheleniliyordu.
İstanbul'daki savaş yanlıları, Nisan ayında barış yanlısı sadrazamı, başta aynı düşüncede olan şeyhülislam olmak üzere, yandaşları ile birlikte devirmeyi başardıktan sonra, yeniden üstünlüğü ele geçirdiler. Bu değişikliğin arkasındaki itici gücün kapudan paşa olduğu düşünülüyordu. Azledilen sadrazam, bilhassa Kırım'ın ve Kuban'ın Ruslara devrini var gücüyle desteklemesi ve genel olarak amaçlarım yerine getirmelerine yardımcı olması için, Ruslardan ve Avusturyalılardan muazzam paralar almakla suçlandı. Mirasında gerçekten de bu konuda hiçbir şüpheye mahal vermeyen belgeler bulundu.
1785
Nicolae Jorga'nın Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe: 2005) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
İran’da Karmaşa
Rusya bu arada Kırım ve Kafkasya’daki yeni konumunu sağlamlaştırmaya çalışıyordu.
İran Şahı, 11 Şubat 1785 tarihinde öldükten sonra, kısa bir süre için İsfahan’da hüküm sürmüş Feth Ali’yi yenen kardeşi Cafer, Rus elçisini acilen memleketine dönmeye zorladı ve Gürcü asıllı olup, adı kötüye çıkmış Laşkarev’i yeni Rus elçisi olarak hiçbir şekilde kabul etmek istemedi. Bu olay, İran Şahı’nın tahtına mâl oldu, zira bir süre sonra Ruslar tarafından desteklenen ve bunlara yandaşlık yapan hizip kendisini ülkeden sürdü.
Bab-ı Alî’de Savaş Yanlılarının Ağırlık Kazanması
Aynı dönemlerde seksen yaşında, ancak enerjik bir yapıya sahip olan ve hiçbir rakip kabul etmeyip, yeniçeriler ve ulema sınıfının yardımı ile sarayda aralarında kethüdanın ve kaptan-ı deryanın da bulunduğu düşmanlarını yenen eski Özi Valisi, yeni Sadrazam Şahin Ali Paşa, selefi Halil Hamid Paşa’dan daha fazla savaş yanlısı idi.
Kafkasya'da İmam Mansur
1785 yılı sonlarında Nogay asıllı, Müslümanların şanlı geçmişini tekrar canlandırmak için kutsal savaşa çağrı yapan bir şahıs ortaya çıktı. Bu şahsın adı İmam Mansur’du. Türklerden, işgal ettikleri Müslüman bölgelerinden Rusları çıkartmalarını değil, sadece Osmanlı Sultanı’nın halkını her yönden memnun etmesini ve Kur’an-ı Kerim’in ebedî kuralları ile yönetmesini istiyordu.
Ruslar, İmam Mansur’u yenemedikleri gibi, İmam Mansur bazı önemli zaferlerden sonra, kışı kendilerine zorla dayatılan Hristiyanlığı reddeden sayısız Çerkes’i, Abaza’yı ve Tatar’ı etrafına topladığı Taman Adası’nda geçirdi.
Johann Wilhelm Zinkeisen'in Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe:2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Bu arada meydana gelen hadiseler, dış siyasette de daha kararlı adımların ahlmasını ve daha kesin kararların alınmasını gerektirmişti. Bilhassa İran sınırında ve Kafkasya'daki durumlar gittikçe daha acil bir hal aldı.
Babıali tarafından desteklenen ve soyunu eski Kırım hanlarının bir koluna dayandıran Abaza lideri İmam Mansur, başlarına geçtiğinde ve olaya bir din savaşı görünümü verdiğinde, bu halk hareketi Ruslar için daha tehlikeli bir hal aldı.
Kısa sürede 100 bin kişiye kadar büyüyen ordusunda katı bir disipline önem veriyordu. Kahve ve tütün gibi, lükse kaçan ve gevşemelerine sebep olabilecek herşey, kesinlikle yasaktı. Birliklerin tek besini biraz pirinç ve saf su olacaktı. Taktiklerinin olağan dışılığı, kendi ürettiği ve bilhassa Katkasya'nın dağlarında ve ovalarında olağanüstü bir yankı bulan savaş müziği sayesinde çok şey başardı. Binlerce kişiyi kendine bağlamayı başardığı, herkesi büyüleyen ateşli bakışı hakkında mucizevi şeyler anlatılıyordu.
İmam Mansur hiç vakit kaybetmeden ve Ruslara her yerde 30 bin kişi ve 84 topu bulan ağır kayıplar yaşattıktan sonra, yılın sonlarına doğru, ertesi ilkbaharda Kırım'a doğru yola çıkmak üzere kış karargahına çekildiği Taman'a geldi. Hatta daha kış aylarında Azak Denizi'nin buz tabakasını aşarak, Kırım'a akın etmeye niyetli olduğu bile iddia ediliyordu. Zira karşıya geçmek için gemileri yoktu.
Babıali, bir taraftan böyle bir yardıma ne kadar sevinse de diğer taraftan bu inanç kahramanının davranışları Babıali'yi de huzursuz etmeye başlamıştı. Ciddi bir biçimde İslam reformcusu olarak, tıpkı bir zamanlar Abaza Mehmed Paşa gibi, muzafer kılıcını Babıali'ye çevirmeyi akıl edebileceğinden endişe ediliyordu. Padişaha gönderilen iki yazıda gerçekten de hükmedici bir ton takınmıştı. Hilal'in hayrı için savaştığını yazıyordu; padişah, bu mücadelede ne lehine, ne de aleyhine taraf tutmalı idi, yalnızca yönetimde ülkenin çöküşünün sebebi olan suistimalleri ortadan kaldırmalı idi.
Bu yüzden İmam Mansur'u gerçi el altından para ile desteklemeye devam ettiler, ama aynı zamanda sınır eyaletlerindeki valilere Osmanlı topraklarına girmeye yeltendiği anda, ilerlemesini önlemelerine dair emir verildi.
Aynı zamanda Gürcistan'da ve İran'da da durumlar Çariçe Katerina'nın menfaatleri için hiç de lehte olmayan bir hal aldı. Lezgiler, defalarca Gürcistan'a akın etmişler; Rus birlikleri ile birleşen Gürcistan birliklerine birkaç önemli mağlubiyet yaşatmışlardı. Lezgilerin akınları, artık yalnızca para karşılığında temin edilebilen savaş araç gereçleri ve bilhassa barut eksikliğinden dolayı yılın sonlarına doğru azaldı.
Son olarak Kuban'ın Babıali'nin hakimiyeti altında kalan kısımlarındaki Tatarlar arasında da öncelikli amacı, Astrahan'a yapılacak bir saldırıymış gibi görünen endişe verici hareketler baş gösterdi. Hatta Babıali'nin Kırım'dan göç eden ve oraya buraya dağılan Tatarları Besarabya'da iskan etmeyi ve onlara burada yeni bir han seçtirmeyi planladığı bile söyleniyordu.
Rusya'nın bu gibi talepleri hemen silahları ile destekleyip, yerine getiremeyecek durumda olduğu pekala biliniyordu. Bütün dikkatini, Kafkasya'da Karadeniz ve Hazar Denizi arasındaki geniş sınırlarını Gürcistan ve İran yönünde oradaki dağ halklarına karşı korumaya ve savunmaya vermek, bütün silahlı kuvvetlerini bu yönde kullanmak zorunda idi. Çariçenin meclisinde, Asya tarafındaki sınırlar tam olarak emniyete alınmadan, Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'daki kısmına karşı kesin teşebbüslerde bulunamayacakları düşüncesi gittikçe daha kesin bir kanı haline geliyordu.
Kırım'ı korumak ve İmam Mansur'un ilerleyişini engellemek için, yaz aylarında Kuban'a doğru 30 bin kişi harekete geçirilirken, Astrahan sınırına ve Gürcistan'a dağılmış ordu zamanla 45 bin kişilik daimi birliklere ve 20 bin milise kadar yükseltildi. 1786 yılı başlarında harekat ordusunun tamamı 115 bin kişiden oluşuyordu. Lakin üçte biri yok olmuştu bile, zira birlikler sınırlar boyunca küçük gruplar halinde yerleştirilmek zorunda kaldığından, düşmanların onlara tek tek saldırması ve yok etmesi daha da kolay olmuştu.
İman Mansur şimdi de Taman'a yaklaşırken, yalnızca 5 bin Tatar'ın ve 20 bin Rus'un silahaltında olduğu Kırım, neredeyse bütün birliklerden yoksun bırakıldı, zira İmam Mansur'u karşılamak için bütün birliklerin Taman'a çekilmesi gerekiyordu. Güneyde Kuban'dan Kafkasya ve Gürcistan'a kadar, dağ halklarının sınır ülkelerine akın etmek için kullandıkları bütün dağ geçitlerinin nöbetçi kuleleri ile donatılacağı büyük bir askeri bağlantı yolu kurulurken, kuzeyde geçitler ya yine dağ kuleleri kurularak ya da kayaları havaya uçurarak erişilmez hale getirilecekti. Bu şekilde dağ halklarını silah zoruyla olmasa da sonunda açlık sayesinde ram edebilmeyi umuyorlardı. Oysa bunun için de şu anda mevcut olmayan zaman ve önemli parasal kaynaklar gerekli idi.
Bütün dünya, Rusya'nın büyük fedakarlıklara ragmen hiçbir şey başaramadığını; resmen savaş ilan edilmemiş olmasına rağmen, Babıali ile kalıcı bir savaş durumunda olduğunu ve hiçbir şekilde silahlarını Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa kesimine yöneltemeyeceğini ve iki imparatorluk sarayının büyük yok etme planının gerçeğe dönüştürülmesi için hiçbir şey yapamayacağını biliyordu.
1786
Johann Wilhelm Zinkeisen'in Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe:2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Rusya’nın Kafkasya’daki Başarısızlıkları
Lezgiler, kış aylarının ortasında bir kez daha Gürcistan'a akın düzenlemişler; prense ait zengin gümüş ve bakır madenlerini tahrip etmişler; Kuban ile bütün irtibat yollarını kesmişlerdi. Kuban'da ve Kafkasya'da Ruslar, neredeyse aynı esnada önemli kayıplar yaşamışlardı. Silahlı kuvvetleri 150 bin kişi kadar olduğu tahmin edilen bu dağ halkları, kendi aralarında bölünmüş bir halde silahlı kuvvetlerini genelde adi bir talana yönelik plansız bir çete savaşında bölerek heba etmekten ziyade ortak teşebbüslerde bulunmuş olsalardı, Rusya'nın burada işi daha da zor olacaktı. İmam Mansur bile İslam devletleri arasında kafirlere karşı mücadelede birbirlerini karşılıklı olarak desteklemek üzere genel bir birlik kurulmasına dair olağanüstü fikrini, Kafkasya'nın dağ halkları arasında gerçekleştirmeyi başaramadı.
İmam Mansur, daha kış aylarında Taman önlerindeyken, birliklerinin büyük bir kısmı tarafından terkedilmişti. Bu yüzden Kırım'a planladığı akından vazgeçmek zorunda kaldı ve 1786 ilkbaharında, Lezgilerini başkent Tiflis'e yapılacak bir saldırıda desteklemek üzere Taman'dan geri çekildi. Lakin bu saldırı gerçekleşmediğinden, mümkünse Buharalı İmam Haris'in 45 bin kişilik birlikleri ile birleşmek üzere, Dağıstan'a yöneldi.
1786 yılının sonbaharında, 80 bin kişinin başına geçerek, Ruslara önemli bir mağlubiyet yaşattı. Bunun üzerine barış için müzakerelere oturmak istediler. Ancak İmam Mansur hiçbir şeyi kabul etmedi.
Ahıska Valisi Süleyman Paşa, 20 bin askeri ile İmam Mansur'un ordusuna katılacaktı ve Babıali'nin yeniden 150 bin akçe para yardımında bulunduğu Lezgilere de yardım edecekti. Aynı zamanda Diyarbekir'den 30 bin kişi Gürcistan sınırına gönderildi; buraya depolar kuruldu ve Ahıska valisine denizden top, barut ve cephane gönderildi.
Rusya’nın Bab-ı Alî’yi Tehditleri ve Geri Çevrilmesi
Rus elçisi bir nota ile Ahıska ve Soğucak valilerinin Lezgilere ve Kuban Tatarlarına verdikleri desteklerden dolayı cezalandırılmalarını ve en azından makamlarından azledilmelerini talep etti. Divan-ı Hümayun ise bu mesele hakkında ayrıntılı açıklamalar yapmak niyetinde değildi ve paşaların tamamen suçsuz olduğunu iddia ederek, bir kez daha gayet anlaşılır bir şekilde, Rusya'nın bu yönde huzur istiyorsa öncelikle Tatarların yeni bir han seçmelerine izin vermek zorunda olduğunu belirtti. Zira bu, halkları dizginlemenin tek çaresi idi.
Boş tehditler de hiçbir işe yaramadığından talepler elçi tarafından, daha ısrarlı olan ve doğrudan "haklı talepleri yerine getirilmediğinden, çariçenin artık silahlarla suçlulara karşı hareket etmek zorunda kalacağını ve Babıali'yi ret cevabının sonuçlarından sorumlu tuttuğunu" belirten 18 Mayıs tarihli nota ile yinelendi.
Talep edilen kesin cevabı uzun süre beklemek zorunda kaldılar. Bulgakov üç hafta geçtikten sonra, bu arada yeni tayin edilen reisülküttaba taleplerini bir kez daha hatırlattığında reisülküttab, onu kısaca şu açıklama ile geri çevirdi:
"Rusya hangi hakla Gürcülerin meselesine karışıyordu? Çariçe gerçi hakimiyetini kabul ettiklerini iddia ediyordu; lakin Babıali'nin tebaası olduklarını, dolayısıyla Babıali'nin onayı olmadan başka bir hüldimdarın hakimiyetini asla kabul edemeyeceklerini bilmesi gerekirdi. Rusya'nın şu anda ihlal ettiği, Babıali'nin ise daima riayet ettiği antlaşmalarla bu husus yeterince kanıtlanmıştı".
Bulgakov, bunun üzerine sarayının yeni talimatlarını beklemek zorunda olduğundan başka bir şey söyleyemedi.
Babıali ancak bir buçuk ay sonra Bulgakov'a nihayet 18 Mayıs tarihli notasına karşılık olarak, çok sakin ve ölçülü bir şekilde hazırlanmış yazılı bir cevap verdi. St. Petersburg sarayı, Ahıska valisinin cezalandırılmasını istiyordu; oysa antlaşmalara aykırı bir filde bulunup bulunmadığı bile kanıtlanmamıştı. Durum böyle olmuş olsaydı, Babıali onu cezalandırmaktan hiçbir şekilde imtina etmiş olmazdı; lakin hiçbir gerekçe ve sebep olmadan valiyi görevinden almayacaktı; önce Rusya sarayına karşı suç işlediği ispatlanmalı idi. Rusya bu arada Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırlarını aşacak ve edilen yeminlere rağmen herhangi bir düşmanlıkta bulanacak kadar adaletten ve insanlıktan uzaklaşacak olursa, Babıali de silahlı kuvvetleri ile pekala direnmeyi bilirdi. Bu durumda barışı Babıali değil, Rusya ihlal etmiş olacaktı.
Rus elçisi, bu yüzden oldukça sıkıntılı anlar geçirdi. Hemen akabinde çariçenin barışı bozulmuş kabul edeceğine dair sözlü tehdidi, bu şartlar altında Divan-ı Hümayun üzerindehiçbir etki bırakmadı. Zira bu hususta ciddi olmadığı ve savaşın en kötü ihtimalle ancak ertesi yıl başlayabileceğini pekala biliyorlardı. Ahıska valisinin hareketlerine olumsuz bakmadıklarını kanıtlamak için de valiye açıkça bir kutlama yazısı ile birlikte 40 bin akçe tutarında para hediyesi, çok değerli bir onur kılıcı ve kıymetli bir samur kürk gönderildi.
Rusya’nın bütün destekleri ile irtibatı kesilen ve Lezgiler tarafından neredeyse tamamen çöle çevrilmiş ülkesinde büyük bir sıkıntı içinde bulunan Prens Erelde, kendini çaresizce yeniden Babıali'nin kollarına attı. İstanbul'a elçi gönderdi ve yalnızca Babıali'nin arabuluculuğuyla Lezgilerle barış yapmakla kalmayıp, Babıali'nin teveccühünü tekrar kazandığı takdirde, sadakatinin ispatı olarak rehineler vermeye hazır olduğunu bildirdi.
Petersburg'da, herşeye rağmen, Kuban'dan Kafkasya boyunca Hazar Denizi'ne kadar daha az masraflı ve güvenli sınırlara sahip olmadıkları sürece, Babıali'ye karşı doğrudan hiçbir şey yapaftayacaklannın pekala farkındaydılar. Keşke ordu, donanma ve hazine daha iyi durumda olsaydı! Bilhassa hazinenin durumu çok kötü idi. Birçok alay, bilhassa subaylar, bir yıldır para almııyorlardı. Bütün bunlara bir de çariçenin yine iki grup oluşturan bakanlan arasındaki görüş aynlıkları ekleniyordu.
Johann Wilhelm Zinkeisen'in Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe:2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Rusya’nın Avusturya’dan Destek İstemesi
Bu şartlar alhnda çariçenin üzerinde durması gereken en önemli husus, olaylar en son raddeye geldiğinde kayserin nasıl bir tutum takınacağım öğrenmekti. Bu amaçla kaysere Babıali'nin 3 Temmuz tarihli açıklamasını bildirdi ve aynı zamanda Babıali'nin uygun bir telafide bulunmasını sağlamak için İstanbul'daki nüfüzunu kullanmasını, bu yöndeki telkinlerini bazı birlik hareketleri ile desteklemesini ve çariçe ile Babıali üzerinde etki bırakacak ortak tedbirler hakkında mutabakata varmasını talep etti.
Kayser ise çariçenin bu talebini çok soğuk karşıladı. Anlaşılan o ki, Avrupa Şarkı'nda Rusya'nın mutlak etkisi altında özel imtiyazlara sahip olacak ve yalnızca yeni karışıklıklara yol açacak yeni bir Hristiyan devletinin kurulmasına yardımcı olmanın Avusturya'nın menfaatine olmayacağına ikna edilmişti. Bu yüzden 27 Eylül'de St. Petersburg'a gönderdiği cevap çok nazik olduğu kadar ölçülü idi.
Çariçenin Babıali'nin haksız fiilinden dolayı yaşadığı zorluklara üzüldüğünü belirtiyordu cevabında; Babıali'nin vakit kaybetmeden sonuçları tahmin edilemeyen bir savaşa girişebileceği endişesi mevcut olmamış olsaydı, Babıali'ye karşı hemen savaşa yönelik gösterilerde bulunmaktan çekinmezdi. Yine de çariçeyi var gücüyle desteklemeye hazırdı ve İstanbul'daki elçisine de Babıali'nin daha mantıklı bir davranış sergilemesini ve çariçeye daha önce elde edemediği telafide bulunmasını sağlamak için elinden geleni yapması yönünde talimat vermişti.
Doğal olarak çariçe bu cevapla pek tatmin olmadı. Kayserden yalnızca verimsiz sempatiler değil, daha faal hareketler beklemişti ve kayseri yakın zamanda yapacağı Kerson ve Kırım ziyareti sırasında bir görüşmeye davet ederek kendi amaçlan için kazanabileceğini düşünüyordu. Oysa kayser bu davetten başlangıçta pek hoşlanmamıştı. Doğrudan reddedemese de daveti yalnızca şartlı kabul etti. Çariçeye şöyle yazıyordu: "İçinde bulunduğumuz şartların esiri olarak, gönülden istediğim bu görüşmeye katılmak için elimden geleni yapacağım." Bu değişiklik, çariçeyi önemli ölçüde kızdırdı ve bunun en yakın sonucu, iki imparatorluk sarayı arasında yine soğuk rüzgarların esmesi oldu.
Rusya’nın Fransa’nın Arabuluculuğuna Yönelmesi
Çariçe bu arada hala Babıali'nin kararlı tutumunun öncelikle Fransa'nın nüfüzuna atfedilebileceğinden şüphelendiği için Versailles kabinesine karşı duyduğu bütün nefrete rağmen, kayserin kendisine verdiği Fransa'nın arabuluculuğuna başvurma tavsiyesini yabana atmaması gerektiğini düşünüyordu. Arabuluculuk için doğrudan talepte bulunmadılar, ancak sarayı defalarca Babıali ve Rusya arasındaki barışı muhafaza etmek üzere çaba gösterdiğinden, Versailles kabinesi Babıali'ye şimdiye kadar takip ettiğinden daha farklı prensipler aşılayabilirse bunu hoş karşılayacaklarını anlatmaya çalıştılar.
Versailles kabinesi tabii ki İstanbul'da azalmakta olan nüfüzunu tekrar yükseltmek için karşısına çıkan bu fırsatı seve seve kabul etti ve elçisine Divan-ı Hümayun'a arabuluculuk teklifinde bulunması ve barışçıl bir uzlaşma amacıyla Rus elçisinin bundan sonra atacağı adımlan her şekilde desteklemesi talimatını verdi. Oysa reisülküttab bu teklifi oldukça soğuk karşıladı. Bunun için hiçbir sebep mevcut olmadığından ve her iki devletin de birbirlerine karşı doğrudan taleplerde bulunmadıklarından, Fransa'nın bu arabuluculukla ne amaçladığını anlamadıklarını açıkladı.
Babıali yalnızca gerekçesi olan haklarını savunuyordu. Komşuları kendisi ile kavga arıyorsa bu Babıali'nin suçu değildi; kendilerine yapılan bütün saldırıları pekala geri çevirmeyi biliyorlardı ve kendilerini savunmak de yine kendi meseleleri idi. Elçinin bundan sonraki bütün ısrarları, Babıali'nin 3 Temmuz tarihli gerekçeli açıklamasına sadık kalmaya kararlı olduğu açıklaması ile geri çevrildi.
Nicolae Jorga'nın Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe: 2005) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
1786 yılının Temmuz ayında savaşa hazırlıklıydılar: “Bâbıâli kendini savunmasını bilir” diye gururla cevap veriyorlardı. Fransızların arabuluculuğu açıkça, hatta başka zaman faaliyet göstermeyen Fransızlar her fırsatta küçük düşürücü tavsiyelerde bulunmaktan başka bir şey yapmadıkları için biraz da kızgınlıkla reddedildi.
1787
Serhat Kuzucu'nun Kırım Hanlığı ve Osmanlı-Rus Savaşları (Selenge: 2013) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Kerson
II. Josef ile Çariçe II. Katerina her ne kadar Mohilev görüşmelerinde Osmanlı topraklarının taksimi konusunda bir taslak üzerinde anlaşmışlarsa da hemen bu projelerini uygulamaya geçilememişlerdi. İki lider bir süre daha bu konu hakkında görüşmelerine gizli yazışmalarla devam ettiler.
II. Josef’in bu proje hakkında halen bazı çekinceleri olduğu da gayet açıktı. Fakat şunu iyi biliyordu ki, II. Katerina Osmanlı Devleti’nin topraklarını parçalayarak, Bizans İmparatorlugu’nu yeniden kurma fikrinden asla vazgeçmeyecekti.
II. Katerina, bir taraftan Avusturya ile Osmanlı topraklarının taksimi konusunda diplomatik girişimlerini sürdürürken diğer taraftan da Kırım Hanlığı ve Kafkasya bölgesindeki askeri ve siyasi nüfuzunu artırmaya çalışıyordu.
Kırım’ın Rusya tarafından işgali sonrası Rus İmparatoriçesi buraya bir ziyarette bulunarak “Kırım Krallığı Tacını” giymek istiyordu.
Bu ziyaretini ise gecikmeli de olsa 1787 yılında yapma kararı aldı. Bunun için gerekli tüm hazırlıkları yapan General Potemkin, Kırım’a elli binin üzerinde asker yerleştirdiği gibi Katerina’nın ziyaret edeceği Kerson şehrine yerleştirdiği tak-ı zafer üzerine Rumca ve Rusça olarak “Bizans’a giden yol" ibaresini de yazdırdı.
Bu ziyaretin önemli bir yönü ise Avusturya İmparatoru II. Josef'in de Kerson’a gelecek olmasıydı. İki lider burada bir araya gelerek, Osmanlı Devleti’ni parçalamaya yönelik hazırladıkları projenin son şeklini belirleyeceklerdi.
II. Katerina Mayıs ayının içinde Kerson’a geçebildi. Buraya II. Josef’in yanı sıra, İstanbul’da bulunan Rus elçisi ve Avusturya elçisi de geldi.
Nicolae Jorga'nın Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe: 2005) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Çariçe’nin yanında, bugüne kadar İstanbul’da en fazla dostluktan dem vuran bir devletin temsilcisi bulunuyordu: Fransa, çökmekte olan Osmanlı Devleti’nin paylaşılmasına katılıyordu. XVI. Louis’nin çıkarlarını başarılı bir şekilde temsil eden zarif giyimli, ince tabiatlı yazar Ségur, aynı zamanda Çariçe’nin Türklerin sürülmesinden oluşan Bizans planlarını bile anlattığı sırdaşı idi.
Düşmanı olup, İngiliz tüccarlarının Türklerle ticaretten büyük yararlar sağlamalarına rağmen, o güne kadar Türklerin menfaatlerini hiçbir zaman korumamış olan İngiltere temsilcisi, Müslüman ırmakları boyunca yapılan zafer alayında eksik değildi.
Kayser, bu projeyi kesinlikle onaylamayan Prusya Kralı Frederik’in, 17 Ağustos 1786 tarihindeki ölümünden dolayı rahatlamıştı. Frederik’in yerine gelen halefinin, müttefik planlarını kabule meyilli olması çariçe için memnuniyet verici bir olaydı. Fransa’nın zaman zaman barış çağrısı yapmasına ve temsilcisinin çekimser davranmasına rağmen, yüzyılın en büyük projesinin yaratıcısı olan çariçe, Avrupa devletlerinin “sarayda ulema tarafından yönetilen ve yeniçeriler tarafından korunan ahmak despotu” Asya’ya sürmesine izin vereceklerini haklı olarak umut ediyordu.
Johann Wilhelm Zinkeisen'in Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe:2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Savaş Hazırlıkları ve Osmanlı Kamuoyu
Babıali'hin hazırlıkları da büyük çabalarla devam ediyordu. Donanmayı uygun bir duruma getirmek için tersanelerdeki işçi sayısı arttırıldı. İlkbahara kadar 31 kalyon, 10 top çeker şalope ve 80 daha küçük gemi, denize açılmaya hazır olacaktı; 14 ila 16 arası topla donatılmış 45 savaş gemisi ve 20 nakliyat gemisi, Karadeniz'e açılacaktı; gerektiğinde nakliyat gemisi olarak kullanılmak üzere, İstanbul Limanı'nda yatan ve Takımadalar'da ıskartaya çıkartılmış gemilerin hepsine el konuldu. Kapudan paşa, Akdeniz donanmasının başına geçmek üzere derhal Mısır'dan geri çağrılırken, Karadeniz donanması için başka bir amiral tayin edildi.
Aynı şekilde kara ordusu da ele alındı. Arnavutluk'taki İşkodra valisine her an güneye doğruyola çıkınak üzere birlikleri ile hazırvaziyette bekleme emri verildi. Tuna üzerindeki İsmail, Silistre, Bender ve Özü kaleleri önemli ölçüde takviye edildiler. Bilhassa Özü'nün tahkimine büyük özen gösterildi. Kili'de Tuna Nehri'nin Karadeniz'e aktığı yerden dört saat uzağına siperli bir ordugah kuruldu ve Sinop'a Anadolu sahillerinin korunması için özel bir birlik gönderildi. Sınırlardaki silahlı kuvvetler 160 bin kişiye çıkartıldı ve bunlardan 60 bin kişi Özü Nehri hattını koruyacaktı; 25 yeniçeri ortasına Mart ayı için yola çıkına emri verilmişti ve Anadolu'dan da yavaş yavaş kullanılabilen bütün birlikler Avrupa'ya geçirildi. Mart ayı sonunda herkes ve herşey yerinde olmalı idi.
Halk arasında da savaş ruhu yine yükseldi. Her yerde cihad ilan edildi. Gevşek ve barış yanlısı padişah bile genel hareketlilikten etkilendi. Savaş masraflarını karşılamak için hemen Enderun Hazinesi'nden 3 milyon akçe Verdi.
Ruslara duyulan hoşnutsuzluk kendini her yerde göstermeye başlamıştı. İstanbul sokaklarında bir Rus görüldüğünde, halk hakaretler ve lanetler yağdırıyordu. Sinop'ta bir Rus gemisinin mürettebatı ile kanlı bir kavga çıktı ve Özü'de komşu ormanların kullanımından dolayı çıkan kavga, her iki tarafta da ölü ve yaralıların olduğu bir çatışmaya dönüştü. İzmir'deki Rus konsolosu, fanatikleşmiş avam takımının öfkesinden canını zor kurtardı.
Gerçi hala biri saldırı savaşı lehine, diğeri de aleyhine iki grup vardı. Lakin birincisi çok geçmeden üstünlüğ sağladı. Başlarında bulunan sadrazam, Rusya'yı bir anda ezmek için bu fırsatı kullanmak zorunda olduklarını ileri sürüyordu. Zira Rus ordusu kötü durumda idi, sarayda görüş ayrılıldarı hakimdi ve halk arasın hoşnutsuzluk da son raddeye gelmişti. Babıali ise her zamankinden daha iyi hazırlanmıştı. Akıllı reisülküttab ise hala savunma savaşı lehine konuşuyordu.
Serhat Kuzucu'nun Kırım Hanlığı ve Osmanlı-Rus Savaşları (Selenge: 2013) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya Ültimatom Vermesi
II. Katerina ile II. Josef’in 1787 yılında Kerson’da yaptıkları son görüşme, bugüne kadar banşı korumak için büyük çabalar sarfeden Osmanlı Devleti’nin artık sabır ve tahammül sınırlarını zorlamaktaydı. Bu tarihten itibaren Sadrazam Koca Yusuf Paşa olmak üzere, yöneticilerin fikirleri artık Rusya ile bir savaş yönündeydi.
II. Katerina ile II. Josef arasındaki Kerson görüşmesi sonrası bu görüşmeye katılan Rusya’nın İstanbul Elçisi Bulgakov İstanbul’a döner dönmez Osmanlı DevleLi’nden Varna’ya bir Rus konsolosunun atanması gibi yeni talepler gündeme getirdi. Bugüne kadarki yumuşak ve anlayışlı davranışının karşılığı olarak her defasında kabul edilemez yeni istekler ileri süren Rusya’ya karşı Osmanlı yönetiminin tepkisi bu sefer çok sert oldu. Osmanlı Devleti Reisülküllap Feyzi Efendi aracılığıyla Rus Elçisi Bulgakov'a 27 Temmuz 1787 tarihinde İstanbul Bebek’te yapılan görüşmede altı maddeden oluşan bir ültimatom vererek bunların derhal yerine getirilmesini isledi. Bu istekler şunlardı:
-
Osmanlı Devleti’ne ihanet ettiği için görevden alman ve Rusya’ya kaçan Boğdan voyvodasının teslim edilmesi
-
Eflak ve Buğdan’da görev yapan ve halkı Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtan Rus Konsolos vekilinin görevden alınması
-
Kılburun mevkiinde bulunan göllerden çıkarılan tuzun Özi halkına ait kısmının verilmesi
-
Osmanlı tüccarlarına Rusya’nın bazı bölgelerinde baskı ve kötü muamele yapıldığı, bu bağlamda bu yerlere onları korumak ve ticari işlerine bakmak için Rusya’nın Osmanlı topraklarında atadığı konsoloslarla aynı koşullarda birer memur tayin edilmesi ve bu memurun öncelikle hemen Kırım’a atanması
-
Osmanlı karasularında ticaret yapan Rus tüccar gemilerinin ihracı yasak malları taşımaya devanı ettikleri, bu gemilerin hiçbirine ayrıcalık gösterilmeden aranacağı ve boğazlardan geçişlerine izin verilmeyeceği
-
Rus askerlerinin Tiflis ve Gürcistan bölgesinden hemen çekilmesi
Bu istekler karşısında şaşkına dönen Bulgakov, Rusya'nın amacının iki devlet arasındaki dostluğun devam etmesinden yana olduğunu, ancak ileri sürülen şartların kabul edilemeyeceğini belirterek bu taleplere tepki gösterdi. Daha sonra ise, ilgili şartlar hakkında tek tek izahatlarda bulundu.
31 Temmuz 1787 tarihinde tekrar bir araya geldiler. Rus elçisine Osmanlı Devleti’nin ilk görüşmede sunduğu taleplerini bir kez daha ve daha sert bir üslupla sunulunca, Rus elçisi Bulgakov Osmanlı heyetinin bu konudaki ciddiyetini anlamış ve mevzunun kendi yetkilerini aştığı düşüncesiyle olsa gerek kesin bir cevap vermekten kaçınmıştı. İki taraf arasındaki görüşmeler artık düzelmeyecek bir hal alınca Bulgakov, Osmanlı Devleti’nin bu isteklerini Çariçe’ye bildireceğini belirterek toplantıdan ayrıldı.
Johann Wilhelm Zinkeisen'in Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe:2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Bulgakov'un önce sarayından yeni emirler alması gerekiyordu. Reisülküttab bunun üzerine Babıali'nin en geç 26 Ağustos'a kadar kesin bir cevap beklediğini açıkladı.
Bulgakov her ne kadar hemen çariçenin vereceği son kararı belirlenen tarihe kadar getirmesi için Petersburg'a bir ulak göndermekte acele etti ve diğer elçilere de bu kritik durumu bildirdiyse de beklenen cevap daha gelmeden zarlar atıldı.
Serhat Kuzucu'nun Kırım Hanlığı ve Osmanlı-Rus Savaşları (Selenge: 2013) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Rusya’ya Savaş İlanı
Rus elçisinin Osmanlı Devleti’nin isteklerine kesin bir cevap vermeden toplantıdan ayrılması bu girişimi de sonuçsuz bıraktı. Rus elçisi ile yapılan görüşmeler sonrası toplanan Meclis-i Şura, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yaşanan gerginliği ele almak üzere müzakerelere başladı. Sadrazam Yusuf Paşa söz alarak Rus hükümetinden cevap beklenmesinin boşuna olduğunu, derhal savaş kararı alınarak gerekli hazırlıkların yapılmasına başlanmasının önemini vurguladı. Diğer devlet adamları Sadrazam Koca Yusuf Paşa’nın bu konudaki kararlığını görerek ondan çekindiklerinden, herhangi bir itirazda bulunmadılar. Bunun üzerine Koca Yusuf Paşa, dönemin Şeyhülislamı Ahmet Efendi’den vakit kaybetmeden fetva hazırlaması için telkinde bulundu. Ahmet Efendi, 1787 yılının Ağustos ayında Ruslara harp ilanını içeren bir fetva hazırladı ve Rusya’ya savaş açılmasına karar verildi.
Johann Wilhelm Zinkeisen'in Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe:2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Savaş İlanı
Savaşın tehlikelerini ayrıntılı birer notayla tarif eden Fransız sefirinin ve Avusturya elçisinin son bir arabuluculuk teşebbüsü, soğuk bir biçimde geri çevrildi. Avusturya elçisinin, kayserin muhtemel bir savaş halinde, Rusya'ya karşı bir müttefik olarak görevini yerine getirmek zorunda kalacağına dair tehdidi bile çok az etki bıraktı. St. Petersburg'da hiçbir sebep olmadan, sürekli olarak İngiliz elçisi ile birlikte İstanbul'daki savaş ateşini körüklemekle suçladıkları Prusya elçisinin sağduyulu uyarıları da işe yaramadı.
Divan-ı Hümayun'da bir şekilde muhafaza etmeyi başardıkları sakin tutum, yerini artık padişahı bile etkisi altına alan tutkulu heyecana bırakmak zorunda kaldı.
Bulgakov, 16 Ağustos'ta bu defa çok daha büyük bir ihtişamla gerçekleştirilen Divan-ı Hümayun'a tek başına gitmek zorunda kaldı. Sadrazam burada kendisine hemen şu soruyu sordu: Sarayı taleplerini geri çekmeye ve bilhassa Gürcistan üzerindeki hakimiyet hakkında vazgeçmeye niyetli miydi? Rusya, bütün antlaşmaları bozduğu için, Babıali de bütün antlaşmaları, bilhassa Küçük Kaynarca Barışı'ndan sonra yapılanları, geçersiz ilan etmek zorunda idi. Bununla tabii ki Kınm'ın geri verilmesi gerektiğinden bahsediliyordu.
Duyduğu endişeden neredeyse söyleyecek söz bulamayan Bulgakov, yukarıdaki sorulara istenen yazılı cevabı vermeye yetkili olmadığım açıkladı. Ancak kendisine zaman tanındığı takdirde çariçeye hemen raporverecek ve Babıali'ye mümkün olan en kısa zamanda kararını bildirecekti. Sadrazam, elçiyi bunun üzerine: "Bu gibi bahanelere tokuz; zira bunlar, antlaşmaların ihlalini daha da ileri götürmeye ve Rusya'nın Gürcistan'a birlik göndererek yaptığı saldırılan gizlemeye yöneliktir. Elçiyi derhal Yedikule'ye götürün!" diye tersledi.
Nicolae Jorga'nın Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe: 2005) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Savaş Öncesi Diplomatik Faaliyetler
Osmanlı Devleti’nin Savaş Kararının Gerekçelerini Avrupa Devletlerine İzahı
Bâbıâli, dost devletler arasında önceliğe sahip Prusya ve İngiltere’ye 24 Ağustos’ta, Rusya’nın antlaşmaları “ihlal ettiğinden” veya kasten ve kendi çıkarı doğrultusunda farklı yorumladığından; Gürcistan’ı ele geçirmeye çalıştığından; Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm eyaletlerinde sultana karşı genel bir ayaklanma çıkartmak için yardımcı aradığından; ülkesinde bulunan Müslümanlara zarar verip, eziyet çektirdiğinden ve nihayet Mavrokordato’ya sağladığı himaye ile “kötü niyetlerini” açıkça belli ettiğinden dolayı, çariçenin uzun zamandır bir tehdit aracı olarak kullandığı savaşın, sultanın haklarını korumak için artık kaçınılmaz olduğunu bildirdi.
Çariçenin buna cevabı, 1774 yılından beri Türklerin barış ihlallerinin sayıldığı ve adaletin sağlanması için tüm Hristiyanlığa seslendiği manifesto oldu.
Serhat Kuzucu'nun Kırım Hanlığı ve Osmanlı-Rus Savaşları (Selenge: 2013) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Osmanlı yönetimi her ne kadar yayınladığı beyannamede iki devlet arasındaki yaşanan siyasi gelişmeleri Avrupa devletlerine izahta bulunsa da İngiltere, Fransa, Prusya gibi güçlü devletler zaten bu süreci yakinen takip etmekteydi. Çünkü Osmanlı Devleti’nin coğrafi, politik ve stratejik önemi, onlan bunu yapmaya mecbur kılıyordu. İki devlet arasında çıkan savaş zaten beklenen bir durumdu. Önemli olan bundan sonra ne olacağıydı. Rusya ve Avusturya gibi iki güçlü devlet karşısında Osmanlı Devleti’nin tek başına başarılı olamayacağını bilen Prusya, İngiltere, Fransa ve İsviçre’nin bu konuda ciddi endişeleri vardı.
Rusya’nın Savaş Kararına Tepkisi
Osmanlı Devleti’nin savaş ilanı karşısında II. Katerina, uzun zamandır bir savaşın zeminini oluşturduğu için, bu kararı bir fırsat olarak gördü. Zira Avrupa’nın mevcut politik oldukça uygundu.
İngiltere Yedi Yıl Savaşları ve daha sonra da Amerikan’daki kolonilerin bağımsızlık hareketleri ile uğraşmış, bu mücadeleler sonunda oldukça yıpranmış ve büyük ekonomik sıkıntılar içerisine girmişti.
Fransa’nın da İngiltere’den farklı bir durumu yoktu. İngiltere’ye karşı Amerikan kolonilerine yapılan yardımlar Fransa ekonomisini bir hayli sarsmış hatla bu ekonomik sıkıntıların yarattığı iç istikrarsızlıklar ülke içerisinde halk hareketlerine neden olmaya başlamıştı.
Rusya’nın yayılmacı politikalarından en çok çekinen Prusya ise eskisi kadar güçlü olmadığı gibi, 1786 yılında Büyük Frederik’in ölmesi ile büsbütün zayıf kalmıştı.
II. Katerina, Osmanlı Devleti’nin savaş kararı Petersburg’a ulaşır ulaşmaz, 7 Eylül 1787 tarihinde bir bildiri yayınladı. Bu bildiride; “Bildin dünyanın gözü önünde Rusya’yla ebedi barış antlaşması imzaladığım teyit eden Bâb-ı Âli, yine tüm kutsal şeyleri haince yıktı. Biz, Tanrı'nın doğru yargısına ve yardımına, komutanlarımızın dirayetine ve ordumuzun cesaretine sarsılmaz bir ümitle güveniyoruz. Onlar, dünyanın hafızasında sakladığı, düşmanınsa taze yarasını taşıdığı önceki zaferlerinin izinden yürüyeceklerdir.’’ diyerek iki devlet arasında başlayan savaşın tek sorumlusunun Osmanlı Devleti olduğunu vurguladı.
1788
Serhat Kuzucu'nun Kırım Hanlığı ve Osmanlı-Rus Savaşları (Selenge: 2013) kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Avusturya’nın Savaş İlanı
Avusturya elçisi Herbert Ratkal, tercümanı ile Bâb-ı Âli’ye gönderdiği mektupta ülkesinin Rusya’nın müttefiki olarak Osmanlı Devleti’ne harp ilan edeceğini açıkladı ve bu açıklamasının akabinde de İstanbul’u terk etti.
Avusturya’nın bu kararı Sadrazam Koca Yusuf Paşa’yı çok şaşırttı. Zira Sadrazam Koca Yusuf Paşa, Fransız elçisinin devreye girerek II. Josef’i Osmaıılı Devleti’ne karşı savaş açmaması konusunda ikna ettiğini düşünüyordu. Ayrıca, Avrupa'da yaşanan Veraset Savaşları esnasında, Osmanlı Devleti bütün telkinlere rağmen, Avusturya’nın içinde bulunduğu zor durumdan faydalanmayarak ona savaş açmamıştı.
Avusturya Çarı II. Josef’in Osmanlı Devleti’ne savaş kararı alması aslında beklenen bir durumdu. Zira II. Katerina ile II. Josef’in Osmanlı Devleti’ne karşı yaptıkları ittifak herkes tarafından gayet iyi biliniyordu. Hatla 1783 yılında Prusya Kralı Büyük Frederik, elçisi vasıtasıyla Osmanlı Devleli’ne gönderdiği bir yazıda Rusya ile Osmanlı Devleti arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesinin zor olduğunu bildirmiş ve Osmanlı yönelimini Rusya ve Avusturya arasındaki ittifak hakkında da uyarmıştı.
Avusturya’nın almış olduğu savaş kararı ile birlikte Osmanlı Devleti gerek ekonomik gerekse askeri açıdan hiç de hazır olmadığı bir savaşta bu sefer Rusya ile birlikte Avusturya gibi güçlü bir devlete karşı da mücadele etmek zorunda kalacaktı. Bu durum üzerine toplanan Meclis-i Şura şeyhülislamdan gerekli fetvayı alarak, Rusya’ya olduğu gibi, Avusturya üzerine de savaş kararı aldı.
Johann Wilhelm Zinkeisen'in Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe:2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Babıâli, son zamanlarda bu kadar müsamahalı muamele görmüş, antlaşma hükümlerine aykırı olarak Boğdan'ı işgal edip "sınırlarını istediği gibi tesbit etmiş" olmasına rağmen bu bölge kendisine bağışlanmış, gene eski anlaşmalar hilâfına olarak Memleketeyn Prensliklerine gönderdiği temsilcisi nihayet ebedî dostluk nişanesi olarak tanınmış olan Viyana hükümetinin hareketlerine karşı çok öfkeleniyordu. Lâkin daha 9 şubatta Avusturya İmparatoru Jozef'in savaş beyannamesi yayınlanmıştı: Bu beyannamede o, Avrupa'yı, Barbarlardan temizlemek istediğini söylüyordu.
Osmanlılar, Avusturyalılardan bu meydan okuyuşlarını "her gün ölmektense bir defa ölmek evlâdır" sözleriyle karşıladılar.
Nicolae Jorga'nın Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe: 2005) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Savaş Hazırlıkları ve Zorluklar
Bâbıâli, hiçbir zaman hiçbir savaşa böylesine titizlikle ve çağdaş Avrupa tarzında hazırlanmamıştı. Batı tarzında düzenli ve daimi bir ordu kurma planı artık tamamen terk edilmişse de İstanbul’da S.-Remy ve Aubert tarafından yönetilen bir topçu okulu bulunuyordu: Humbaracıların başında İngiliz bir devşirme vardı ve sultanın yeni gemileri Fransız Le Roy tarafından inşa edilmişti. Kaleler uzun zaman önce savunma durumuna geçirilmişti ve en fazla tehdit altında bulunan Özi Kalesi’nin güçlendirilmesi için Fransız mühendis La Fitte-clave gerekli tedbirleri almıştı.
Mavroyani, masrafları kendine ait olmak üzere bir Tuna filosu yaptırdı. Depolar dolu idi ve önceki savaştaki başarısızlıklarda çok büyük bir rol oynayan erzak eksikliğine dair hiçbir endişe duyulmasına gerek yoktu: Romen prensliklerinden İsakça ve İsmail’e çok büyük miktarlarda erzak götürülmüştü. Osmanlı hazinesinin dolu olduğu ve Sultan I. Abdülhamid, gerektiğinde kendi iç hazinesinden de gerekli masrafları karşılamaya hazır olduğu kesindi.
Tüm hazırlıklara rağmen Osmanlı ordusu bir sonraki ilkbahar gelene kadar hiçbir faaliyette bulunmadı. İlkbahar geldiğinde ise yapılan tek faaliyet düşmanların uzun zamandır yürüttükleri saldırıya karşı savunma harekâtı oldu. Hazır duruma getirilen tüm savaş araçları ya kullanılmadı, ya da harap oldu. Cesur, hatta çok istekli görünen savaş yanlılarının liderleri ancak Rusya ile ilişkiler tamamen kesildikten sonra, en beklenmedik gerçekle yüz yüze geldiler: Herşey eyalet idarecilerinin tutumuna, ülkede kurulan otoriteye, Bâbıâli’ye karşı sadakatlerine ve ortak hareket etme ihtimallerine bağlı olduğu için, Osmanlı Devleti çok geniş topraklara sahip olmasına ve pek çok kavim üzerinde hüküm sürmesine rağmen, yetenekli bir ordu toplayamıyordu.
Asya birliklerinin ve Anadolu sipahilerinin katılımını artık düşünmek dahi mümkün değildi. Sadece Anadolu Yarımadası hâlâ gerçek anlamda Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı idi. Kars, Erzurum ve Doğubeyazıt’ın yeniçerileri, Doğubeyazıt Valisi tarafından hizmete alınan ve Hoy ile Hırsova komutanı Ahmed Han’a karşı sınırı koruyan savaşçı dağ Ermenileri, tıpkı Kürtler gibi, Osmanlı Sultanı adına Ruslarla savaşmak için Tuna ve Özi boylarına gitmeye hiç niyetli değildiler.
Valiler ve vergi tahsildarları tarafından kanı emilen Suriye’de, özellikle de Mezopotamya’da başta Fransız ve İngiliz konsoloslar olmak üzere, konsoloslar, ülkenin en itibarlı şahsiyetleri hâline gelmişlerdi. Doğu Hindistan ve yeni Doğu Akdeniz şirketlerinin temsilcilerinin yeniçeriler eşliğinde sergiledikleri görkem karşısında, kimi zaman bahşiş bile aldığı Frenklere muhtaç olan Basra Valisi’nin gösterişsiz eski tarzı sönük kalıyordu. Onların yanında bu canlı ticarette oldukça büyük kazançlar elde eden Ermeniler ve Yahudiler de kıskançlık uyandıran konumlara gelmişlerdi.
İç bölgelerde görev yapan valiler neredeyse bağımsızdı ve Kürt veya Türkmen asıllı leventlerini ve Mağribî veya Berberîleri nefret ettikleri ve korktukları Yusuf Paşa’ya ve kaptan-ı deryaya tahrik ettikleri düşmanlarına karşı yardım etmek için Avrupa’ya göndermeye gönüllü değildiler. Cezzar Ahmed Paşa’nın ayaklanmasından beri, zorbalıkla yönettikleri topraklarda sultanın haklarını umursamak istemeyen sahil kesiminin komutanları da aynı şekilde düşünüyorlardı.
Yeni savaşı başlatırken, erzak ve malzeme temini için her türlü tedbiri almış olan devlet adamları, kelimenin tam anlamıyla ortadan kaybolmuş sipahilerden, barışsever zanaatçı ve tüccar veya avare takımından başka bir şey olmayan yeniçerilerden ve sadece kendi amaçları için yaşayan ve savaşan eyalet askerlerinden yeni bir ordu oluşturmak zorundaydılar. Başa çıkılması gereken en büyük zorluk bu idi ve hemen bir felaketin ortaya çıkmaması sadece Avusturya ve Rusya’nın, Bâbıâli’nin böyle bir karar alacağını düşünmedikleri, dolayısıyla hazırlıksız olmalarından kaynaklanıyordu.
Avrupa Ülkelerinin Tutumları
Ne artık yaşlanmaya başlayan Sultan I. Abdülhamid, ne de sadrazamı savaş istiyordu. Batılı müttefiklerden gerçek bir yardım beklenemezdi. Prusya hiçbir zaman ciddi bir müttefik olmamış ve Fransa, ilk başlarda Bâbıâli’nin gördüğü kötü muameleye itiraz etmiş, hatta Petersburg ve Viyana’ya tehditte bulunmuştu, ama Fransa’nın diplomatik çevrelerinin nihayet aklı başına gelip, olanları değiştiremeyeceklerini anladıklarında, şu açıklamayı yapmakla yetindi ve olayları kendi akışına bıraktı: “Bu devasa sistem, Tanrı korusun, tekrar güç kazanacak olursa Avrupa’nın hali ne olur?” Fransa’nın bu konuda yaptığı tek şey, kendini her ne şekilde olursa olsun, her zaman arabuluculuk yapmaya hazır tutması oldu. Ancak her fırsatta çariçe tarafından geri çevrildi ve bu arabuluculuk rolünü üstlenmesi engellendi. O dönemde hayli zayıflamış olan İngiltere ise Doğu Akdeniz’de oldukça büyük çıkarları olmasına rağmen, “Doğu’nun işlerine çariçenin onayı olmadan burnunu sokmak istemiyordu.”