top of page

II. Meşrutiyet’in İlanı

II. Meşrutiyet Öncesi Siyasi Ortam

Terakki ve İttihat 1907 kongresinin akabinde Makedonya’da çok hızlı bir şekilde örgütlenmiştir. Makedonya’da bu kadar hızlı örgütlenmesinin sebebi burada Osmanlı denetiminin yok denecek kadar az olmasıdır. Makedonya 1878’den beri Avrupa devletlerinin gözetimi altındaydı. Burada başta Bulgarlar olmak üzere, Sırp ve Rum çeteciler Makedonya’yı kendi topraklarına katmak için uğraşıyorlardı. Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü acz Makedonya’da daha çok hissediliyordu.[1]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[2]

II. Abdülhamid rejimine karşı mücadele eden cemiyetlerin birçoğu 27 Aralık 1907 tarihinde Paris’te bir araya geldi. Kongreye Terakki ve İttihat, Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet, Ermeni Taşnaksutyun, Mısır Cemiyet-i İsrailiyesi, Ahd-ı Osmani Mısır Cemiyeti ile Ermeniler ve Araplar tarafından yayınlanmakta olan bazı gazete ve dergilerin temsilcileri katıldılar. Kongre sonucunda, II. Abdülhamid’i tahttan inmeye zorlayarak meşrutiyeti yeniden kurma kararı alınmıştır. Bu amaca ulaşmak için bir dizi faaliyet gösterilecektir. İlk önce pasif direnme yapılacak, halka hükûmete vergi vermemesi söylenecekti. Yapılacak propagandalarla ordunun ihtilalcilere karşı silah kullanmaması sağlanacaktı. Son olarak, gerekirse sonuca ulaşmak için genel ayaklanma yapılacaktı. Kongre bu doğrultuda çalışmaların sürdürülebilmesi amacıyla cemiyetlerin temsilcilerinden oluşan gizli bir komite kurulmasına karar vermiştir.[3]

 

II. Meşrutiyetin İlanı (23 Temmuz 1908)

Reval görüşmelerinde Rusya ve İngiltere’nin gelecekte Almanya karşısında alacağı ortak tavırlar tartışıldığı gibi başta Makedonya olmak üzere Osmanlı Devleti’nin diğer meseleleri de gündeme alınmıştı. Bundan hareketle iki devletin Osmanlı Devleti’nin taksimini görüştüklerini ileri süren Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri, derhal harekete geçtiler. Selanik ve Manastır’da duvarlara ilânlar astılar, konsolosluklara bildiriler dağıttılar. Onlara göre, devletin karşı karşıya olduğu bu tehlikenin esas sebebi meşrutî idarenin olmayışı idi. Bu yüzden hem konsolosluklara verdikleri, hem de halka dağıttıkları bildirilerde, meşrutiyet ilân edildiği takdirde, her şeyin yoluna gireceğini ilân ediyorlardı. [4]

 

Sultan Abdülhamid bölgedeki bu hareketlilikten büyük kuşku duyuyordu. Durumu yerinde inceletmek üzere, Rumeli’ye yüksek rütbeli subaylar gönderdi fakat bir netice alamadı.[5]

 

Cemiyet meşrutiyeti ilân ettirmek için her türlü çareye başvurmaya karar verdi. Bu amaçla, Selanik Merkez kumandanı aynı zamanda Padişah’ın yaverlerinde Yarbay Nâzım Bey’e bir suikast düzenlendi. Manastır Polis Müfettişi Sami Bey ile Selanik Topçu Alayı İmamı Mustafa Efendi öldürüldü. Merkez kumandanını yaralayan kişi daha sonra hürriyet kahramanı olarak tanınacak olan kayınbiraderi Binbaşı Enver Bey’den başkası değildi. O, artık Selanik’te kalamazdı. Kendisine katılan bir gurupla birlikte dağa çıkarak ilk isyan bayrağını açtı. Enver Bey’i 3 Temmuz 1908’de 160 askeriyle Kolağası Niyazi Bey takip etti. Bu isyan haberleri 5 Temmuz’da İstanbul’a ulaştı. Aynı gün Niyazi Bey ve arkadaşlarının takibi ve gerekirse cezalandırılması için, Şemsi Paşa’ya bir emir gönderildi. Şemsi Paşa’nın bir kısım kuvvetlerle Selanik’e hareket etmesi İttihatçılar arasında panik yarattı. Paşa 7 Temmuz’da Manastır’a vardı. Gözlemlerini Babıâli’ye bildirmek için Manastır Telgrafhanesine giden Paşa, n çıkarken Mülazım Atıf Efendi tarafından öldürüldü.[6]

 

Olayların bu boyutlara ulaşması üzerine Abdülhamid cemiyete sempati duyan subay ve askerlere nasihat vermek için, Müşir Şükrü ve Birinci Ferik Rahmi Paşaların başkanlığında bir heyeti bölgeye gönderdi ise de bir sonuç alınamadı. Akabinde padişah, bu hareketleri teskin etmesi için, Manastır Fevkalâde Kumandanlığına Müşir Tatar Osman Paşa’yı tayin etti.[7]

 

Rumeli’de bu olaylar cereyan ederken Abdülhamid, 10 Temmuz’da danışmanları ve eski sadrazamları Said ve Kâmil Paşaları Saray’a çağırarak olaylar hakkında ne yapılması gerektiğini sordu. Ancak onlar da bir çare bulamadan Hasan Tosun ve Eyüp Sabri Beyler de kendilerine bağlı birliklerden çeteler kurarak dağa çıktılar. Manastır valisi Hıfzı Paşa meşrutiyet taraftarlarına karşı direnmenin anlamsız olduğunu ve ilan edilmesi gerektiğini hükümete yazdı. Sadrazam Ferid Paşa, bütün bu olup bitenlere seyirci kalıyor hatta rivayetlere göre gizlice destek bile veriyordu. Padişah muhtemelen bu rivayetler yüzünden Ferid Paşa’yı 22 Temmuz’da azlederek yerine Said Paşa’yı getirdi. Abdülhamid son bir hamle ile sadaret değişikliğine giderek, İttihatçılara mesajlarını aldığını ve uzlaşma arzusunu ortaya koydu.[8]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[9]

İstanbul’da yukarıdaki gelişmeler olurken, Rumeli’de olaylar gittikçe şiddetleniyordu. Selanik ve Manastır’a sevk edilen kuvvetler, ihtilalcileri takip etmek şöyle dursun, onların saflarına katılıyorlardı. Şemsi Paşa’nın öldürülmesinden sonra, Manastır’a gönderilen Tatar Osman Paşa’nın kaçırılmasına karar veren İttihatçılar, bu görevi Eyüp Sabri Bey ile Resne tabur kumandanı Niyazi Bey’e verdiler. 21 Temmuz’da 2500 kişilik bir kuvvetle Manastır’a gelen Eyüp Sabri ve Niyazi Beyler Osman Paşa’yı tevkif ederek Resne’ye götürdüler.[10]

 

Kısa bir süre önce İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne kabul edilmiş olan Arnavut ihtilal komiteleri ise 22 Temmuz sabahı 20-30 bin kişi toplayarak Meşrutiyetin ilânı için nümayişe başladılar. Her taraftan Mabeyn’e meşrutiyetin ilân edilmesi için telgraflar gönderilmeye başlandı. Rumeli’ye olayları bastırmak için giden askerler de bu harekete iştirak ediyorlardı. Bölgedeki bazı mülkî amirler de İttihatçılara destek veriyordu. Mesela Serez Mutasarrıfı Reşid Paşa meşrutiyet ilân edilmediği takdirde Abdülhamid’i hükümdar olarak tanımayacaklarını telgrafla İstanbul’a bildirdi. Aynı şekilde, İttihat ve Terakki Cemiyeti Manastır merkezi imzasıyla gönderilen başka bir telgrafta, Pazar gününe kadar meclisin açılmaması halinde vahim hadiselerin çıkacağı söyleniyordu. Cemiyet meşrutiyeti en azından Makedonya’da ilan etme kararlılığındaydı. Burada bunu başarırlarsa bütün imparatorluğa yaymanın yolu açılacaktı. Cemiyet, Abdülhamid’e gönderdiği telgraflarda Kanun-i Esasi 26 Temmuz’a kadar ilân edilmediği takdirde, bölge halkının ve askerin veliahda (V. Mehmed Reşad) biat edeceği tehdidinde bulundu ve kararlılığını göstermek için 23 Temmuz 1908’de Manastır’da meşrutiyeti ilan etti. Ardından civar kasabalarda da meşrutiyet ilan edilerek, Selanik’te meşrutiyetin ilanı için de 25 Temmuz tarihi belirlenerek İstanbul’un tepkisi beklenmeye başlandı.[11]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[12]

Bu gelişme üzerine padişah, vükelânın (bakanların) Saray’da toplanıp meseleyi görüşmelerini emretti. Sadrazam Said Paşa’nın ifadesine göre, Saray’da toplanan vükelâ, saatlerce Rumeli’den gelen ve meşrutiyeti isteyen telgrafları incelemekle vakit geçirdi, fakat bir türlü esas mevzua gelemedi. Zira hadiselerin boyutu Kanun-i Esasi’nin bir an önce ilân edilmesi zaruretini doğurmuştu, vükela da de bu kanaatte idi ancak bunu Abdülhamid’e teklif edecek cesaretleri yoktu. Bakanlar kurulu bu tereddütler içerisinde iken Padişah’ın adamlarından Rıza Bey ve Ahmed İzzet Paşa gelerek, Padişah “ahalinin Kanun-i Esasi’yi istediklerini anladı, mamafih kendisi de bunun aleyhinde değildir” demeleri herkesi rahatlattı. Zira artık meşrutiyetin ilanı önünde bir engel kalmadı. Aslında Padişah İttihatçıların beklentilerinden de önce harekete geçti ve 24 Temmuz’da İstanbul gazetelerinde yayımlanan küçük ilanlarla, meşrutiyetin iade edildiği bildirildi. Böylece Osmanlı tarihinde telgrafla kansız bir ihtilal gerçekleşti ki o güne kadar görülmüş bir şey değildi. Bu ihtilalin gerçek sahipleri hiç kuşkusuz Rumeli’de teşkilatlanan genç subaylardır. Her ne kadar fikri olarak Avrupa’daki muhaliflerden etkilendiler ve hatta onlar ile birleştiler ise de onların bu ihtilale katkıları yok denecek kadar azdır.[13]

 

23 Temmuz 1908'de Meşrutiyet ikinci defa ilan edilmiş ve II. Abdülhamit 24 Temmuz 1908'de anayasayı yeniden yürürlüğe koymuştu.[14]Bu ani gelişme ülke genelinde hem hayret ve hem de sevinç yarattı. Her ne kadar değişim talebi genel bir arzu idiyse de İttihatçıların yeterli toplumsal desteği yoktu. Netice itibarı ile onlar yeni ortaya çıkmış gizli bir cemiyet idi. Fakat bu hareket kısa zamanda ülke çapındaki bütün muhaliflerin çatısı oldu. Meşrutiyetin ilanının yarattığı sevinç biter bitmez, bu sefer gözler bu maksatla kurulan Said Paşa kabinesine çevrildi. Zira İttihatçılar meşrutiyetin ilanında yoğunlaşırken idari olarak nasıl bir yapılanma olacağı konusunu ihmal ettiler. İstanbul’da kafalar karışıktı. Ortada bir hükümet vardı ama kabine üyeleri, meşrutî bir idarede olduğu gibi, sadrazam tarafından seçilmemişti. Ayrıca bu kabine içinde sevilmeyen bazı lekeli Nazırlar (İttihatçıların iddiasına göre) da bulunmaktaydı. Artık sansürsüz yayın yapan İttihatçı basın, hükümeti diline doladı. Böyle uyumsuz bir kabine ile hiçbir şey yapılamayacağını ileri süren basın, söz konusu kabineyi istifaya çağırıyordu. [15]

 

Bosna-Hersek’in Avusturya Tarafından İlhakı (5 Ekim 1908)

İttihatçılar iç muhalefet ile uğraşırken aslında bir dizi dış problemle karşılaştı. Seçim arifesinde olan İttihatçılar Bosna Hersek, Doğu Rumeli ve Girit gibi yerlerden de temsilcilerin meclise girmesini tartışıyor ve bu doğrultuda buralarda teşkilatlanıyordu. Zira Bosnalı Müslümanlar da esasında Osmanlı’ya tabi olduklarını ve kendilerinin de bir anayasalarının olması gerektiğini dillendiriyorlardı. İnkılâba ilk dış darbe bu gelişmelerden endişe duyan Avusturya’dan geldi. 5 Ekim 1908’de Bosna Hersek’i ilhak ettiğini Berlin Anlaşmasında imzası olan devletlere bildirdi. İttihatçıların seçimlere gitmek için uğraştıkları sırada yaşadıkları felaket bununla sınırlı kalmadı.[16]

 

Avusturya’nın bu tavrı büyük tepkilere neden oldu ve hatta savaşa ramak kaldı. Diğer Avrupa devletleri de bu duruma onay veriyordu. Bu yüzden Osmanlı Devleti yalnız kaldı ve bu fiili duruma rıza gösterdi. Avusturya ile 26 Şubat 1909’da yapılan bir anlaşma ile Osmanlı Devleti, Bosna Hersek üzerindeki egemenliğini tazminat karşılığında Avusturya’ya devretti ki bu durum Balkanlar’ın daha da hareketlenmesine sebep oldu. [17]

 

Bulgaristan’ın Bağımsızlığının İlanı (5 Ekim 1908)

Avusturya Bosna Hersek’i ilhak etmeye niyetlenmesi, Bulgaristan’ın bağımsızlığını da desteklemesi işaretini verdi. Nitekim bundan cesaret alan Bulgaristan 5 Ekim 1908’de bağımsızlığını ilan etti. Doğal olarak Osmanlı Devleti bunu tanımadı ve hemen Berlin Anlaşmasında imzası olan devletlere bir nota vererek durumu protesto etti (6 Ekim 1908). Hatta geleneksel siyasetinin aksine bu son durumun ve Doğu Rumeli meselesinin tartışılacağı bir konferansın toplanmasını istedi. Ancak devletler buna yanaşmayıp Osmanlı Devletine bir tazminat karşılığında Bulgaristan ile anlaşmasını teklif ettiler.[18]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[19]

Nitekim bu duruma rıza gösteren Osmanlı Devleti, Bulgaristan ile tazminat meselesini görüşmeye başladı. Bulgarlar talep edilen tazminatı vermeye yanaşmayınca iki tarafın ilişkileri yeniden gerginleşti. Rusya dışındaki devletlerin müdahil olmaları sorunu çözemedi. Bunun üzerine Rusya önceliği ele alarak, Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya ödemek zorunda olduğu 125 milyon frank savaş tazminatı (1877-78) karşılığında Bulgaristan’ın bağımsızlığının tanınmasını teklif etti. Bu borç Bulgaristan tarafından üstlenilecekti. Buna razı olmak zorunda kalan Osmanlı Devleti ile Ruslar arasında 16 Mart 1909 tarihinde Petersburg’ta bir anlaşma yapıldı.[20]

 

Girit’in Yunanistan’a Bağlanması(5 Ekim 1908)

Bu gelişmeler yaşanırken 1897’den beri yarı özerk bir statüde olan Girit Vilayeti Meclisi, Adayı Yunanistan’a bağlama kararı aldı (5 Ekim 1908). Osmanlı Devleti müteaddit defalar devletlere başvurarak Girit meselesine çözüm bulunmasını istedi ise de bir sonuç alınamadı. Bu şekilde hukukî olarak Osmanlı toprağı kalan Girit fiilen Yunanistan’ın etkisi altında olması ile 1912 yılına kadar devletlerarası bir sorun olmaya devam etti.[21]

 

Gelişen iç ve dış olaylar, İttihat ve Terakki'ye karşı bir muhalefetin olgunlaşmasına ve 13 Nisan 1909'da başlayan olayların patlak vermesine neden oldu.[22]

 

Bu duruma tahammül edemeyen hükümette, çatlaklar meydana geldi. Aslında bu bir güçler çatışması idi. Bir tarafta Padişahı ve gelenekçi yapıyı temsil eden güçler diğer tarafta kamuoyunu temsil eden İttihatçılar bulunuyordu.4 Ağustos’ta Sadrazam Said Paşa istifasını verdi. Böylece meşrutiyete “geçiş kabinesi” veya “ara kabine” sayılan hükümetin ömrü sadece iki hafta oldu. Zira hâlâ gerçek iktidarı kontrol eden Abdülhamid, İttihatçıların gücü hakkında yeterli fikre sahip değildi. Aynı şekilde Padişah’ın aşırı tepkisinden korkan İttihat ve Terakki, doğrudan Abdülhamid’e muhalefet etmek yerine, yeni kurulan kabineyi hedef alarak gücünü göstermeye çalışıyordu. Said Paşa kabinesini bu kadar kısa zamanda düşüren veya en azından sebepleri hazırlayan İttihatçıların kendilerine güvenleri arttı.[23]

 

Meclis-i Mebusan’ın Toplanması (17 Aralık 1908)

Kamil Paşa başkanlığında kurulan yeni hükümetin ilk işlerinden biri Kanun-i Esasi’ye göre açılacak meclisin üyelerini belirlenmesi için seçim hazırlıkları yapmak oldu. Seçime I. Meşrutiyet meclisinin hazırladığı seçim kanunu ile gidildi. Tahmin edileceği gibi bu süreç ülkede farklı muhalefet guruplarının da ortaya çıkmasına vesile oldu. Ayrıca arzu edilen çoğulcu sistem için de bu gerekliydi. İttihat ve Terakki henüz partileşmemişti ama bir cemiyet olarak seçimlerin toplumsal ve ordu desteğine sahip en popüler gurubuydu. Diğer önemli gurup ise Avrupa’dan dönen Prens Sabahattin’in başkalığındaki liberal eğilimli “Osmanlı Ahrar Fırkası” idi ve muhalefeti temsil ediyordu. [24]

 

Seçimlere bu atmosferde gidildi ise de denetim ağırlıklı olarak İttihat ve Terakki’nin elinde idi. Üstelik meşrutiyeti ilan ettirme konusunda gösterdiği kararlılık seçmenlerin ilgisine mazhar oluyordu. Nihayet 1908 sonbaharında yapılan (seçimler tek bir günde değil, yerine göre değişik tarihlerde yapılabiliyordu) seçimlerin de galibi oldu ve II. Meşrutiyet meclisinin birinci devresi başladı. Osmanlı Ahrar Fırkası meclise sadece bir mebus sokabilmişti, geri kalanlar tamamen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin mebuslarıydı.[25]

 

1908 Seçimleri ve Meclis-i Mebusan 1908 Meclisinde 157 Türk, 54 Arap, 25 Arnavut, 22 Rum, 10 Ermeni, 6 Sırp, 3 Bulgar ve 4 Yahudi milletvekili görev yapmıştır. Pek çok kanuna imza atan 1908 Meclis-i Mebusan’ı, en verimli dönemini 1908-1909 yılları arasındaki birinci yılında yaşamıştır.[26]

 

31 Mart Vak’ası (13 Nisan 1909)

Meşrutiyet ilan edilmiş, İttihat ve Terakki Cemiyeti gizlilikten çıkıp hükümete girmiştir. Cemiyet artık bir siyasi partidir ve genel başkam da Talat Bey'dir. Yeni hükümette Talat Bey dâhiliye nazırlığına getirilmiştir. İttihatçılar da onun aracılığıyla her şeye hâkim olma mücadelesine girmişlerdir.[27]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[28]

 

Kanun-i Esasi’nin yeniden ilanı sırasında küçük bazı ilaveler yapılmıştı. İlave 120. madde, “bütün Osmanlı vatandaşlarına, kimseye önceden haber vermeden teşkilatlanma ve toplantı hakkı veriyordu. Bu ilave tamamen samimi duygular ve hürriyetçi fikirlerin bir gereği olarak yapıldı. Nitekim yıllardır kendilerini baskı altında hisseden çeşitli guruplar, hemen harekete geçerek dernek ve cemiyetler kurmaya başladı. Özellikle Türk unsurunun dışında kalan Müslim ve gayrimüslim unsurlara mensup pek çok cemiyet kurulması İttihatçıları rahatsız etmeye başladı.[29]

 

Farklı etnik guruba mensup ve milliyetçi eğilimleri olan bu cemiyetlerin amacı İttihatçıların “Osmanlıcılık” fikrine ters düşmekteydi. Bu da toplumu germeye, yeni muhalefet gurupları oluşmaya, farklı fikir ve düşünceler içeren gazete ve dergiler de yayımlanmaya başladı. Meclisteki çoğunluğa rağmen bir taraftan bürokraside yer edinememiş, diğer taraftan muhalefet ile yüz yüze gelmiş olan İttihatçılar kendilerini güvende hissetmiyorlardı.[30]

 

Bu gelişmelerin yaşandığı sırada İttihatçıların isteği ile Ekim 1908’de Selanik’te bulunan ve komutanlarının çoğu İttihatçı olan Avcı taburlarının İstanbul’a getirilip, Yıldız Sarayı yakınlarındaki Taşkışla’ya yerleştirilmesi gergin bir ortam yaratmıştı. Bu taburlardaki subaylar meşrutî yönetimin gerekliliğine inandıkları kadar, II. Abdülhamid’in varlığını da meşrutiyetin en büyük tehdidi olarak görüyordu. Hatta muhtemelen İstanbul’a getirilmeleri de Padişah üzerinde baskı kurmak ve ona gözdağı vermeyi amacındaydı. Oysa bu subayların idare etikleri ve “alaylı” denilen küçük subay ve askerler farklı düşünüyordu. Onlar hâlâ Padişah’a bağlıydılar. Bu karşılıklı güvensizliğin yanı sıra askeriyede yapılan bazı düzenlemeler (alaylı subayların işine son verilmesi gibi) de askerler arasında huzursuzluğa neden oldu.Ayrıca sorumsuz bazı subayların İstanbul’un gece hayatına alışmaları hatta bazılarının birliklerine sarhoş dönmeleri; askerlerin ihtiyaçları ve talepleri karşısında kayıtsız kalmaları itaat sınırlarını zorluyordu. [31]

 

Toplumu geren bir diğer olay ise 6 Nisan 1909 tarihinde Serbesti gazetesi yazarlarından Hasan Fehmi Bey’in Galata Köprüsü üzerinde öldürülmesi idi. Köprünün her iki tarafında zabıta kontrol noktası olmasına rağmen katilin rahatça kaçabilmesi tuhaf bulundu ve hem basında ve hem sokakta geniş protestolara sebep oldu. Hasan Fehmi ölmeden önce İttihatçıları eleştiren yazılar yazdığı için cemiyetin bazı fedaileri cinayet şüphelisi olarak görülüyordu.[32]

 

Derviş Vahdeti de bu sırada devreye girdi. Bir süre önce çıkarmaya başladığı Volkan gazetesinde, muhalif bir gazetecinin öldürülmesini şiddetle eleştirerek dikkatleri üzerine çekti. Aslında kendisi de İttihatçılar ile ilişkisi olan bir kişiydi, fakat şahsı tatminsizlikler yüzünden onlardan yüz çevirerek Volkan gazetesini çıkarıp bağımsız muhalefet yapmaya başlamıştı. Gazetesinde hem II. Abdülhamid’e ve hem de İttihatçılara muhalefet ediyordu. İttihad-i Muhammedî Cemiyeti’ni kurup gazetesini de cemiyetin resmi sözcüsü ilan etti. Volkan gazetesi kısa zamanda cemiyetin geniş kabul gördüğünü iddia ediyordu. [33]

 

Bu ortam içinde İsyan, 13 Nisan 1909 tarihinde (Rumî 31 Mart’ta meydana geldiği için “31 Mart Vak’ası” denilmektedir) daha önce adı geçen Avcı taburlarına mensup askerler Ayasofya Meydanı’nda toplanarak gösteri yapması, silah atması ve bazı isteklerde bulunması ile başladı. Kısa zamanda toplanan kalabalıktan ahenkli bir ses çıkmıyordu. Fakat ortak söylem olarak Padişah’tan “şeriat”ın tam olarak uygulanmasını ayrıca Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa ve Meclis-i Mebusan Reisi Ahmet Rıza’nın görevden alınmasını istiyorlardı. Bu taleplere bakıldığında aslında isyancılar hem II. Abdülhamid ve hem de İttihatçılara karşı idiler. Bu görüntü tam da Derviş Vahdeti’nin gazetesindeki fikirler uygundu. Ayrıca kalabalıklar arasında İttihad-i Muhammedî cemiyetinin bayraklarını da taşıyanlar görüldü. Bu hareketin ilk sonucu Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşanın istifası oldu. Bu arada isyancılar Galata köprüsü civarında Ahmet Rıza zannederek Adliye Nazırı Nazım Beyi, ayrıca Tanin gazetesi başyazarı Hüseyin Cahid zannederek Lazkiye mebusu Arslan Bey’i öldürdüler. İş tamamen kontrolden çıktı. Bazı isyancılar sokaklarda “mektepli subay” avına çıktı.[34]

 

İsyanın haberi aynı gün İsmail Canbulat Bey’in cemiyet merkezine “Meşrutiyet mahvoldu!” şeklinde çektiği bir telgrafla ulaştı. Ayaklanma başladığı sırada İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gücünü koruduğu Selanik ve Manastır başta olmak üzere Makedonya’da ve III. Ordu Merkezinde büyük bir panik ve heyecan baş gösterdi. Cemiyet bu isyan sonunda tam bir yenilgi içindeydi fakat genç subaylar arasında “mutlaka bir şey yapmak gerek” fikri egemendi. Bu subayların hissiyatına tercüman olan Selanik’teki III. Ordu komutanı Mahmud Şevket Paşa 31 Mart’a karşı kesin bir tavır aldı. Kendisinin başkanlığında Selanik Askeri Kulübünde yapılan toplantıda ordu tarafından gereken tedbirlerin alınması konusunda görüş birliğine varıldı.[35]

 

İsyanın bastırılması kararlaştırıldıktan sonra Mahmud Şevket Paşa’nın teklifiyle Selanik’te bir miting yapılması, böylece kamuoyununda harekete geçirilmesi konusunda da karar alındı. Bu çağrı üzerine Selanik Hürriyet Meydanında Türk, Rum, Sırp, Arnavut, Bulgar, Ulah, Makedon,  Ermeni ve Yahudilerden oluşan yaklaşık 20-30.000 kişiyi bulan bir kalabalıkla miting gerçekleştirildi. Burada yapılan konuşmalarda Meşrutiyetin tehlikede olduğu, İstanbul’da gerici ve yobazların rejimi tehlikeye soktukları belirtildikten sonra "Silâh başına arş İstanbul'a!" sloganı ile miting sona erdirildi. Mitingde konuşanlar arasında daha sonra Sultan Abdülhamid’in hal’ini tebliğ eden heyette bulunacak olan Emmanuel Karasu Efendi’de vardı.[36]

 

Ardından III. Ordudan bir fırka oluşturulmaya başlandı ve komutası Hüseyin Hüsnü Paşa’ya verildi. Hüseyin Hüsnü Paşa’nın kurmay başkanı Mustafa Kemal’di. Bu kuvvetin yanı sıra Edirne’de bulunan Şevket Turgut Paşa komutasında bir tümenin kurulmasına karar verildi. Şevket Turgut Paşa’nın kurmayı ise Kazım Karabekir’di. Sonuçta II inci ve III üncü Orduların beraberce İstanbul’a asker sevk etmeleri kesinleşti.Ordunun genel komutanlığını ise Mahmud Şevket Paşa yapmaktaydı.[37]

 

Selanik’ten İstanbul üzerine yürüyecek bu kuvvetlere ne isim verileceği konusunda çeşitli fikirler öne sürüldü. Bunlar arasında  “Hürriyet Ordusu”, “Hürriyet Ordusunun Operasyon Kuvvetleri” gibi isimler teklif edildi. Fakat neticede Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal tarafından önerilen “Hareket Ordusu” tabirinin kullanılması kabul edilerek, basına ve hükümete verilen beyannamelerde bu isim kullanıldı.[38]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Hareket Ordusu Komutanı        Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal,

      Mahmud Şevket Paşa[39]       Hareket Ordusu 1 inci Mürettep Fırka

                                        kurmay başkanı iken[40]

 

Hareket Ordusu’nu meydana getirecek kuvvetlerin düzenli tümenlerden oluşması planlanmasına rağmen, Meşrutiyeti korumak için Rumeli’deki azınlıklarda Hareket Ordusu’na dâhil edilmeye başlandılar. Müslim, gayri Müslim birçok sivil bu orduya gönüllü yazıldı. Böylece Hareket Ordusu Arnavut, Bulgar, Rum, Sırp, Makedon vb. milletlerden oluşan çeşitli etnik unsurlarla birleşerek Rumeli’den İstanbul üzerine yürümeye ant içti.[41]

 

Gönüllüleri idare edenler arasında Yane Sandanski, Paniça, Çirçis. Kapitan Keta, Krayko gibi Meşrutiyetten önce devleti Balkanlar'da uğraştıran çete reisleri yanında, Resneli Niyazi, Eyüp Sabri gibi önde gelen Meşrutiyetçiler de bu­lunuyordu. "İttihâd-ı anâsır" düşüncesinden hareket eden İttihat ve Terakki Cemiyeti, mümkün olduğu kadar çeşitli milletlerden gönüllüleri orduya almayı uygun görmüştü. Ayrıca Hareket Ordusu'nun İstanbul'a yürüdüğü bir sırada askerî gücün Rumeli'de zayıflamasından dolayı çetelerin gönüllü adıyla ordunun bünye­sine alınarak kontrol altında tutulması düşünülmüştü. Dolayısıyla bu orduda nizamiye kuvvetlerinden olmayan askeri birlikler çoğunluğu oluşturuyordu. İşte bu sebeple Hareket Ordusu son derece kozmopolit bir yapıdaydı.[42]

 

Talat Bey'in tesirinde bulunan meclis, Hareket Ordusu'nun padişahı isyancılardan kurtarmak için İstanbul'a geldiği yolunda bir bildiri yayınladı.[43]Hareket ordusunun İstanbul halkına hitaben yayınladığı beyanname Mustafa Kemal Bey’in kaleminden çıkmıştır.[44]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Hareket Ordusu Efradının Yürüyüşü[45]

Mevcudu on beş bine varan Hareket Ordusu, Üçüncü Ordu kumandanı Mahmud Şevket Paşanın emri altında İstanbul’a geldi. 24 Nisan’da Topkapı ve Edirnekapı’dan şehre girerek yol üzerindeki askeri karakolları teslim aldı ve Harbiye Nezaretini işgal etti. Taksim kışlası ile Taşkışla’daki mukavemet, şiddetli top ateşi karşısında kırıldı. Bu arada Yıldız Sarayının işgali sırasında Sultan Abdülhamid Han kendisine sadık olan Birinci ordu ile Hareket ordusuna karşı konulması hususunda yapılan teklifleri kabul etmeyerek; “Müslümanların halifesi olduğunu ve Müslümanı Müslümana kırdıramayacağını” söyledi. Eğer ülkenin en mükemmel ordusu olan Birinci Orduya, karşı koyma emri verilseydi, Hareket ordusu bir anda dağıtılabilirdi. Padişah’ın emrine boyun eğen askerler silahların teslim edince, 25 Nisan günü Hareket Ordusu İstanbul’a hâkim oldu. [46]

 

Aynı gün Hareket Ordusu kumandanlığı İstanbul'da sıkıyönetim ilân etti. Savaş divanı ve sıkıyönetim mahkemeleri kurularak suçlu görülenler yargılanmaya başlandı. Hurşid Paşa başkanlığındaki bu mahkemeler Abdülhamid'e bağlı paşaları sürgüne gönderdi. Ayaklanmanın elebaşlarına idam cezası verildi.[47]

 

Bir sorumlunun bulunmasına ihtiyaç vardı ve en uygun kişi her iki tarafa da muhalif görünen Volkan gazetesi sahibi Derviş Vahdeti ile 5 Nisan 1909’da kurduğu cemiyeti İttihad-i Muhammedî idi. Nitekim olayları tahrik etiği gerekçesi ile bir günah keçisi olarak yakalanıp yargılanan Vahdeti idam edildi. Böylece olay tarihe havale edildi.[48]

 

Aslında aynı sıralarda Osmanlı idaresine müdahale konusunda İttihatçılardan umduğunu bulamayan İngilizlerin destekledikleri Ahrarcıların faaliyetleri dikkatlerden kaçtı. Üstelik isyanlar İstanbul ile sınırlı değildi. Anadolu’da, Suriye hatta Hicaz’da da hareketlenmeler ve isyanlar oldu. Buna ne İttihatçıların ne de Derviş Vahdeti’nin gücü yetmezdi. Özellikle İstanbul’da isyanların başladığı günün ertesinde Adana’da Ermenilerin başlattıkları isyanlar oldukça manidardır. Zira büyük ölümlere sebep olan Adana olaylarında da hedef İttihatçılardı. Yaygın kanaat o sırada hâlâ gündemde olan Bağdat Demiryolu imtiyazı meselesinin kendi lehlerinde çözümlenebilmesi için İngilizler Prens Sabahattin’in taraftarlarını tahrik hatta destekleyerek olayların çıkmasını sağladığıdır. İngilizler bir nevi karşı devrim yaptırdılar. Böylece bir taşla iki kuş vuruldu. Hem Osmanlı tahtında görmek istemedikleri II. Abdülhamid’ten kurtuldular ve hem de İttihatçılar üzerinde baskı oluşturdular. Bunun en belirgin göstergesi ise olaylardan birkaç ay sonra Bağdat Demiryolu ile ilgili görüşmelerin yeniden başlamasıdır. [49]

 

İttihatçılar için bu olay sanki İstanbul’un yeniden fethidir. Böylece yeni padişah askerin koruması altına alınmış, Meşrutiyet’in sona erdirilme girişimlerinin eskiden olduğu gibi kolay olmayacağı ifade edilmeye çalışılmıştır. 21 Ağustos 1909 tarihinde 1876 Kanun-i Esasi’sinin 24 maddesi değiştirilmiş, yeni bazı maddeler ilave edilmiştir. Bütün bu düzenlemelerde millet egemenliğini temsil eden “hâkimiyet-i milliye” esası sıklıkla vurgulanmış, yapılan değişikliklerde bu kaide aranmıştır. V. Mehmet Reşat, Padişahlığı meclis tarafından onaylanan ve mecliste yemin eden ilk padişah olmuştur. [50]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[51]

 

Dipnotlar

[1] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[2]http://www.acunn.com/galeri/osmanlinin-istanbulu/1427/sayfa/5

[3] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[4] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[5] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[6] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[7] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[8] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[9]http://arsiv.sabah.com.tr/2008/03/09/pz/haber,51D3E372EC2E49F7ACD7E9DEFE4E82F6.html

[10] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[11] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[12]http://amsterdamnotlari.blogspot.com.tr/

[13] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[14]http://tr.wikipedia.org/wiki/Trablusgarp_Sava%C5%9F%C4%B1

[15] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[16] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[17] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[18] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[19]http://bnr.bg/tr/post/100213833/bulgaristanin-baimsizliinin-ilan-edilmesinin-105-yili

[20] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[21] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[22]http://tr.wikipedia.org/wiki/Trablusgarp_Sava%C5%9F%C4%B1

[23] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[24] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[25] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[26] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[27] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu

[28]http://www.aksitarih.com/19-yuzyil-turk-iktisadi-dusunurlerinden-namik-kemal-ve-huseyin-hilmi.html

[29] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[30] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[31] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[32] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[33] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[34] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[35]http://www.dunyabulteni.net/haber/156018/hareket-ordusu

[36]http://www.dunyabulteni.net/haber/156018/hareket-ordusu

[37]http://www.dunyabulteni.net/haber/156018/hareket-ordusu

[38]http://www.dunyabulteni.net/haber/156018/hareket-ordusu

[39]http://www.dunyabulteni.net/haber/156018/hareket-ordusu

[40]http://www.dunyabulteni.net/haber/156018/hareket-ordusu

[41]http://www.dunyabulteni.net/haber/156018/hareket-ordusu

[42]http://www.dunyabulteni.net/haber/156018/hareket-ordusu

[43] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu

[44] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[45]http://tarihvemedeniyet.org/2009/12/hanedan-mucevherlerinin-gizemli-seruveni/

[46]http://osmanlilar.gen.tr

[47]http://www.dunyabulteni.net/haber/156018/hareket-ordusu

[48] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[49] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[50] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[51]http://www.dunyabulteni.net/haber/156018/hareket-ordusu

II.Abdülhamid (1876-1909, 33 yıl) 

Osmanlılar

bottom of page