top of page

Hatıralar

Fevzi Çakmağın Dilinden Balkan Savaşları

Müttefiklerin subay sayısına oranlanırsa bizim ordunun subayları ikibuçuk kat fazladır. Bizim Ordu bütçesi, Bulgar Ordu bütçesinin dört, müttefiklerin Ordu bütçelerinin toplamının iki katıydı.Orduların ayakta durmalarını sağlayan temel unsur; disiplindir. Balkan harbinde ordunun mahvolmasının en büyük sebebi, disiplinsizlik olmuştur. Disiplinsizlik önce zihinlerde başlamış, ardından eylem halinde hayata geçmiş ve bütün unsurları sarmıştır.[1]

 

Namus lekelerinden en büyüğü tek kurşun atılmadan Selanik'in teslimi olmuştur. İşkodara'da Esat Toptani Paşa'nın şahsi siyasi hesapları uğruna Hasan Paşayı katlettirip, burayı Karadağlılara sunması tarihin en acı sayfalarından birini teşkil etmektedir.[2]

 

19 Haziran 1913 sabahı Karadeniz gemisi, akşama doğru da Gülcemal vapurundaydım. Batı Rumeli'de 500 yıllık Türk hakimiyetine veda ettik. Güneş batarken Arnavutluk kıyıları da yavaş yavaş gözümüzün önünden siliniyordu. Atalarımızın asırlar boyunca kanlarıyla suladığı eski ve yeni şehitlerimizin gömüldüğü vatan parçasının terk edilmesi kalplerimizde giderilmeyecek acılar, hasretler meydana getiriyordu...[3]

 

Allah’ı unuttuğumuzdan bu cezayı görüyoruz!

Fransız Georges Remond, Balkan Harbi’ni takip eden onlarca Avrupalı gazeteciden biri. Türkçeye “Mağluplarla Beraber” adıyla çevrilen kitabında neredeyse gün gün savaşın seyrini, tanıklık ettiği vakaları ve karşılaştığı askerlerden dikkatini çekenleri anlatıyor. Çatalca Savaşları sırasında karşılaştığı ihtiyar Karadenizli gönüllü gibi… 19 Kasım 1912 sabahı denk geldiği gönüllüyle sohbetinde merakını celbeden, ihtiyarın memleketine dönme isteği. Sebebini sorunca şu karşılığı alıyor: “Burada İslam toprağını korumak için savaşmaya geldim. Fakat bugün niçin kan döküldüğünü kimse bilmiyor. Gençliğimde muharebeden önce kurban kesilir, imam dua ederdi. Şimdi ne kurban kesiliyor, ne de dua ediliyor. Komita ve hürriyet için savaşıyormuşuz. Ben bunları görmedim. Ne padişah var, ne de halife var! Allah’ı unuttuğumuzdan bu cezayı görüyoruz. Yoksa Bulgarlar bizi mağlup etmedi.” 

 

Kullanılmaması Gereken Koz

Osmanlı Devleti’nin I. Cihan Harbi’ne cihad-ı ekber (büyük cihad) ilan ederek girdiğini Beylerbeyi Sarayı’nda öğrenen II. Abdülhamid şöyle der: “Bu bir büyük silah idi ki, kullanılmadıkça daha büyük görünürdü, asla kullanılmamalıydı.”[4]

 

Çanakkale Savaşı

Liman Von Sanders, Çanakkale’de Türk askerînin tükenmez azmini, vatan sevgisinin derecesini, cesaret ve fedakârlıklarını şu şekilde anlatmaktadır: “Çoğu yarı çıplak, yarı açtılar. Haftada bir öğün kemikli bir parça et verilebiliyordu. Nebat yağında haşlanmış buğday kırığı yiyorlar, sıhhi vasıflardan mahrum su içiyorlar, taş üzerinde yatıyorlar, güneşe, fırtınalara, soğuğa, yağmura karşı korunmamış siperlerde, çamur ve toz içinde günler geçiriyorlar. Fakat dünyanın bütün vasıta ve imkânlarına sahip düşmanlarını buldukları zaman aslanlar gibi dövüşüyorlardı. Bu ne gösterişsiz, nümayişsiz bir yurt sevgisiydi. Arkalarında fakir bir vatan toprağı duran bu insanlar savaş boyunca birer kahramandılar. Ölüme gülerek giden bir başka millet yoktur. Bu hasletleri sebebiyledir ki hürriyetlerini en ağır bedelle ödüyorlar, esaret bilmiyorlardı”.[5]

 

Türk askerînin hâlet-i rûhiyesini de şöyle ifade eder: “Biz kişilerin kahramanlık sahneleriyle ilgilenmiyoruz. Yalnız size bomba sırtı hadisesini anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasında mesafemiz 8 metre, yani ölüm muhakkak... Birinci siperdekiler, hiç biri kurtulamamacasına kâmilen düşüyor. İkinciler onların yerine geçiyor.Fakat ne kadar gıptaya şayan bir soğukkanlılık ve tevekkül biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir korku ve endişe bile göstermiyor. Okumak bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, Cennet’e girmeğe hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadet getirerek yürüyorlar. Bu Türk askerîndeki ruh kudretini gösteren hayrete değer ve tebrike yaraşır bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebesi’ni kazanan bu yüksek ruhtur.” [6]

 

Çanakkale Hatıraları

Büyük Britanya, sömürgesindeki ülkelerden asker toplayıp buraya getiriyor. Aralarında Müslüman olanlar da var. Hindistan, Mısır Cezayir gibi ülkelerden var. Bu Müslümanları Osmanlı'ya karşı savaşa ikna edebilmek için, 'Halifeyi kurtarmaya gidiyoruz' dediler. 'Halife zor durumda, ittihat ve terakkiciler gavur zaten, Almanlar İstanbul'a yerleştiler' gibi şeyler söyleyerek bir kısmını inandırdılar. Ve karşı tarafta Müslümanlarla savaştığını bilmeyenlere karşı, 'Biz Müslüman'ız ve burası payitaht toprakları' demek için bir sürü taktikler uyguladılar. Mesela Esat Paşa'nın, sabah erken saatlerde sesi güzel gençleri ön saflara dizip ezan okutturduğunu biliyoruz. Mesela mülazımımız anlatıyor: 'Siperdeyiz. Karşı siperden siyahi bir asker bize doğru geliyor. Savaşmak için değil de farklı bir gelişi vardı fakat güvenemezdik. Siperlerimize sinsice yaklaşıp el bombası atarak kaçıyorlardı. Askerlerimiz birkaç kez ateş etti ama vuramadılar. En son ben tam alnından vurdum. Siperimizin önüne kapaklandı. Tuttuk içeri aldık. Ölmüştü. Üzerini ararken, göğsünden bir Kur'an-ı Kerim çıktı. Sanki ben onu değil, o beni vurmuştu.' Bu Kuran-ı Kerim şu an abidenin altındaki müzede sergileniyor. Bunları yaptılar. Müslüman'ı Müslüman'a kırdırdılar.[7]

 

Yakın siperlerle alakalı bir Fransız hatırası var yine kaynaklarda yer alan. Bir gün Fransızlar, bizim siperlerin olduğu yere bazı 'mundar' şeyler diye adlandırılan bir şeyler atıyorlar. Artık ne attılarsa alay etmek için. Fakat bizim askerimiz, karşılığında mendil içerisinde ceviz, kuru üzüm sarıp onu atıyorlar. Tabii Fransızlar mahcup oluyor. Bu sefer peksimet türü şeyler atıyorlar. Hatıralarda, 'Bir daha o siperden bize ateş edilmedi' yazıyor.[8]

 

Anzaklı Ömer’in Hikayesi

1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD’ye giden doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor: “Amerika ‘ya gittiğim ilk yıllar bir hastaya gittim. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim. İhtiyar anlatmaya başladı: Yıl 1915. Sen hatırlamasın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de, orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak’tım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki: “Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.” Biz de inandık sözlerine, savaşmak isteyenler arasına katıldık. Mısır’da şöyle böyle birkaç ay talim gördük. Ondan sonra da bizi alıp Çanakkale’ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Her taaruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya… Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla “Yazıklar olsun bana” dedim. “Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum ben. Niye savaşmaya gelmişim. Bu İngiliz milleti ne yalancıymış ne kadar Türk düşmanıymış” diyerek pişman oldum. Nihayet bize serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk bayrağını yaptırdım.”[9]

 

Batılıları Utandıran Manzara

I.Dünya savaşından evvel Bab-ı Ali'de hukuk müşaviri olan Kont Ostrolog anlatıyor: İngilizlerin, Kut-ül Amare yenilgisini takip eden günlerde, Londra'da büyük bir harp meclisi toplandı. Doğu müsteşarı olmam dolayısıyla ben de bulundum... Başbakan Lloyd George şöyle dedi: "Efendiler, ben bir şeyi anlayamıyorum: Bizim medenî milletlerin orduları savaşta barbarlığa yaklaşıyor. Barbar saydığımız Türk orduları ise, savaşta medenîleşiyor. Irak kumandanımız bildiriyor ki, Türkler esirlerimizin istirahatini fevkalade temin ediyorlarmış. Yaralılarımızı imkânları nispetinde tedavi ediyor ve şefkat gösteriyorlarmış. İşte bu davranışlarının sebebini bir türlü anlayamıyorum..." Daha sonra savaş bakanı söz alarak şunları söyledi: "Ben de bu vaziyeti çok merak ettim. Çünkü şöyle bir hadise yaşandı: Bir müddet önce, Çanakkale'de, bir çarpışma sırasında, esir verdiğimiz iki subay ve beş-altı yaralı askerimiz, Türkler tarafından tedavi edildiler. Bu tedavinin yapıldığı yere yakın bir koğuşta da yaraları iyileşmeye yüz tutmuş Almanlar vardı. Bu Alman askerler, tedavi edilenlerin İngiliz olduğunu anlar anlamaz, hemen saldırmışlar. Türk doktorlar ve yardımcıları, bunları durduramamış. Ancak, bu durumu gören Türk yaralıları, Almanların üzerine yürüyüp onları durdurmuşlar. Biz, Türklerin can evini yakmak ve yıkmak isterken, onların gösterdiği insanlığa hayret ettim." Savaş bakanının bu sözleri üzerine, bir başka bakan söz alarak şöyle konuştu: "Bu meseleyi hallederse, Kont halleder..." "Efendim, bu mesele basittir. Biz Avrupalılar savaş sırasında Türkler kadar medenî olamıyoruz. Bu doğrudur. Ancak doğrunun çok önemli bir sebebi vardır: Biz Avrupalılar, savaşanlar arasında bir savaş hukuku olduğunu iki asır önce düşündük. Bugüne kadar da bu savaş hukukunu geliştirmeye ve yerleştirmeye çalışıyoruz. Müslümanlık ise, 13 asır evvel, bu hakkı çok yüksek bir şekilde kanunlaştırdı. Türkler, bin seneden beri, bu dinî kanunun hükümleriyle ahlaklanmışlardır."[10]

 

Kudüs’te Son Osmanlı Alayı

Osmanlı ordusu, yağmanın önlenmesi amacıyla ardında küçük bir birlik bırakarak Kudüs’ü terk etti, Halep’e kadar geri çekildi. Geride bırakılan artçı birlikten Iğdırlı Hasan Onbaşı, ricatten tam 55 yıl sonra, 1972 yılında tarihçi yazar İlhan Bardakçı ile Türkiye’deki komutanına tekmil göndermişti. Bardakçı’nın anlatımıyla işte o tekmil: Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy… İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi… Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı. Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. "Kim bu adam? dedim. “Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya… Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.” [11]

 

Kan mı çekti nedir? Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe "Selamünaleyküm baba." dedim. Torbalanmış göz kapaklarının ardında donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi: - Aleykümselam oğul. Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm… -Kimsin sen baba? dedim. - Ben, dedi, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden…20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan’ım… - Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi? - Elbette, dedim, buyur hele… - Memlekete avdetinde (dönüşünde) yolun Tokat Sancağı’na düşerse… Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi’yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). O’na de ki, gönül komasın. Ona de ki, “11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım. dedi” dersin… Öleyazdım. Sonra yine dinledi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.”[12]

 

 

 

 

Dipnotlar

[1]http://www.ensonhaber.com/balkan-harbini-nasil-kaybettik-2012-10-28.html

[2]http://www.ensonhaber.com/balkan-harbini-nasil-kaybettik-2012-10-28.html

[3]http://www.ensonhaber.com/balkan-harbini-nasil-kaybettik-2012-10-28.html

[4] İmparatorluğun Hikayesi, Mehmet Karaarslan

[5] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[6] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[7]http://www.turkiyeegitim.com/canakkale-sehitlerinin-curemeyen-cenazeleri-43632h.htm

[8]http://www.turkiyeegitim.com/canakkale-sehitlerinin-curemeyen-cenazeleri-43632h.htm

[9]http://www.nkfu.com/canakkale-savasi-anilari/

[10]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Osmanli-Hikayeleri-Detay-BATILILARI_UTANDIRAN_MANZARA_- 864.aspx

[11]http://www.forumgercek.com/turk-tarihi/60374-kuduste-son-osmanli-alayi.html

[12]http://www.forumgercek.com/turk-tarihi/60374-kuduste-son-osmanli-alayi.html

I.Dünya Savaşı

Osmanlılar

bottom of page