top of page

Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti

Abdülhamid’in İslam Birliği Siyasetinin Sebepleri

1517 yılında Osmanlıların Mısır’ı idarelerine alması ile Osmanlı Sultanı, güçlü olmanın verdiği bir hakla bütün Müslümanların hamisi ve “halifesi” kabul edildi. Ancak Osmanlı Sultanları onsekizinci yüzyılın son çeyreğine kadar buna özel bir vurgu yapmaya ihtiyaç duymadı. Zira Müslüman dünyasının en güçlü hakimi idiler ve sınırlı bazı mezhep gurupları dışında bütün Müslümanlar tarafından zaten “halife” olarak benimseniyorlardı. Sultanların resmi yazışmaları dışında devletler ile ilişkilerinde ayrıca bunu hatırlatmalarına ihtiyaçları yoktu. Ancak Rusya ile Osmanlı Devleti arasında yapılan 1774 Küçük Kaynarca anlaşması ile ilk kez hilafet, Müslüman bir devlet ile Hıristiyan bir devlet arasında imzalanan uluslararası bir belgeye girdi ve uluslararası hukukta yerini aldı. Bunun başlıca nedeni, savaşta galibiyet elde eden Rusların Osmanlı idaresindeki Ortodoksları himaye girişimleri karşısında; Osmanlılar da, halifelik makamıyla Rus hâkimiyeti altındaki Müslümanların hamiliğini üstlenerek bir denge oluşturmaktı. Osmanlı Sultanları bu tarihten sonra devletin zayıflamasına paralel olarak, gerek içerde birlikteliği ve gerekse dışarıdaki Müslümanlar ile dayanışmayı sağlamak adına hilafete sık sık vurgu yapmaya başlamışlardı.[1]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[2]

II. Abdülhamid’in tahta çıkışı, Osmanlı Devleti’nin çöküş ve parçalanma sürecine denk gelmiş olup, gerek siyasi ve askerî gerekse de ekonomik problemler had safhaya ulaşmış durumdaydı. Tanzimat ve Islahat Fermanları ile gelen uygulamalar, halkın büyük ekseriyetini teşkil etmekte olan Müslüman-Türk unsur aleyhine bir şekil almış ve tepki toplamaya başlamıştır. Buna ilaveten Tanzimat’la başlamış olan kalkınma projelerinden istenilen sonuçlar alınamamıştır.[3]

 

Osmanlı Devlet yöneticileri, devleti daima en geniş sınırlar içinde muhafaza edebilmek için eldeki mevcut imkânları sonuna kadar en tesirli şekliyle kullanma yolunu tercih etmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin çöküşünün tespit edilmesiyle birlikte ilk bulunan çözüm yolu Müslim ve gayrimüslim unsurları bir arada yaşatabilme çabasıdır. Osmanlıcılık olarak ifade edilen bu yaklaşım, daha çok II. Mahmut Dönemi içinde yoğun şekilde takip edilmişti. II. Mahmut’un, “Ben tebaamın Müslüman olanını camide, Hristiyan olanını kilisede, Yahudi olanını havrada fark ederim. Aralarında başka bir fark yoktur. Cümlesi hakkındaki muhabbet ve adaletim kavidir ve hepsi gerçek evladımdır” sözü bunun açık göstergesidir. Tanzimat ve Islahat Fermanları bu siyasetin sonucu olarak gerçekleşmiştir. Ancak 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı akabinde azınlıkların büyük ekseriyetinin Osmanlı Devleti’nden kopmalarıyla Osmanlıcılık politikasının geçersizliği görülmüştür. Bunu takiben Osmanlı Devleti nüfusu içinde mevcut olan sair Müslüman milletleri, Türk Milleti ile birlikte aynı devletin çatısı altında yaşamaya ikna edebilmek amacıyla İslamiyet bağı güçlendirilmeye çalışılmıştır.[4]

 

İslamcılık politikasının gelişiminde, Osmanlı Devleti’nin iç bünyesinde meydana gelen bu gelişmelerin yanı sıra Batılı devletlerin takip etmiş oldukları emperyalist politikalar da tesirli olmuştur. Batılı devletlerin sömürge esaslı politikaları sonucunda Cezayir, Kırım, Kıbrıs, Tunus ve Mısır gibi önemli topraklar kaybedilmiştir.[5]

 

Yani II. Abdülhamid’in tahta çıkışından itibaren İslamcılık politikasının takibine imkân verecek ölçüde psikolojik ve fikri potansiyel büyük ölçüde hazır duruma gelmiştir.[6]

 

Batı’nın yükselişi, İslam dünyasının ise hissedilir bir şekilde gerilemeye başlamasının görüldüğü 19.yy. ortalarından itibaren Müslüman ülkelerde umut arayan gözler doğal olarak Hilafet merkezine çevrilmiştir. İslam dünyasının halifesi olarak birçok ülkeden tebrik telgrafı alırken, İran, Fas ve birkaç küçük İslam devleti dışında İslam dünyası Avrupa hâkimiyeti altına girmiş durumdadır. II. Abdülhamid’in aynı zamanda hem ülke içinde hem de ülke dışında Müslüman dindar bir halife portresi çizmesi, Müslüman halk arasındaki sevgi ve saygısını artırıyordu.[7]

 

II. Abdülhamid Devri İslamcılık politikasını bu bilgiler ışığında üç ana hedef etrafında özetlemek mümkündür. Bunlardan biri, Osmanlı Müslüman tebaasını “İslam” bayrağı altında toplamak iken ikincisi de dış ülke Müslümanlarının Halifelik makamı etrafında toplanmasını temin ederek mevcut problemlerin çözümünde karşılıklı destek ve yardımın teminidir. Osmanlı belgelerinden ortaya çıkan üçüncü bir amacın daha olduğu söylenebilir ki o da Sünnilik ile Şiilik arasında bir yakınlaşma ve birlik meydana getirerek yine Orta Doğu’daki İngiliz planlarını sonuçsuz bırakma ve bu hususta Hindistan Şiilerinin de siyasi desteğini temin etmektir.Ancak Sünni-Şii işbirliği süreci İran Şahının gelişmeleri kendi aleyhine bir plan olarak algılaması ve de karşı tedbir olarak Ermeni ayrılıkçı hareketini desteklemesi sebebiyle sonuçsuz kalmıştır.[8]

 

II. Abdülhamid’in politikaları, bu amaçları itibarıyla da ne Panslavizme karşı bir politikadır ne bütün dünya Müslümanlarını siyasi bir iktidar çerçevesinde birleştirmeye dönük bir hayalidir, ne de Pancermenizme benzemektedir. Son derece gerçekçi bir politikacı olan II. Abdülhamid’in İslamcılığı, o günün şartları çerçevesinde Arap yarımadası, Mısır, Suriye ve Yemen’deki Arap milliyetçi akımlarına karşı geliştirilmiş olan birleştirici bir siyasi akımdır.[9]

 

Bu sırada Osmanlıcılık ve Türkçülük zeminli uygulamalar da tamamen terk edilmiş değildir. Elbette ki bütün bu çabaların temelinde ana amaç Osmanlı Devleti’ni çöküşten kurtarabilmektir. II. Abdülhamid Dönemi’nde gerek Osmanlı gerekse de İslam coğrafyası genelinde İslamcı politikaların istenilen ölçüde başarılı olduğunu söylemek mümkün olmamakla birlikte, ciddi bir Osmanlı ve halife sevgisinin oluşmuş olduğu tespit edilebilmektedir. Zira bu politikanın sonuçları daha sonra başta Balkan Savaşı olmak üzere I. Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı’nda İslam dünyasının maddi ve manevi desteği olarak somut bir şekilde ortaya çıkmıştır.[10]

 

İslamcılık politikasının takibi esnasında Osmanlıcılık politikası da tamamıyla terk edilmeyerek Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki hâkimiyet sahası da korunmaya çalışılmıştır. Diğer taraftan devletin asıl kurucusu olan Türklüğü ihmal etmemiş olması da özellikle vurgulanması gereken hususlardandır. Aslında II. Abdülhamid’in izlediği bu politika, İsmail Gaspıralı’nın Türk dünyası için ifade etmiş olduğu ‘dilde fikirde işte birlik’ düşüncesinin, İslam dünyasında işte ve fikirde birlik olarak uygulanması çabası olarak kabul edilebilir. II. Abdülhamid bir taraftan ülke sınırları içindeki Müslüman unsurları birleştirmek gayesi ile İslamcı bir siyaset takip etmeye çalışırken, diğer taraftan da Türkçeyi ve kullanımını önemseyerek kültür milliyetçiliği yapmaya çalışmıştır.[11]

 

Bununla birlikte Batılı devletlerin korktuğu gibi “Pan-İslamizm” hareketini uygulayabilecek ekonomik, kültürel ve siyasi gücü yoktur. Ancak özellikle Osmanlı coğrafyası üzerinde emperyalist emelleri olan devletlerin bu husustaki endişelerini fark edince bunu bir tehdit ve yaptırım silahı olarak kullanmak II. Abdülhamid tarafından son derece akılcı bir şekilde başarmıştır.[12]

 

İslam Birliği Siyasetinin Uygulaması

Dış politikada bir araç olarak kullanmakla birlikte gerçekte II. Abdülhamid, İslam Birliği siyasetini Osmanlı hâkimiyetindeki Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği sağlamaya dönük olarak geliştirdi. Ancak, Osmanlı sınırları dışında –belki de kendisinin de beklemediği- bir ilgiyi görmesi, onu o bölgelerde de bir takım faaliyetler yapmaya sevk etti. [13]

 

Saltanatının ilk yıllarında bir anlaşma ile Kıbrıs adasını terk etmesi; Fransızların Tunus’u; İngilizlerin Mısır’ı işgal etmeleri hiç şüphesiz kendi Müslüman tebası ve Osmanlı Sultanını halife olarak bilen dışarıdaki Müslümanlar arasında II. Abdülhamid’in imajini sarstı. Ancak O, bu durumun etkisinde kalmayarak kısa zamanda imajını düzeltme yollarını aradı ve bunu başardı. II. Abdülhamid kendi çevresinde bulundurmaya özen gösterdiği tekke, cemaat ve etnik guruplara mensup temsilciler aracılığı ile Müslüman ve gayrimüslim halkı kontrol etti. Bunlara Ebu’l Hüdâ Sayyadi, Şeyh Zafîr, İzzet el Abîd ve Louis Sabuncu gibi isimler örnek olarak verilebilir.[14]

 

İngiltere’nin Türk idaresindeki Arap ülkelerine de göz dikmesi üzerine padişah, bu devletlerin Müslüman halklarını kendi nüfuzu altına almayı, bütün dünya Müslümanları ile İstanbul arasında kuvvetli bağlar kurmayı uygun gördü. Bunun için dünyanın her tarafında İslam topluluklarının lideri durumunda bulunan büyük din adamlarıyla temasa geçti. Bunlara özel mektuplar gönderdi. Rütbe ve nişanlar verdi. Böylece bu dini liderlerin hepsi kendilerini İslam halifesinin mahalli memurları, temsilcileri olarak görmeye başladılar.[15]

 

Neticede öyle bir durum meydana geldi ki, Afrika’nın en uzak köşesinde bir Müslüman cemaati bile hiç Türkçe bilmedikleri halde camilerden çıkınca ellerinde Türk bayrakları ile dolaşıyorlar ve “Padişahım çok yaşa” diye bağırıyorlardı. Ayrıca İstanbul’da basılan binlerce kitap ve broşür Rus idaresi altındaki Türk ülkelerine gönderiliyor böylece her tarafta Türkler ortak bir kültür kaynağından besleniyorlardı. Sultan Abdülhamid Hanın bu siyaseti sayesinde İstanbul İslam dünyasının kalbi haline geldi. Rusya, İngiltere ve Fransa onun, kendi Müslüman tebaları arasındaki bu nüfuzundan çekinerek daha dikkatli hareket etmeye başladılar.[16]

 

Bu düşünce ve duyguların toplumsal zeminde güç kazanmasında, İslam coğrafyasının büyük ekseriyetinin sömürgeleştirilmesi ve de ekonomik olarak geri kalmasının yanı sıra 19.yy. sonlarından itibaren kitle iletişim ve ulaşım araçlarının gelişmesi ciddi olarak tesirli olmuştur. 19. yüzyıl bir iletişim ve ulaşım devrimi olmuş, küresel bir değişim yaşanmaya başlanmıştır. Buharlı gemilerin, demiryollarının ve telgraf hatlarının yaygınlaşmasının doğal bir sonucu olan hızlı bir küreselleşme sürecidir bu. II. Abdülhamid, iktidarının ilk günlerinden itibaren bu teknolojik gelişmelere ciddi destek vermiştir. [17]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Hicaz Demiryolları[18]

Ulaşım ve haberleşmenin ikinci kısmının telgraf hatları ile gerçekleştiğini söylemek mümkündür.Böylece, Osmanlı Devleti yol ve demir yollarının inşası ile gidemediği yerlere kadar telgraf hatlarını ulaştıran ilk ülke olmuştur.II. Abdülhamid Dönemi’nde Bombay’dan çekilen telgraf İstanbul’da; İstanbul’dan çekilen telgraf Kazan’da okunmaya başlamıştır. İslamcı dayanışma fikirleri, projeler ve haberler telgraf sayesinde hızlı bir şekilde takip edilmeye başlandığı için paralel bir şekilde İslamcılık politikası da giderek güç kazanmaya ve kabul görmeye başlamıştır. Telgraf devrimi bütün dünya için, ama özellikle de İslam dünyası için bu sebeple çok önemli olmuştur. Sömürge hâlindeki veya bağımsız Müslümanlar dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar telgraf sayesinde haberleşerek birbirlerinden haberdar olmuşlardır. O dönemin İstanbul gazeteleri bu şekilde etkili olmuşlar, hem Londra parlamentosundaki bütün tartışmaları yayınlarken hem de Kaşgar’dan, Kalküta’dan, Bombay’dan, Güney Afrika’dan, Cezayir’den gönderilen telgrafları yayınlayarak bütün Batı, Türk ve İslam dünyasından haberdar olunmasını temin etmişlerdir. [19]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[20]

Kitle iletişim araçlarının yaygın olarak kullanılmasının diğer bir etkisi de dergi ve gazeteler aracılığıyla kamuoyu denen olgunun ortaya çıkmasıdır. 1860’lardan itibaren gazeteler büyük bir etkiye sahip olmuşlardır. Gazete beş bin gibi düşük bir rakamda satmasına rağmen, Yemen’deki bir kahvehanede de Kırım’da da kısa zaman farklılıkları ile aynı yorum ve haberler okunmakta ve etkili olmaktadır. İnsanlar birbirinden haberdar olmaya başlamışlardır. Dönemin gazetelerinde o dönem itibarıyla son derece ilgi çekici ve alanında ilk olan yazı dizileri yayınlanmaya başlamıştır “...Türkistan nasıl bir yerdir, Çin Müslümanları ne yapar, Japonya nasıl bir yerdir, Güney Afrika Müslümanlarının durumu nedir, Malezya’da, Endonezya’da -o zamanki adıyla Açe ve Sumatra’da Müslümanlar ne yapıyor...?”Böylece müthiş bir haberleşme ağı ortaya çıkmış ve Osmanlı aydınları İslam dünyasını tanımaya başlarken İslam dünyası da Osmanlıyı tartışmaya ve tanımaya başlamıştır. Bu durum aynı zamanda Türkçülük akımının da güçlenmesine vesile olmaktadır.[21]

 

İslam dünyasındaki tesanüt duygusunun ortaya çıkmasında ve İslamcılığın gelişiminde tarikatların da müthiş bir tesiri olmuştur. O dönemde ulus-devlet sınırları olmadığı için Türkistan’dan kalkan bir derviş Anadolu’da nüfuz alanı bulabilmektedir. Tarikatların ağları çok geniş olup İstanbul mutlaka uğranılan bir merkez olma özelliğine sahiptir. Bu dervişler İstanbul’a bilgi getirdikleri gibi, buradan aldıkları bilgiyi de İslam dünyasının her yerinde uğradıkları tekkelerde paylaşmaktadır. Bunun sonucunda da İstanbul’un İslam dünyasının merkezi ve Osmanlı Devleti’nin de İslam dünyasının hamisi olduğu olgusu giderek güç kazanmaya başlamıştır.[22]

 

İran, Afganistan, Türkistan, Kaşgar, Hindistan ve Fas gibi, değişik İslam bölgelerinden Hac için her yıl Müslümanların Mekke’ye gelmesini fırsat bilen II. Abdülhamid, yaptırdığı propagandalar ile hilafet nüfuzunu etkili kıldı. Hac yollarının güvenliğine önem verildi, Müslümanların Hac ibadetini huzur içinde yapabilmeleri için dünyanın çeşitli yerlerinden Mekke ve Medine’ye gelen Müslümanların ağırlanması için birçok tedbirler alındı. Misafirhaneler ve konaklama yerleri inşa edildi. Genellikle Rusya, İngiltere gibi hasım devletlerin vatandaşı olan Müslümanlar arasında Osmanlı hilafetinin yaygınlaşan bu nüfuzu, ilgili devletlere baskı aracı olarak kullanıldı. Onlar siyasetlerini belirlerken daima bu faktörü dikkate almak zorunda kaldı.[23]

 

Afganistan, Zengibar, Hindistan hatta Çin’e heyetler, geçici elçiler ve sabit konsoloslar gönderen II. Abdülhamid, oradaki Müslümanların da gönlünü elde etti. O bölgelerde bir takım sembolik yatırımlar yaptı hatta bazı cüzi yardımlar da gönderdi. Aslında, Osmanlı hâkimiyeti dışındaki Müslümanlara maddi yardımlar yapma imkânı bulunmayan II. Abdülhamid, -zannedilenin aksine- onlar üzerinde kurduğu manevi nüfuz sayesinde, onlardan maddi destek sağladı. Nitekim II. Abdülhamid’in İslam Birliği politikalarının en büyük yatırımı olan Hicaz Demiryolu projesi, dünya Müslümanlarının maddi katkıları ile yapıldı. Aynı şekilde Osmanlı Devleti’nin sıkıntıda olduğu değişik dönemlerinde de Hindistan Müslümanları başta olmak üzere pek çok yerden yardım teklifleri ve hatta yardımlar geldi. [24]

 

Hindistan ve Afganistan Müslümanları ile İlişkiler

II. Abdülhamid’in olumlu imajını doruğa çıkaran Hicaz Demiryolu projesi ve buna paralel olarak takip ettiği İslam Birliği siyaseti idi. Müslümanların o güne kadar birlikte gerçekleştirdikleri en büyük birlik projesi sayesinde O’nun gerek kendi halkı ve gerekse başka ülkelerin hakimiyetinde yaşayan Müslümanlar arasında büyük saygı uyandırdı. [25]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[26]

Bunun en güzel örneği, II. Abdülhamid’in tahta geçmesinden kısa bir süre sonra Hint Müslümanları İngiliz kraliçesine sundukları bir dilekçede Osmanlı hilafetine bağlılıklarını ilan etmeleridir. Nitekim bu durumdan etkilenen II. Abdülhamid, bunu Osmanlı gazetelerinde neşrettirdi.[27]

 

Bu beklenmedik sonuç Batılıları hem hayrete düşürdü hem de korkuttu. II. Abdülhamid’in özellikle Hindistan Müslümanlarına gösterdiği ilgi ve onların dayanışma arzusunun muhtemel sonuçlarını dikkate alan İngiltere, uzun süre Osmanlı politikalarında daha temkinli hareket etmek zorunda kaldı. Böylece II. Abdülhamid’in kendi siyasetinden beklentisi de gerçekleşti. [28]

 

Londra’da merkezi bulunan Central Asian Society’de 14 Kasım 1906’da Walentine Chirol, T. W. Arnold ve General T. Gordon’un da katıldığı bir toplantı yapıldı. Burada Waletine Chirol’un yaptığı konuşması National Revenue’nün Aralık1906 tarihli nüshasında da yayınlandı. Söz konusu konuşmasında Walentine Chirole, II. Abdülhamid’in İslam Birliği siyasetinin İngiliz siyasetini zedelediğini vurgulayarak İngiliz menfaatlerinden duyduğu endişeyi dile getirdi. Chirole, konuşmasında II. Abdülhamid’in halife sıfatı ile Afganistan’da ve hatta fiili olan İran Müslümanları üzerindeki saygınlığını anlattıktan sonra O’nun Afganistan ve Hindistan arasındaki anlaşmazlıklarda arabuluculuk yaptığını, Sultanın sarayının Mekke’ye giderken ve dönerken, Afganlı Müslümanlar ile İranlı mollaların uğrak yerleri olduğunu hayretle ifade etti. Chirol, İngilizlerin bu siyaset karşısında duydukları endişeyi şu sözleri ile ifade ediyordu: “Sultan Abdülhamid kendi milletinin tarihini iyi bilmektedir. Son 25 yıldır izlediği iç ve dış politikada İslam’ın manevi otoritesi olduğu ve bu durumdan istifade ettiği anlaşılmaktadır. Hıristiyan âleminin en güçlü ve zorba hükümdarı olan Alman İmparatoru bile Sultan’ı İstanbul’da ziyaret ederek saygılarını sundu. Şam’da kendisini üç yüz milyon Müslüman’ın sadık dostu ilan etti. Diğer taraftan II. Abdülhamid’in İslam Birliği politikalarının en somut delili ve kendisine İstanbul’un Sultanı, Mekke’nin de halifesi unvanını kazandıran en önemli olay, Hicaz Demiryolu’nun inşasıdır. Her ne olursa olsun Hindistan’daki Müslüman halk üzerinde yapılacak dikkatli bir inceleme bile şunu göstermektedir. Hint Müslümanlarının gözünde Osmanlı, İslamiyet’i temsil etmektedir.[29]

 

Orta Asya Müslümanlarına Yönelik Çalışmalar

1870’lere kadar devam eden dönemde Rusya Orta Asya’daki Müslüman-Türk hanlıklarının istilasını gerçekleştirdi. Bu dönemde hanlıklar devamlı olarak dinlerinin lideri konumunda gördükleri Osmanlı Devleti’nden siyasi ve askeri yardım talebinde bulundular. 1873’de Kaşgar Emiri Yakub Han’a yapılan askeri yardım hariç bu istekleri karşılanamamış; aradaki mesafenin uzaklığı, yardım ulaştırmada karşılaşılan engeller gibi sebeplerle aktif bir yardımda bulunulamamıştır. Unutulmaması gereken bir diğer husus, Osmanlı yönetiminin o sıralarda kendi topraklarının korunmasını tek başına başaracak bir durumda olmayışıdır. [30]

 

İstanbul’a Orta-Asya’dan, Uzak Doğu’dan gelen tüccar, seyyah ve elçilere özel ilgi gösteren II. Abdülhamid, Hacca gitmek üzere İstanbul’dan geçen Türkistan, Afganistan ve Hindistan hacıları için Buhara ve Hint tekkeleri açtırdı. Özellikle II. Abdülhamid zamanında Buhara, Türkistan hatta Çin’den hac için yola çıkanların ilk uğrak noktası İstanbul idi. İstanbul’da ağırlanan bu insanlar, Abdülhamid’ten aldıkları ihsanlar ve yol giderleri ile hacca gidiyor; dönüşte de tekrar İstanbul’dan geçerek bir kere daha Sultan’ın ihsanlarına nail oluyorlardı. Tabii olarak bu durum da onun ismini Orta-Asya steplerine, Çin’e ve Türkistan şehirlerine ulaştırıyor; adının hutbelerde okunmasına vesile oluyordu. [31]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[32]

Açıklanması gereken husus, zor zamanlarda yardım isteklerine cevap alamayan ve istilaya uğrayan Türkistan ve Kafkasya Müslümanlarının her istendiğinde Osmanlı’ya destek çıkmalarının ardındaki sebeplerin neler olduğudur. Meşhur Macar Türkoloğu A.Vambery, 1863’de Türkistan’ı gezerken bu soruyu sormuştu. Aldığı cevap bugün için dahi geçerli olan bir mahiyet arz etmekteydi: “Osmanlı sulatanı emri aramızda büyük şeref sahibidir. Çünkü öncelikle o bütün Sünnilerin emiridir. İkinci olarak da Türkmenler ve Osmanlılar kardeştir. Osmanlı Devleti’nin kurucusu da Türkmenlerdir.” Türkistan hanlıklarında tahta çıkan her yeni Han hemen bir elçi yollayarak Osmanlı Sultanına bağlılığını arz ederdi. II. Abdülhamid’in İslamcı siyaseti çerçevesinde Orta Asya’da yaşayan Müslümanlarla daima ilişkiler içinde olması Rus basınında XX. Yüzyılın başından itibaren yankılanmaya başlamıştı.[33]

 

Afrika ile İlişkiler

Eskiden Osmanlı tebaası iken Fransız işgaline maruz kalan Cezayir ve Tunus Müslümanlarının iltica ettiği yer yine Osmanlı Devleti idi. Diğer taraftan iç kamuoyunda da hilafetin ruhanî otoritesinin yanı sıra dünyevi otoritesinin de önemi tartışılıyordu.[34]

 

Özellikle İngiliz işgalinin kalıcı olduğu anlaşıldıktan sonra Mısır, İslam Birliği siyasetinin adeta ikinci ayağı oldu. Gerek Ezher ulemasının desteği ve gerekse Mısır Fevkalade Komiseri Gazı Ahmet Muhtar Paşa’nın gayretleri ile Mısır’da birçok gazete, II. Abdülhamid ve politikaları lehinde yayınlar yapmaya başladı. Bu da İngilizleri bir hayli korkutmaktaydı.[35]

 

Haberleşmenin kolaylaşmasının sonucunda Afrika’nın Fransızlar tarafından işgal edilmesi ve sömürgecilik politikaları uygulamaları Osmanlı toplumunu yakından ilgilendirmeye başlamış ve bunun sonucunda da II. Abdülhamid Afrika’yla ilgilenmeye başlamıştır. Bu sebeple günümüzde bazı tarihçiler bu bölgede, bazı yerlerde İslamiyet’in yaygınlaşmasını Abdülhamid ile ilişkilendirmektedirler. Gerçekten de o süreçte II. Abdülhamid tarafından Çad Müslümanları arasında Osmanlı Devleti’nin ve de hilafetin etkisini artırıcı çalışmalar yapılmış, Cezayir’in Fransızlar tarafından işgal edilmesi, İslami tepkilere sebep olmuştur. 1881 yılında Fransa’nın Tunus’u işgali İstanbul tarafından tepkiyle karşılanırken Kuzey Afrika Müslümanlarının II. Abdülhamid’e daha fazla sempati duymasına vesile olmuştur.[36]

 

II. Abdülhamid yaptığı girişimlerle Avrupa devletleri nezdinde hem Fransa’ya karşı muhalefet oluşturmaya çalışırken, ülke içinde de direnişi desteklemeye devam etmiştir. Kuzey Afrika’daki bu işgalleri engellemek amacıyla İstanbul’da Vakit ve Arapça el Cevaib gazeteleri çıkarılmaya başlanmıştır. Bu gazetelerde sık sık “Sultan, İslam’ı müdafaa etmek için kanının son damlasına kadar ve hazinesinin son kuruşuna kadar harcamaya hazırdır” sözü tekrarlanarak İslam dünyasında bölünmelere ve guruplara ayrılmaya son verilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Ancak bu çabalar, Tunus’un Fransızlar tarafından işgalini engelleyememiştir. Aynı süreçte İngiltere de Mısır’a girmiştir. Osmanlı kamuoyunda büyük tepkilerle karşılanan bu işgal sonucunda, Müslümanların Batı’ya karşı olan tepkileri artarken, İslam dünyasında Batılı devletlere karşı birlikte olmak ve karşı koymak düşüncesi daha da önem kazanmaya başlamıştır.[37]

 

Çinli Müslümanlarla İlişkiler

Sayısı yüz milyonlarla ifade edilen Müslüman nüfusu ve camilerinde hutbelerin II.Abdülhamid adına okunduğu Çin ile ilişkilere ancak XX. Asrın başında girilebilmiştir. Çinli Müslümanlar 1906’da İstanbul’a gelmiş ve Çinli Müslümanların cehaletini gidermek üzere Halifenin hocalar göndermesini istemişti. Bu isteğe mukabil padişah, “4 kişilik birdin heyeti gönderilmesini ve seçimi şeyhülislamın yapmasını” emretti. Şeyhülislam, 4 kişi seçerek gönderilmelerini teklif etti.  Bunlardan ancak ikisi gidebildi. Peki’de Dar’ül Ulumi’l Hamidiyye adlı bir okul açmaya muvaffak olan Osmanlı hocaları, kapısında Türk bayrağı dalgalanan bu okulda yüzlerce talebe okuttuktan sonra geri dönmüşlerdir.[38]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[39]

Güneydoğu Asya ile İlişkiler

XIX. asrın ikinci yarısında Hollanda’nın istilası tehdidine uğrayan Müslümanlar, İslam halifesine tabi olmakla bu tehlikelerden beri olacaklarına inanmaktaydılar. Bu ümitle yapılan müracaatlar ise büyük ölçüde karşılıksız kalmaya mahkûmdu. II. Abdülhamid’in İslamcı siyaseti çerçevesinde bölge ile daha yakından ilgilenmeye başladığını görüyoruz. Fakat aradaki mesafenin uzaklığı yanında devletin mali sıkıntı sebebiyle yörede ancak fahri temsilcilikler açabilmiş olması işleri büyük ölçüde aksatmıştır. [40]

 

1883’te Cava’ya Galib Bey adında bir diplomatı başşehbender olarak atadı. Müslümanlara ilk olarak Halife’den hediye olarak Kur’an-ı Kerimler gönderilmesini isteyen Galib Bey, girişimlerde bulunarak Cava’daki bütün camilerde hutbeyi II. Abdülhamid adına okutmaya başlaması üzerine Müslüman halk guruplar halinde şehbenderhaneye gelerek Osmanlı vatandaşlığına geçmek istemişlerdir. Ancak Hollanda yönetimi ile problem çıkarmamak için bu isteklerinin zamana bağlı olduğu bildirilerek halk yatıştırılmıştır.[41]

 

Japonya ile İlişkiler

Japonya Osmanlı siyasetine ilk defa Sadrazam Midhat Paşa’ya Rus tehlikesine karşı müttefik olarak İngilizlerce önerilmekle girdi. 1881’de Japon heyetini son derece olumlu karşılayan II. Abdülhamid, Japonların karşılıklı siyasi, ticari ve kültürel ilişkiler geliştirilmesi teklifini olumlu karşılamıştı. Ancak 1883’e kadar somut bir gelişme olmadı. Buna rağmen II.Abdülhamid’in Japonya’yı gelecekteki müttefiki gibi görüp özel ilgi gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu senede gelen heyetle İmparator’a murassa Osmanlı nişanı gönderen padişah, 1886’da Japon heyetini kabul ederken Japonya’nın en büyük nişanı olan Krizantemi takıyordu. [42]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[43]

Buna karşılık ilişkilerde somut ilerleme sağlamak üzere Deniz Harp Okulu öğrencilerinin Ertuğrul gemisi ile Hind Japon sularına gönderilmesi kararlaştırıldı. II. Abdülhamid, Ertuğrul’un yolu üzerinde bilhassa Müslüman yerleşim merkezlerine uğranılması ve raporlar verilmesini emretmişti. Ekim 1889’da Bombay’a ulaştığında Müslümanlara yaşattığı büyük sevinç ve artan Osmanlı hayranlığı seferin amacına uygun gittiğinin deliliydi. Halk halifenin gemisi ve askerlerini görmek için gemide ve iskelede izdiham yaratıyordu. “Bağımsız Müslüman toprağı” saydıkları gemide namaz kılan Müslümanlar güçlü bir lidere özlemlerini başka nasıl ifade edebilirlerdi ki? 7 Haziran 1890’da Japonya’ya varıncaya kadar geçilen her Müslüman toprağındaki muhteşem karşılamalar, gösterilen saygı ve sevgi, sömürgecilere, Halife’nin manevi gücü hakkında verilecek en güzel örneği oluşturmuştur.[44]

 

Ertuğrul gemisi 1888-1889’da, Süveyş Kanalı yoluyla Aden, Bombay, Seylan, Singapur, Saigon ve Hong Kong’a gitmiştir, Bölge Müslümanları ile gemi görevlileri ve mürettebatının birlikte camide namaz kılarak dua etmeleri ve her Cuma namazında Sultan-Halifenin adının zikredilmesi büyük ilgi ve heyecan uyandırmıştır. [45]

 

Japon İmparatoru’nun özel misafiri olarak 3 ay Japonya’da kalan Ertuğrul personeli, İstanbul’dan gelen emre uyarak yola çıktı ve 18 Eylül 1890’da bir tayfuna dayanamayıp battı. 593 kişilik personelden sadece 69 kişi kurtulabildi. Kazazedeler, tedavileri bittikten sonra, iki Japon savaş gemisi ve gemiden arta kalanlarla İstanbul’a getirilmiştir. [46]

 

Ertuğrul Faciasından sonra da Japonya ile ilişkiler devam etti. Ancak bunlar daha ziyade Japonya’nın önayak olduğu ticari görüşmelerdi. Japon imparatorunun İslam’ı anlatıp sevdirecek din adamları isteğini II. Abdülhamid’in “bulsam öyle din adamlarını memleketimde vazifelendiririm” şeklinde cevapladığı kaydedilmektedir. Bununla birlikte, 1905 savaşında Rusya’yı yenen ve bölgede büyük bir güç haline gelen Japonya’nın dini açıdan işlenmesi isteği bilhassa aydınlar arasında söz konusu edilmiştir. [47]

 

Bölgedeki sefir ve memurların yaşantı ve tavırlarının halifenin nüfuzunun gelişmesindeki yerine de değinmek gerekir. Bölgede dolaşan Abdürreşid İbrahim’in Osmanlı memurları ve diplomatik temsilcilerinin tam bir sorumsuzlukla İslamiyet ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir hayat sürdüklerini ve Japon Müslümanları ile Osmanlı Halifesi arasındaki bağlılığa asıl engelin bunlar olduğu yolundaki tespitleri dikkate değer.[48]

 

 

 

 

 

Dipnotlar

[1] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[2]http://yakintarihimiz.org/sultan-abdulhamid-hanin-bazi-hizmetleri.html

[3] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[4] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[5] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[6] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[7] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[8] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[9] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[10] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[11] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[12] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[13] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[14] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[15]http://osmanlilar.gen.tr

[16]http://osmanlilar.gen.tr

[17] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[18]http://www.dunyabulteni.net/haber/169986/bir-ruyanin-insasi-hicaz-demiryolu

[19] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[20]http://www.talhaturhal.com/31-mart-isyani-ozel-ii-abdulhamit-ve-enver-pasa-gercekleri.html

[21] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[22] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[23] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[24] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[25] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[26]http://sempozyum.ttk.gov.tr/2014-tr-sempozyum19.html

[27] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[28] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[29] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[30] Osmanlı Ansiklopedisi, İz

[31] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[32]http://tr.wikipedia.org/wiki/Timur

[33] Osmanlı Ansiklopedisi, İz

[34] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[35] Osmanlı Tarihi (1876-1918), Anadolu Üniversitesi

[36] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[37] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[38] Osmanlı Ansiklopedisi, İz

[39]http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=270346

[40] Osmanlı Ansiklopedisi, İz

[41] Osmanlı Ansiklopedisi, İz

[42] Osmanlı Ansiklopedisi, İz

[43]http://www.netpano.com/japonya-islamin-esiginden-dondu/

[44] Osmanlı Ansiklopedisi, İz

[45] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[46] Osmanlı Ansiklopedisi, İz

[47] Osmanlı Ansiklopedisi, İz

[48] Osmanlı Ansiklopedisi, İz

II.Abdülhamid (1876-1909, 33 yıl) 

Osmanlılar

bottom of page