top of page

17. yüzyıldan 18. yüzyılın başına kadar olan dönem Osmanlı Devleti’nin Duraklama Dönemi olarak adlandırılır. Bazı tarihçiler duraklama dönemini Kanuni Sultan Süleyman’a kadar götürmektedir. Bazıları ise dönemin 1579’da Sokullu Mehmet Paşa’nın ölümünden sonra başladığını ifade etmektedir.[1]

 

Gerçekten de 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı sınırları dâhilinde devlet teşkilatı ve sosyal hayatta birtakım aksaklıklar baş göstermeye başlamıştır. Ancak bu aksaklıklar fetihleri ve devletin genişlemesini durduramamıştır. Bu nedenle bu dönemin Duraklama Dönemi yerine Buhran Dönemi olarak adlandırılması daha doğru olacaktır.[2]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[3]

Başarılara rağmen Osmanlı’nın askerî gücünün Avrupa karşısında eski ihtişamını ve kuvvetini büyük oranda kaybetmiş olduğu anlaşılmıştır. Öte yandan askerî zaferler kazanmak gayesiyle devletin bütün maddi kaynaklarının seferber edilmesi, zaten Avrupa’da yaşanan iktisadi gelişmeler karşısında zayıflamaya başlamış olan Osmanlı ekonomisini ciddi bir dar boğaza sokmuştur. Haçova, Osmanlı zaferiyle sonuçlanmıştır ancak Zitvatorok Antlaşması’yla Osmanlılar Macaristan’da Habsburg imparatorluğu ile eşit imparatorluklar olduğu ilkesini kabul etmek zorunda kalmıştır. Eğri ve Kanije dışında da bu zafer ganimet getirmemiştir. Safevilerle savaşta Osmanlılar Bağdat’ı almayı başarmıştır. Azerbaycan’ın Safeviler’de Irak’ın ise Osmanlılarda kalmasıyla bir Osmanlı-Safevi dengesi sağlanmışsa da 60 yıl süren bu savaş Osmanlı Devleti’ni iktisaden oldukça yormuştur. 25 yıllık mücadelenin sonunda Girit alınmıştır ancak bu savaşta Osmanlı deniz gücünün Avrupa denizciliğine göre geri kalmış olduğu ortaya çıkarken uzayan savaş Hazine’yi tüketmiştir. Batı Ukrayna Osmanlılara bağlanmış olmasına rağmen kısa bir süre sonra Osmanlılar buradan çekilmek zorunda kalmıştır. [4]

 

Devrin Âlimlerinin Kaleminden Buhranların Sebepleri

Osmanlı Devleti’nin yaşadığı buhran 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bazı Osmanlı devlet adamları ve âlimleri tarafından fark edilmiş ve durumun iyileştirilmesine yönelik olarak çeşitli tedbirler üzerinde durulmuştur. Dönemin aydınları tarafından devletin içinde bulunduğu bu durum “yozlaşma ve bozulma”(tereddî ve tagayyür) olarak nitelendirilmiştir.[5]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[6]

Halep Defterdarı Gelibolulu Mustafa Âli Efendi (1581)

Buhrana sebep olarak “devlet adamlarının niteliksizleşmesi”ni göstermektedir.[7]


Bosnalı Bilgin Hasan Kâfi (1595)

Buhrana “devlet düzeninde eski kuralların terk edilişinin ve askerî alanda teknolojik olarak geri kalmışlığın” yol açtığını söylemektedir. Mevcut bozuklukların başlıca sebepleri şunlardır: Birincisi adâlette ihmaldir; bunun sebebi ise halkın işlerini ve ülkenin meselelerini ehil kişilere tevdi etmemektir. İkinci sebep müşaverede ihmaldir. Bunun altında ise, idarecilerin ulemaya üstten bakmaları ve akıllı kişilerin sohbetine katılmaktan utanmaları yatar. Üçüncüsü ise asker tedarikinde ve tedbirinde ihmaldir; bu da askerlerin ümeradan ve seraskerlerden korkmamasından kaynaklanmaktadır. Genelde bunların hepsinin nihaî sebebi, rüşvet ve kadınlara rağbet gösterip onların sözleriyle iş görmektir. Eserin en dikkat çekici yönlerinden biri, geleneksel silahların kullanılması ve düşmanların yeni icat ettikleri silahların benimsenmesi hususlarında gösterilen ihmalkâr davranışları eleştirmesidir. [8]

 

Kitâb-ı Müstetâb Yazarı (1620)

Muhtemelen II. Osman’a sunulmuş olan Kitâb-ı Müstetâb’a göre devletin temel dayanakları olan iki ocağın (kul tâifesi ve timarlıların) bozulması, savaşları kaybetmenin temel sebebidir. Bu ocaklar artık ağalarına, kâtiplerine ve sair görevlilerine yemeklik olmaktan başka bir işe yaramamaktadırlar. İhtilâl-i âlemi temelde idarî bir zaafa, iyi bir veziriâzamın bulunmayışına bağlamaktadır.[9]

Koçi Beğ Risâlesi’nin ana kaynaklarından biri olduğu anlaşılan eserin girişinde bozulmanın III. Murad’ın saltanat yıllarında başladığı görüşündedir. O zamana kadar idareciler şeriate ve kanunlara riayet ediyorlar ve adâleti gözetiyorlardı. III.Murad devrinden itibaren adâlet bir yana bırakılmış, vezirler ve beyler birbirine düşmüş ve “kanûn-ı kadîme muhalif” yola girmişler, kul taifesinin içine ecnebi(yabancı, yani devşirme olmayanlar) karıştırılmış ve makam sahipleri “hemen bugünü hoş görelim irtenin ıssı vardır” (Biz bugün hoşça vakit geçirelim, yarının sahibi vardır) zihniyetiyle günübirlik menfaatlerinden başka bir şey düşünmez olmuşlardır. Tedbir alınmadığı takdirde devletin temelinin kazılması mukarrerdir. [10]

 

Koçi Bey (1631)

IV. Murat’a sunduğu risalesinde, buhranın köklerini Kanuni Dönemi’ne kadar götürerek, “reaya, memleket ve hazine kaybına rüşvetçiliğin sebep olduğunu” ifade etmiştir. Rüşvetçiliğin artmasını ise niteliksiz devlet adamları ve yöneticilerin varlığına bağlamıştır.  Kanunî Sultan Süleyman devrine gelininceye dek padişahlar her işle ilgileniyorlar, divan toplantılarına bizzat katılıyorlardı. Koçi Beğ’in ideal düzeni, padişahın ülke işleriyle bizzat ilgilenmesi, devlet görevlilerinin azil korkusundan uzak tutulması, kul ve timar sistemlerinin tavizsiz bir şekilde uygulanması ve bu çerçevede erkân-ı erbaa yani dört sınıfın dengeli biraradalığını temel alan toplum düzeninin devam ettirilmesi esaslarına dayanmaktadır.[11]

 

Koçi Beğ’in ıslahat teklifleri idarî niteliktedir ve uygulanmalarında cebir unsuru ön plandadır. Nitekim kulların itaat altına alınmasından bahsederken, “... beni âdem kahrile zabtolur hilmile olmaz” (İnsanoğlu yumuşaklıkla değil, zor-güç kullanılarak düzene sokulabilir) demektedir. O, zeamet ve timarların eskisi gibi düzenlenmesi ve ulûfelilerin sayısının mümkün olduğu ölçüde azaltılması sâyesinde ülkenin nizama kavuşacağını ümid etmekteydi. Şeriate aykırı temlik ve vakıfların ortaya çıkarılarak bunların kullara dağıtılmasını tavsiye eder. Bu suretle 40-50 bin kadar ulûfelinin timara çıkması sağlanabilecek ve onlara verilen maaşlar da hazineye kalacaktır.[12]

 

Kâtip Çelebi (1609-1657)

Dönemin âlimlerinden Kâtip Çelebi ise Mizanü’l- Hak fi İhtiyari’l-Ehakk adlı eserinde Osmanlı medreselerinin bozulmuş olmasını devletin bir buhran devrine girmesine sebep olarak gösterir. Ona göre medreseler taassup içine düşmüştür.  [13]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[14]

XVII. yüzyılda ana hatlarıyla gelenekçi bir söyleme sahip ıslahatçılar arasında Kâtip Çelebi’nin ayrı ve önemli bir mevki işgal ettiği bilinen bir husustur. Genel olarak eski Doğu-İslam telâkkilerini benimsemekle beraber Kâtip Çelebi’de İbn Haldun’dan gelen farklı bir taraf da bulunmaktadır. Celâlîlerin çıkışıyla birlikte vergi veren köylü halkın yoksullaşması meselesini ele alan yazar, tarımdaki çöküntüyü vergilerin fazlaca arttırılmasına bağlar. Ancak en önemlisi ve işin başı, emanet ehline verilmek ve gaddarın hakkından gelinmek gerekirken bütün mansıpların yüksek fiyatlarla satılmasıdır. Mansıpları satın alanlar verdikleri parayı fazlasıyla çıkarmak için ve zaruret bahanesiyle bir başkasına satar; yeni sahipler ise aynı amaçla bu defa halka baskı ve zulüm uygular. [15]

 

Burada ayrıca duraklama döneminin sonlarından itibaren toplumdaki ileri gelenlerin nüfuz ve unvanlarını genişletmeye başladıklarına ve orta tabakanın da bunlara özenmesiyle tüketim eğiliminin yaygınlaştığına işaret edilmektedir. Bu durumun zararlı sonuçlarının yanısıra hazinenin gelir-gider dengesinin bozulduğunu da tespit eden Kâtip Çelebi, durumun düzelmesinden ümitsiz olmakla beraber, zora dayalı tedbirler ile bir rahatlama imkânı yaratılabileceğini belirtir.[16]

 

Aziz Efendi

Devrin padişahının (yani IV. Murad’ın) yöneticileri yakından takip ettiğini ve halkın himayesi ile ilgilendiğini belirten Aziz Efendi ise, ülkenin ihyasından ümitlidir. Bunun için yazarın ilk değindiği husus, kahramanca savaşlar sonunda elde edilen timar ve zeametlerin altmış yıldır duçar oldukları keşmekeşten kurtarılmalarıdır. Diğer risaleciler gibi Aziz Efendi de kanun ve şeriata aykırı temliklerden şikâyetçidir.[17]

 

Hezarfen Hüseyin Efendi

Eski kanun ve kaidelerin ihmali, bozukluğun en belli başlı sebeplerinden birisi olarak sayılmaktadır. Hezarfen’in dikkatini çeken bir başka nokta da toplum düzeninin her zaman yazıldığı gibi, sabit olmamasıdır:“medeniyetin, şehirlerde topluluk halinde yaşamanın hallerinin doğası budur; bunun aksini beklemek yanlıştır.” Sonuç olarak bütün ihtilâl ve zulümden padişahın bizzat sorumlu olduğunu belirten Hezarfen, bunun için padişahın iyi kimseleri bulup mansıpları onlara tevdi etmesini tavsiye eder. Ona göre tersi bir durum, yani görevlerin zalimlere verilmesi ve bunların reâyâya musallat edilmesi, kurtları koyun sürüsüne salıvermek gibidir.[18]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[19]

Özet

Osmanlı ıslahatname yazarları, zamanı üzerinde kesin bir anlaşma yoksa da, belli bir devirde devlet teşkilâtının ve toplum yaşantısının “mükemmel” bir hâlde bulunduğuna ve bu dönemde sıkıca riayet edilen kanûn-ı kadîm’in ihlâl edilmesi yüzünden nizamın bozulduğuna derinden inanmışlardır. Peki, acaba bu “ideal yapı” ne zaman varolmuştu ve hangi sultan zamanında değişmeye başlamıştı?[20]

Yazarlar “kanûn-ı kadîm”in ideal biçimiyle uygulandığı “Devlet-i Aliyye”nin olgunluk çağının Kanunî Sultan Süleyman veya Yavuz Sultan Selim devri olduğu kanaatindedirler. Meselâ Hırzü’l-Mülûk yazarının Fatih ve Yavuz’dan övgüyle bahsettiği görülmektedir. Koçi Beğ ise “memleketin genişlemesi, hazinenin bollaşması ve devletin olgunluğa erişmesinin Kanunî devrinde gerçekleşti ama düzenin bozulmasına sebep olan durumlar da onun zamanında ortaya çıktı” diyerek önce Kanunî’nin saltanatının ortalarına kadar işleri iyi yürüttüğünü belirtir. Ama daha sonra kadınların şaşırtması ve damadı Rüstem Paşa’nın entrikaları yüzünden oğlu Mustafa’yı öldürtmesinin bitmeyen kargaşaya sebep olduğunu yazar. Düzenin bozulmasından en fazla sorumlu tutulan Padişah III. Murad’dır. Hasan Kâfî, Kitâb-ı Müstetâb yazarı, bazı noktalarda Kanûnî’yi de sorumlu tutar. Aziz Efendi “bozulma”nın başlangıcını III. Murad devrine atfeder.[21]

 

Risâle ve layiha yazarları çözülmenin temel sebeplerinden biri olarak timar sisteminin ihmâl edilmesini göstermişlerdir. Hâlbuki timar sistemi artık değişen dünya şartlarında eskiden gördüğü fonksiyonları ifa edemez hâle gelmişti. Osmanlı devlet yapısı, askerî sistemi yenibir yapıya bürünmek zorundaydı ve idareciler bunun şuurunda olarak ateşli silah kullanmasını bilen sekban ve sarıcalardan yararlanmaya ve yeniçeri sayısını arttırmaya başlamışlardı. Bunların ücretlerinin ödenmesi ise hazinenin nakit gelirlerinin arttırılmasını gerektirdiğinden, daha önce timar ve zeamet olarak tahsis edilen gelirler tedricen mukataalara dönüştürülmeye ve bunların gelirleri de iltizam yoluyla toplanmaya başlanmıştı.[22]

 

 

Bugünden Bakıldığında Buhranların Sebepleri

Avrupa’nın Değişmesi

Avrupa’nın Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından itibaren kaydetmiş olduğu gelişmeyi göz önünde bulundurmadan Osmanlı Devleti’nin 17. yüzyılda yaşadığı buhranı anlamak mümkün değildir. Avrupa, 11. Yüzyılda kuvvetli siyasi birliğin bulunmadığı derebeylikler görüntüsünden, 14. yüzyıldan itibaren hızla kurtularak merkezileşmeye başlamıştır. Mutlak hükümdarlık rejimlerinin güç kazanmasıyla birlikte, 16. yüzyılda, Avrupa’da sömürgecilik hareketi başlamış ve Osmanlı yönetimince asla benimsenmeyecek olan bu yöntem Avrupa’ya büyük zenginlik getirmiştir. Kilisenin birliğinin sarsılmasıyla birlikte yaşanan Reform ve Rönesans devirleri, 17. yüzyıldan itibaren Aydınlanma Çağı’na girilmesine; bilim, teknoloji, felsefe ve kültür alanında Avrupa’nın büyük aşamalar kaydetmesine yol açmıştır. Teknolojik gelişmelerin nimetlerini askerî alanda toplayan ve sömürgelerden elde edilen gelirlerle hazinelerini dolduran Avrupalı devletler, 17. yüzyıldan itibaren Osmanlılara karşı büyük bir avantaj elde etmiştir. Osmanlı Devleti ise rakiplerinin sağladığı bu gelişmeler karşısında rekabet edemeyerek eski iktisadi ve askerî gücünü kaybetmeye başlamıştır. Bu durum, devlet teşkilatında ve sosyal hayatta da bozukluların baş göstermesine yol açmıştır. [23]

 

Uzun ve Yıpratıcı Savaşlar

1578-1606 arasında, önce doğuda İranlılara, sonra da batıda Habsburglara karşı yürütülen uzun, yıpratıcı ama sonuç itibariyle kazançsız denilebilecek savaşlar, aynı dönemde içeride yaşanan büyük sosyal çalkantıların da tesiriyle devlet ve toplum düzenini sarsmış ve büyük ölçüde insan ve malî kaynak kaybıyla sonuçlanmıştır. [24]

 

Savaş dönemi, Karadeniz’den Hırvatistan’a kadar geniş bir cephede Osmanlıları tam 14 yıl uğraştırdı. 1603’te Şah Abbas’ın saldırıya geçmesi, Osmanlıları büsbütün güç duruma soktu. Haçova’da yapılan büyük meydan savaşında Osmanlılar güçlükle zafer kazandılar. (1596) Bu zafer barışı sağlayamadı. İstanbul’da açlık, para darlığı ve harpten bezginlikvardı. O zaman Venedik elçisi şunları yazmakta idi: “ Türkler bezgin, kargaşa ve zaaf içindedir. Sultan korkak ve iradesiz olup barış yapmayı arzulamaktadır.”[25]

 

1578 yılında başlayıp çeşitli aralıklarla III.Mehmed (1595-1603), I.Ahmed (1603-1617), II.Osman (1618-1622) ve IV.Murad (1623-1640) devirlerinde olmak üzere 1639’a kadar sürmüş olan İran harpleri Osmanlı duraklamasının başlıca sebeplerinden biri olmuştur. [26]

 

O Günkü İmkânlarla Ulaşılabilecek Doğal Sınırlara Ulaşılması

Bazı Osmanlı tarihçileri, Osmanlı İmparatorluğu’nun XVI. yüzyılda yayılışının doğal sınırlarına ulaştığı ve aşamayacağı siyasî-coğrafî engellerle karşılaştığı kanaatindedirler. Buna göre Osmanlılar hem denizde, hem de karada oldukça kuvvetli rakiplerle karşı karşıya kaldılar. Batıda Viyana önlerinde Habsburglar tarafından durdurulurken, doğuda İran platosu ve Safevîler, Osmanlı ilerlemesine set çekiyordu. Afrika’da çöl, Hint Okyanusu’nda Portekizliler ve kuzeyde Ruslar, Osmanlılar için hayatî önemi haiz fetih politikasının sona erdiğinin işaretlerini vermekteydiler. [27]

 

Orduların sınır bölgelerine ulaşma zamanları giderek uzadığı için, bu tarihten (1520- 1566) itibaren fetihler ve toprak kazanımları azalmaya başladı. Örneğin, Kanuni’nin doğu seferi esnasında İran sınırına vardığında, savaş mevsimi neredeyse bitmiş ve askerler yorgun hale gelmişti.[28]

 

Ekonominin Değişmesi

Osmanlıların XVI. yüzyıl başlarından itibaren güneye yönelik hareketlerinin ve İran’a karşı faaliyetlerinin temelinde, büyük ölçüde Hint ticareti ile İran ipeği etrafında odaklanan ticaret yolları mücadelesi yatmaktaydı. Avrupalıların başlattıkları keşif gezilerinin sonuçlarının tam olarak alınabilmesi için bir yüzyıl kadar beklemek gerekecekti. Bu çerçevede Osmanlılar, ülkelerinden geçmekte olan transit ticaretin aracısı olmak rolünü benimsediler ve bu pozisyonlarını sürdürebilmek için her türlü önleme başvurdular. Bu mücadelede, Hristiyanlığı yaymak ve baharatın kaynağına ulaşmak için harekete geçen Portekizlilere karşı Hint Okyanusu’nda büyük ve zorlu bir mücadeleye girdiler. Bu ticaret yolu üzerinde bulunan Kızıldeniz, Hürmüz Boğazı gibi stratejik mevkileri ele geçirmek amacıyla, Osmanlılar Portekizlilere karşı mücadele ettiler. [29]

 

İspanyollar, Portekiz’i ele geçirmelerinden (1580) sonra Hint Okyanusu’ndaki ticaret yollarını keserek Osmanlılara karşı öldürücü darbeyi indireceklerine inanıyorlardı. Fakat çok geçmeden Hollandalılar ve İngilizler daha üstün gemilerle geldikleri denizlerden önce İspanyol ve Portekizlileri, daha sonra da Osmanlıları uzaklaştıracaklardı; onlar XVII. asrın başlarından itibaren Kızıldeniz ve Hint denizlerinde hâkimiyetlerini kurmuş bulunuyorlardı.[30]

 

Burada üzerinde durulması gereken bir başka nokta, keşiflerin Osmanlı İmparatorluğu’na erken etkilerinden birisi olarak tanımlanabilecek olan Amerikan gümüşünün diğer Avrupa ülkeleri gibi Osmanlı ülkelerini istilâ etmiş olmasıdır. Bu istilâ, özellikle 1570’lerden sonra Akdeniz ülkelerinde kuvvetle hissedilen bir genel fiyat yükselmesine yol açmıştır.[31]

 

Fiyatların yükselişinden Osmanlılar da nasiplerini aldılar. Hesaplamalar, Osmanlı ülkesinde 1585-86 yıllarında büyük bir fiyat artışının yaşandığını ortaya koymaktadır. Bu fiyat yükselmesini, devletin paranın istikrarsızlığı karşısında akçe içindeki gümüş miktarını azaltması, yani züyuf akçenin ortaya çıkışı izlemiş; sonuçta devalüasyona neden olmuştur. Yapılan devalüasyon, fiyatların tekrar artmasına, karaborsaya ve nihâyet reel ücretleri önemli ölçüde azalmış olanaskerin isyanına sebep olmuş ve neticede yeni sikke kestirilmesine memur edilmiş bulunan Rumeli beylerbeyi Mehmed Paşa ile Defterdar öldürülmüştür. Böylece sikke tashihleri dönemlerinde tekrarlanan bir kısır döngü oluşmuştu: Devlet fiyat artışları karşısında ulûfeleri de arttırmak zorunda kalır, bu ise malî bunalıma, malî bunalım da paranın tağşişine yol açtığından yine fiyatların arttırılması yoluna gidilirdi.[32]

Bu dönemin nüfus artışı, ücretli askerlerin sayısının artışı, savaş masraflarının çoğalması ve benzerlerini de bu süreçte etkili faktörler olarak anmak gerekir. [33]Yapılan bazı araştırmalarda kişi başına ortalama üretimin azaldığı anlaşılmaktadır. [34]

 

Askeri Yöntemlerin Değişmesi

Asker sayısının arttırılmasına yol açan olgu savaşlarda ateşli silahların kullanılmasının yaygınlaşması ve yaya ordusunun ön plana çıkması idi. Literatürdeki ifadesiyle “askerî devrim” sürecinde, donanımlı aylıklı meslek orduları önem kazanmış; savaş sanayii gelişmiş, savaşların finansmanında yeni yöntem ve kaynaklar bulunmuştu. [35]

 

Orta Doğu’nun büyük ticaret yolları dışında kalması ancak Hint Okyanusu’na ve Akdeniz’e bretoni denen çok sayıda topla donatılmış yüksek bordalı yeni tip gemilerle gelen Hollandılıların ve İngilizlerin egemen olmasından sonradır (1590-1620) Alçak küpeşteli kadırga donanmalarıyla savaşan Venedik ve Osmanlılar Akdeniz’de silindi.[36]

 

Orta Avrupa’da yapılan savaşların harp usullerinde meydana gelen değişiklikler, tüfekli yaya askerine olan ihtiyacı ortaya çıkardı. Timarlı sipahiler, silah ve teçhizat bakımından değil, teşkilat ve taktik bakımından da modern savaş şekline ayak uyduramıyorlardı.[37]

 

 

 

 

 

 

 

 

[38]

Savaşlarda kullanılan yeni ateşli silahların ve tabya usullerinin gelişimi devamlı ve toplu olarak talimle uğraşan profesyonel bir orduya olan ihtiyacı arttırmıştı. Hâlbuki timarlı sipahiler sefer olmadığında timarının başına dönmek zorundaydı. Bu ise onların yeni talim usullerini öğrenmelerine engeldi.[39]

 

XVI. yüzyıl sonlarına doğru reâyâ arasında ateşli silahların kullanımı ve yapımı yaygınlaşmıştı. Anadolulu keskin nişancıları yüzer kişilik sekban ve sarıca birlikleri halinde teşkilâtlandırılarak savaşlarda kullanılmağa başlandı.[40]

 

Akıncılar, serhad denen sınır boylarında bir taraftan düşman topraklarına yönelik faaliyet gösteren, diğer taraftan tecavüzleri ve sızmaları önlemek suretiyle sınırları koruyan hafif atlı birliklerdi. I. Kosova Savaşı sırasında 10 bin kadar akıncı bulunuyordu. XV. yüzyılın ortasında 40 bin civarında akıncı vardı. Ne var ki, XVI. yüzyılın sonlarında akıncılar da eski önemlerini yitirdiler. Bundan sonra sayıları hızla düştü. [41]

 

Yeniçeri Ocak Nizamının Bozuluşu

Kanunî Sultan Süleyman devrine kadar Yeniçeri Ocağı’nın disiplinli bir yapısının bulunduğunu biliyoruz. Disiplin ve yolsuzluk konusunda en küçük aksaklığa müsamaha edilmediği gibi, belirtilen yollardan geçmeyen kimselerin ocağa alınmasına da fırsat verilmemiştir. Ancak III. Murad devrinden itibaren bu durum değişti. Ocağa askerlikle ilgisi bulunmayan kişiler alınmaya başlandı. Sultan III. Murad (1574-1595), kendisinden sonra III. Mehmed adıyla tahta çıkacak olan oğlunun sünnet düğünündeki eğlenceler sırasında çeşitli hünerler sergileyen kişileri taltif etmek için, bunların ocağa alınmasına izin vermişti. Aynı sultan devrinde patlak veren İran ve Avusturya savaşları sırasında da ocağa yabancı unsurlar alınmıştı. Yeniçeri Ocağı’na askerlikle ilgisi bulunmayan kişilerin alınmasıyla ilgili açılan bu kapı bir daha kapanmayacak; pek çok meslek erbabı, şu veya bu yolla ocağa girmenin yolunu bulacak ve bu durum II. Mahmud dönemine kadar devam edecektir. Adları yeniçeri olmasına rağmen, askerliğe dair hiçbir şey bilmeyen kişiler, bir taraftan kendi iş-güçleriyle uğraşacaklar, diğer taraftan da ocağın gerçek yeniçerilerini kendilerine benzeterek, onları serkeşliğe sevk edeceklerdir.[42]

 

“Yeniçeri Ocağı’na ilk kez yabancıların girmesi 1582 tarihinden beri ortaya çıkıp sebebi ise şudur: Bu tarihte Sultan Mehmet Han Hazretlerinin sünnet düğünleri yapıldı ve iki ay kadar geceli gündüzlü devam etti. (...) şehzade düğünü bitip düğüne katılan çalgıcı ve köçeklere bir ücret vermek gerektiğinde hepsi yeniçeri olmak istediler (...) padişahın izniyle (...) yeniçeri yazıldılar. O tarihte yeniçeri ağası olan Ferhat Ağa (...) kabul etmedi. (...) Yerine geçen Yusuf Ağa “Ağa çırağı” namıyla adı geçen topluluğu ocağa dâhil edip bir bidat ortaya çıkardı.” Koçi Bey Risalesi [43]

 

XVI. yüzyılın son çeyreğinde etkili bir şekilde hissedilen ekonomik sıkıntılar da Yeniçeri Ocağı nizamının bozulmasının sebepleri arasında gözükmektedir. Osmanlı para birimi olan akçenin sürekli değer kaybederek alım gücünü yitirmesi, onları da etkilemişti. Meselâ, 1584’te akçenin değeri düşürülmüş, züyuf akçedenen gümüş oranı azaltılmış yeni akçeler basılmıştı. Maaşlarının bu tür akçelerle ödenmek istenmesi üzerine isyan eden yeniçeriler, defterdarla vezîr-i azamın kellesini istediler; istekleri yerine getirildi. Bu şekilde güçlerinin farkına varan yeniçeriler, sonraki yüzyıllarda her isteklerini padişahlara kabul ettirmeyi başardılar.[44]

 

Kanunî devrinden itibaren yeniçerilerin sayısı hızla arttırıldı; böylece bir yandan Yeniçeri Ocağı güçlenirken diğer taraftan da devşirme usulüne aykırı olarak ocağa Türk soyundan gelenler de alınmaya başlandı. [45]

 

Bir zamanlar Osmanlı ordusunun en etkili birimi olan yeniçerilerin baştan çıkmış bir güruh hâline dönüşmesi, Osmanlı devletinin çöküş sürecini hızlandıran faktörler arasında önemli bir yer tutar. Böyle bir durumun ortaya çıkmasının bazı dış sebepleri de vardır. Yeniçerilerin savaş alanlarında başarılı oldukları dönemlerde, Osmanlı devletinin komşuları olan devletlerde düzenli ordular bulunmuyordu. Osmanlıların yeniçeri ordusu, bazı Avrupalı devletlere örnek oluşturdu.İlk olarak, Osmanlıların sık sık savaştıkları Avusturya daimî bir ordu kurdu. XVIII. yüzyılın başlarında Rus Çarı Deli Petro da Osmanlı ordusunu dikkate alarak düzenli bir ordu kurmuştu. Bu açıdan bakıldığında, yeniçerilerin savaş alanlarındaki başarılarının, biraz da muhataplarının düzensiz ordular olmalarından kaynaklandığı söylenebilir. Avrupalı devletlere ilham kaynağı olan yeniçeri ordu nizamının taklidinin ardından, askerliğin bir sanat hâline dönüşmesi ve zaman içinde gelişmesi, bozulma dönemi öncesinde Avrupa ordularının korkulu rüyası olan yeniçerilerin azametlerini yitirmelerine ve korkulacak bir güç olmaktan çıkmalarına yol açmıştı.[46]

 

Bu Dönemde Görülen Askeri İsyanlar (Kapıkulu İsyanları)

  • Bahşiş İsyanı (1566): II. Selim’in tahta geçişi sırasındaki bahşişleri için Yeniçeriler isyan etti.

  • Yeniçeri-Sipahi Çatışması (1582): Küçük bir anlaşmazlık kavgaya dönüştü

  • Beylerbeyi Vak’ası (1589): Paranın ayarının düşmesi yüzünden isyan edenlere iki paşa teslim edildi.

  • Ferhad Paşa’ya Karşı İsyan (1592): Erzurum’dan Yeniçerileri şikayete gelen halk temsilcilerinin cezalandırılmamaları bahane edildi. Veziri Azam görevden azledildi.

  • Maaş İsyanı (1593)

  • Maaş İsyanı (1595)

  • Kira Kadı’nın Katli (1600): Maaş ayarı düşen sipahiler isyan etti.

  • III. Mehmed’e Karşı İsyan (1601)

  • Yeniçeri-Sipahi Savaşı (1603): Sipahilerin isyanı Yeniçerilerin yardımıyla bastırıldı

 

İstikrarsızlık ve Yönetim Yapısında Bozulma

XV. yüzyılın ortaları ile XVI. yüzyılın ortaları arasında en belirgin dönemini yaşayan “klâsik” Osmanlı yapıları değişmeye yüz tutmuştur. Padişahların yetişme tarzından taşra idaresine kadar önemli değişiklikler vuku bulmuştur. Modern tarihçiler, Osmanlı yönetim sisteminde padişahın işgal ettiği merkezî yerin öneminden hareketle, padişahların yetişme tarzı, şehzadelerin sancağa çıkma usulünün terkedilmesi ve dolayısıyla haremin ön plana çıkması vb. gelişmelerin bu değişimde etkili olduğunu düşünmüşlerdir.[47]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[48]

Merkez teşkilatında en önemli değişim XVI. yüzyılın sonlarıyla XVII. yüzyılın ortalarına, Köprülü Mehmed Paşa’nın sadrazamlığa atanmasına kadar uzanan süreçte sıkça vuku bulan veziriazam değişikliklerinin, aklî dengesi bozuk iki (I. Mustafa, Sultan İbrahim), çocuk denecek yaşta üç (I. Ahmed, IV. Murad ve IV. Mehmed) padişahın tahta geçtiği dönemlerde yaşanan otorite boşluklarının ve benzer gelişmelerin Divan-ı Hümayun’un etkisinin azalmasıyla sonuçlanmasıdır. Sonuçta, saray ve haremin etkilerinden uzaklaşmak için devlet işlerinin Paşakapısı veya Babıâli denilen sadrazam konağında görüşülerek halledilmesi yoluna gidildi. Divan-ı Hümayun toplantıları giderek azaldı. Padişahlar zaman zaman meşveret meclisleri topladılar ama asıl hükümet işleri sadrazamın konağında halledildi. Divan-ı Hümâyun bu dönemde cülus bahşişi, askere mevacib dağıtımı, elçi kabulü gibi törenlerin yapıldığı sembolik bir kurula dönmüştür. [49]

 

Halil İnalcık’ın belirttiği gibi, I. Ahmed’in ölümünden Köprülü’nün sadrazam oluşuna kadar, II. Osman’ın hazin biten girişimi ve IV. Murad’ın kısa süren gerçek hükümdarlığı dışında, Osmanlı payitahtı ve merkezî hükümet büyük ölçüde kapıkullarının etkisi altındadır. Bu dönemde gerçek iktidar Valide Sultan ve Darüssaade Ağası başta olmak üzere Sultanın haremi, şeyhülislamın liderliğindeki yüksek ulema, başkentte askerî gücü elinde bulunduran Yeniçeri Ocağının yüksek görevlileri (Yeniçeri Ağası, Sekbanbaşı ve Kul kethüdası)’nin teşkil ettiği koalisyonun elindedir.[50]

 

Sokullu Mehmed Paşanın ölümünden (1579) Halil Paşanın sadrazamlığına (1617) kadar otuz sekiz sene zarfında hükümet reisliği makamına geçen on dokuz vezir-i azam içinde bu mevkiye liyakati olanların adedi üçü geçmemektedir. Bu durum son devirde kaht-ı rical denilen adam yokluğunun daha 17. yüzyıldan itibaren görülmeye başladığının da işaretidir. [51]

 

Timar Düzeninde Değişim

On yedinci yüzyılda ‘klasik’ yapılarda görülen değişikliklerin en önemlilerinden birisi ve belki de birincisi timar sistemindeki değişmedir. Geleneksel anlayışa göre timar sistemi ihmal edilmeye, timarlar hak sahiplerine değil ekâbir adamlarına verilmeye başlanmış ve mirî topraklar şu veya bu yolla belirli kişilere verilmiştir. Osmanlı ıslahat eserlerinde bu durum şiddetle eleştirilmiş, savaşta fiilen bulunan kişilerin hakkı olan timarların büyük devlet adamlarının denetimine girmesi, onların da bu dirlikleri keyfî olarak kendi adamlarına tahsis etmesi düzenin bozulmasının bir sebebi olarak yorumlanmıştır. [52]

 

Bununla birlikte, timar sistemindeki değişimin bir bozulmanın değil, yeni şartların bir zorlamasının sonucu olduğu çok açıktır. Ateşli silahların yaygınlaşması ve piyadenin öneminin artışına paralel olarak devletin ücretli asker sayısını arttırması ve dirlik olarak tahsis edilen gelirleri nakdî vergilere dönüştürme çabaları sonucunda timar sistemi zayıflamaya başlamıştır. Devlet yeni duruma göre çareler üretmek için bazı önlemler aldı.[53]

 

17. yüzyılda Anadolu’daki karışıkların devam etmesi ve uzun süreli savaşlara girilmesi tımar düzeninin bozulmasında bir hayli etkili oldu. Savaş yükü artan sipahi bu durumdan hoşnut değildi ve ilk defa Kıbrıs seferinde savaştan feragat ve harpten kalma yolları aramaya başlamıştı. III. Murat döneminde İran seferi sırasında daha sonra ise Avusturya seferleri sırasında görüleceği üzere tımar sistemi iyice karışmıştı. Seferden kalmaya çalışan grubun yanında, Anadolu’da asayişi sağlayacak olan küçük tımar sahipleri de, suhte ve levent ayaklanmalarını destekler olmuştu.  [54]

 

Osmanlının orduda yeniliklere gitmesi kaçınılmaz olmuştu. Yeniliklerin yapılması daha fazla para dolayısıyla hazineye daha fazla yük anlamına gelmektedir. Bu amaçla devlet, gelirlerini artırmak için ilk olarak halktan toplanan vergiler üzerine yönelmiştir. Ayni olarak köylüden toplanan vergiler uzun dönemlere yayılarak nakdi olarak alınmaya başlanmıştır.  [55]

 

Nüfus Artışı ve İşsizlik

XVI. yüzyıl sonlarında özellikle Anadolu’da ortaya çıkan Celâlî hareketlerinin başta gelen sebeplerinden birisinin, XVI. yüzyılın ikinci yarısında tespit olunan nüfus artışı olduğu kanısı yaygındır. Yapılan pek çok araştırma, Anadolu’nun kırlık kesiminde XVI. Yüzyılda meydana gelen nüfus artışını ve yine bu nüfus artışı karşısında ekilebilir toprak miktarındaki artışın çok yetersiz kaldığını net bir biçimde ortaya koymuştur. Bunun ne kadarının doğal artış olduğu, ne kadarının göçlerden kaynaklandığı tartışılabilir. [56]

 

Bu noktada Osmanlı Devleti’ni XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren zor durumlara düşüren eşkıyalık olaylarının sebeplerinden biriyle, yani işsizlikle karşılaşıyoruz. Büyük çaptaki nüfus artışı ve buna karşılık tarım üretimindeki artışın buna yetişememesi kır kesiminden kentlere göçlere yol açtı. Ancak kasaba ve kentlerde yeterli iş imkânlarının bulunmadığı durumlarda işsiz kalan gençlerin ya suhte (medrese öğrencisi) olarak medreselere ya da sekban-sarıca olarak bey kapılarına yığıldıklarını ve bu grupların da çeşitli sebepler yüzünden bir huzursuzluk kaynağı oluşturduklarını biliyoruz. [57]

 

Celali İsyanları

Celâli isyanları da Anadolu’yu yangın yerine çevirdi. Doğuda ve batıda savaşlar devam ederken devlet âdeta üçüncü bir cephede daha mücadele etmek zorunda kaldı.

On altıncı yüzyıl ve on yedinci yüzyılın başlarında başta devlet görevlileri olmak üzere Osmanlı devlet düzenine karşı girişilen hareketler Celali isyanları olarak bilinmektedir. 1519 yılında Tokat civarında Bozoklu Şeyh Celal adlı bir kişinin mehdilik iddiası ile isyan etmesi üzerine bundan sonraki isyanlar amaç ve türleri aynı olmaksızın Celali adı ile anılmaya başlayacaktır. [58]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[59]

Haçova Savaşı (1596 ) kaynakların büyük çoğunluğunda celali olaylarının başlangıcı olarak görülmektedir. Savaş esnasında yapılan yoklamada bulunmayanların firari sayılacağı ve tutuklanarak, idam edileceği, mal ve mülklerine devletçe el konulacağına dair Cağalazade Sinan Paşa’nın emirlerine atıfta bulunulur.[60]

 

Avusturya karşısında korkan askerler geri çekilmişti. Şans eseri savaşın kazanılması ile Sinan Paşa sadrazam olmuş, sadece savaş firarilerini değil savaşa hiç katılmayanları da kaçak olarak ilan etmiştir. Firariler arasında tımar sahipleri 20.000 – 50.000 akçe gelire sahip zeamet sahiplerinin olması bu kişilerin çok değerli toprak sahibi rütbeli askerler ve eyalet yöneticileri olduğunu görmekteyiz. Sözü geçen firarilerin bir kısmı İran sınırında kaynaşan Celalilere katılmışlar ve onlara liderlik etmişlerdir ki bu, isyan edenlerin çoğunluğunun neden devlet görevlisi olduğunu açıklamaktadır.[61]

 

Haçova’dan sonra savaşlar on yıl daha sürmüş, Osmanlı belirgin bir zafer kazanamamıştır. Kısmi toprak kazanımları olurken kayıplar da bir o kadar fazladır. Tımarlı sipahiler artan savaş yükü karşısında iyice bunalmış, Anadolu’daki kanunsuzluk karşısında öfkelenmişlerdir. Bununla birlikte hiçbir zaman devlete ihanetleri ya da ayrı bir devlet kurma gibi amaçları olmamıştır. [62]

Celali isyanları özele indirgendiğinde isyan kavramından çok eşkıyalık kavramı içinde ele alınmayı gerekli kılmaktadır. Belli bir ideolojileri veya düşmanları yoktur. Bir gün Celali iken ertesi gün devlet hizmetinde olmaları, aynı şekilde liderlerinde bir gün eşkıya iken ertesi gün sancak beyi olması amaçlarının bulunan düzendeki boşlukları suiistimal etmekten öteye gitmediğini göstermektedir.[63]

Celâli ayaklanmalarını kimileri mezhep, kimileri ise ezilen halkın yöneticilere isyanı olarak gösterir. Bazen ise Türk kimliğinin mücadelesi olduğu iddia edilir. Bazı ayaklanmaların İran’la ilişkisi varsa da, tımarı elinden alınmış sipahiler ve savaş bitince işsiz kalmış sekbanlar, bu isyanlarda önemli rol oynamışlardır. Tımarları iade edildiğinde veya başka bir yolla orduda istihdam edildiklerinde Celâlilerin çoğu devletin yanına geçmiştir.[64]

 

Celali olayların yarattığı en büyük sonuçlardan biri ‘’büyük kaçgun ‘’ olarak adlandırılan göç hareketleridir. Terk edenler ise genel olarak toprağa bağlı vergi ödeyen köylülerdi. Anadolu’da yapılan gözlemlerde nüfusun üçte ikisi yer değiştirmiştir. Anadolu halkı genel olarak bir kısmı dağlara, vergi memurlarının ulaşamayacakları yerlere, bir kısmı ise surları olan şehirlere göç etmiş, kalanlar ise Celaliler arasına katılmışlardır. Göçler sonucu şehir nüfusu oldukça artmış, pahalılık hayatı güçleştirmeye başlamıştır. Göçler sonucu boş kalan topraklar nedeni ile tarımsal verimlilik düşmüştür ki bu dönemin doğal afetleri de bunda bir hayli etkili olmuştur. Bununla birlikte işsiz ve topraksız gençlerin göçü kırsal dengenin bozulmasına neden olmuştur. Bu gençlerin nüfus hareketi olarak başlayan göçleri onların Celâlilere katılması ve eşkıyalık girişimleri ile noktalanmıştır.[65]

 

Bu dönemde Anadolu baştanbaşa harap oldu. Halk, köylerden şehirlere kaçtı, gittiği yerlerde de emniyet kalmayınca başka bölgelere sığındı. Anadolu’daki insanların varlıklı olanları İstanbul’a, Rumeli’ye ve Kırım’a göçtüler.[66]

 

İsyanlar bastırıldıktan sonra Sultan Ahmed Han, köylünün yerlerine dönmesi ve ticaret sahiplerine kolaylık gösterilmesi için eyaletlere tavsiye yollu fermanlar gönderdi. Ayrıca “Adaletname” adı ile Anadolu’daki bütün fenalıkları, celaliliği doğuran sebepleri ve halkın ızdırabını dile getiren bir ferman çıkardı. Bu müddet içinde öldürülen Celali sayısının 65 bini bulması Anadolu’nun içine düştüğü durum hakkında bir fikir vermektedir. [67]

 

 

 

 

 

 

Dipnotlar

[1] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[2] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[3]http://www.eskiistanbul.net/gravur/gravurlar2/Sahmet.jpg

[4] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[5] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[6]https://lh4.googleusercontent.com/-1kR0_SHqt7s/AAAAAAAAAAI/AAAAAAAAAAA/put8_NOeinw/s900-c-k-no/photo.jpg

[7] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[8] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[9] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[10] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[11] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[12] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[13] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[14]http://4.bp.blogspot.com/-d6oWWvRvq_4/UiYrTZIn2cI/AAAAAAAAg5I/vL7ucsBQs8s/s1600/26.jpg

[15] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[16] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[17] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[18] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[19]http://www.trthaber.com/haber/gundem/osmanli-toprak-sisteminde-hazar-izleri-72489.html

[20] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[21] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[22] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[23] Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Üniversitesi

[24] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[25] Devlet-i Aliyye, Halil İnalcık

[26]http://osmanlilar.gen.tr/1566-1699.asp

[27] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[28]http://www.aksitarih.com/celaliisyanlari.html

[29] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[30] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[31] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[32] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[33] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[34] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[35] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[36] Devlet-i Aliyye, Halil İnalcık

[37]http://osmanlilar.gen.tr/1566-1699.asp

[38]http://osmanlilar.gen.tr/1566-1699.asp

[39] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[40] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[41] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[42] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[43] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[44] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[45] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[46] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[47] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[48]http://insanvehayat.com/osmanli-bereketinin-sirri-islami-hayat/

[49] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[50] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[51]http://osmanlilar.gen.tr/1566-1699.asp

[52] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[53] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[54]http://www.aksitarih.com/celaliisyanlari.html

[55]http://www.aksitarih.com/celaliisyanlari.html

[56] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[57] Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatı, Anadolu Üniversitesi

[58]http://www.aksitarih.com/celaliisyanlari.html

[59]http://www.aksitarih.com/celaliisyanlari.html

[60]http://www.aksitarih.com/celaliisyanlari.html

[61]http://www.aksitarih.com/celaliisyanlari.html

[62]http://www.aksitarih.com/celaliisyanlari.html

[63]http://www.aksitarih.com/celaliisyanlari.html

[64]Osmanlı Tarihi (1566-1739), Anadolu Üniversitesi

[65]http://www.aksitarih.com/celaliisyanlari.html

[66]Osmanlı Tarihi (1566-1739), Anadolu Üniversitesi

[67]http://osmanlilar.gen.tr/1566-1699.asp

Duraklama Kavramının Değerlendirilmesi 

Osmanlılar

bottom of page