top of page

Kâtip Çelebi (1609-1657)

Fıkıh ve tarih âlimidir. İsmi, Mustafa bin Abdullah’tır. 1608 senesinde İstanbul’da doğdu. Babası, Osmanlı devlet ve siyaset adamlarının yetiştirildiği Enderun Mektebi’nde tahsil görmüş bir askerdir. Ordu kâtipliğinde bulunduğu için, ulema ve halk arasında “Kâtip Çelebi” diye tanındı.[1]

 

1624 senesinde babasıyla birlikte Tercan seferine, bir sene sonra da Bağdat seferine çıktı. Bir müddet Diyarbakır’da kaldı İstanbul’a döndü. 1630 Bağdat kuşatmasında, siperler arasında, ordunun defterini tuttu. 1635 senesinde de Sultan Dördüncü Murad Hân ile Revân seferine katıldı. On sene kadar çeşitli savaşlarda bulunduktan sonra İstanbul’a döndü[2]

 

Kendisini tam anlamıyla ilme ve öğrenmeye verişi, 1635’teki Revan Seferi’nden sonradır. Daha ziyade tarih ve biyografi türü eserleri okumayı seven Kâtip Çelebi, zengin bir akrabasının ölümü üzerine kendisine düşen mirasın önemli bir kısmını kitaplara harcar.[3]

 

Coğrafyaya ve harita yapımına ilgi duyması, Girit Seferi (1645) dolayısıyla başlar. Meslekteki kıdeminden ötürü “halifelik”e terfi etmek istediyse de bu makam kendisine verilmemiştir. Bunun üzerine istifa ederek üç yıl, meslekten uzak ve münzevi bir hayat yaşayan müellifin sağlığı bozulunca tedavi yollarını öğrenmek için tıp ve şifa konulu kitaplar okur. 1648’de Takvimü’t-Tevarihadlı eserini tamamlayınca devrin şeyhülislamı Abdurrahim Efendi hak ettiği kıdemle beraber mesleğe tekrar dönmesini sağlar. Bu tarihten sonra artan bir arzuyla eserler verir. Latinceden Türkçeye çeviriler yapar. 6 Ekim 1657 sabahı vefat ettiğinde Zeyrek Camii civarındaki kabristana gömülür.[4]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[5]

Osmanlı Devleti’nde, ilk defa batı ilmiyle en fazla ilgilenen, doğu ilmiyle mukayesesini ve sentezini yapan, Türk ilim adamlarından biridir.[6]

 

Eserleri:1-Fezleket-üt-tevârih: Varlıkların başlangıcı, peygamberlerin ve hükümdarların tarihi diye hülâsa edilebilecek bir tarih kitabıdır. 2-Keşf-üz-zünûn an esmâ-il-kütübi vel-fünûn: Onbeşbine yakın kitap ve onbine yakın müellifi tanıtan büyük bir bibliyografya ansiklopedisi mahiyetindedir. 3-Cihân-nümâ: En eski coğrafya kitabımızdır. Haritalarıyla birlikte İbrahim Müteferrika matbaasında basılmıştır. Daha sonra yazılacak coğrafya kitaplarına kaynak teşkil eden bu eser, Avrupa dillerine de tercüme edilmiştir. 4-Tuhfet-ül-kibâr fî esfâr-il-bihâr: Osmanlı Devleti zamanındaki deniz savaşlarından bahseder. 5-Takvîm-üt-tevârih: Hazreti Âdem’den 1648 tarihine kadar geçen vakaların kronolojik açıklamasını ihtiva eder. 6-Fezleke: Fezleket-üt-tevârih’in devamı niteliğindedir. 1591 senesinden 1654 tarihine kadar olan olayları içine alır. 7- Tarih-i Frengi tercümesi: Johan Carian’un, Chronic isimli eserinin tercümesi olup, Şinasî zamanında Tasvîr-i Efkâr Gazetesi’nde bazı kısımları yayınlanmıştır. 8- Târih-i Kostantiniyye ve Keyâsire: 1577 senesine kadar gelen olayları tercüme ve seçme yoluyla meydana getirmiştir. 9- İrşâd-ül-Hıyârâ ilâ Târih-il-Yunan ver-Rûm ven-Nesârâ: Avrupa memleketleri hakkında, onların idare tarzlarına dair elli sekiz yapraklık küçük bir risaledir. 10- Süllem-ül-vüsûl ilâ tabakât-il-fühûl: Alfabetik sıraya göre tertiplenmiş Arapça bir tabakat kitabıdır 11- Levâmi-un-nûr: İkinci önemli Coğrafya eseridir. Atlas Minar’ın tercümesidir. Eserde Kuzey Kutup bölgesi, İzlanda adası ve Avrupa memleketleri; nehirleri, dağları, şehirleri ile tasviri, bir coğrafya şeklinde ta’rîf edilmektedir. 12- İlhâm-ül-mukaddes min feyz-il-Akdes: 13- Tuhfet-ül-ahyâr fil-hikem vel-emsâl vel-eş’âr Alfabetik sıraya göre tertiplenmiştir. Tanınmış şairlerin ve yazarların yahut, ismi meşhur olan kimselerin sözlerini veya bunlara ait fıkra, hikâye ve latifeleri içine alan bir eserdir. 14- Dürer-i münteşir ve gurer-i müntesir: 15- Düstûr-ul-amel fî ıslâh-ıl-halel: 1652 senesinde devlet bütçesinde gelirin az olup, masrafın çoğalması ile ilgili bir araştırmadır. 16- Mîzân-ül-hakk fî ihtiyâr-il-ehakk: Eserlerin sonuncusudur. Devrinde şiddetli tartışmalara konu olan bir takım meseleleri konu olarak almıştır.[7]

 

Evliya Çelebi (1611-1684)

Hakkındaki bilgilerin çoğunu ünlü Seyahatname’sinden öğrenebildiğimiz Evliya Çelebi, 1611’de İstanbul’un Unkapanı semtinde doğmuştur. Kimi kaynaklarda asıl adının Evliya olduğu söylense de muhtemelen hocası Evliya Mehmet Efendi’ye nispetle anılmış olmalıdır. Saray-ı Hümayun kuyumcubaşısı Derviş Mehmet Zıllî Efendi’nin oğludur. Medrese tahsilinin ardından saraya intisap eden Çelebi, Enderun Mektebi’ne devam eder. [8]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[9]

Evliya Çelebi’de seyahat merakının nasıl doğduğunu kendisi bir rüya ile temellendirir. Rüyasında İstanbul’da bir camide Hz. Peygamber’i kalabalık bir cemaat arasında görür. Heyecanla elini öperken ondan şefaat dileyecek yerde heyecanla “Seyahat ya Resulallah!” der. Hz. Muhammet de gülerek onu seyahatin yanı sıra şefaat ve ziyaretle müjdeler. Evliya Çelebi bu rüyasını yorumlattığı Kasımpaşa Mevlevihanesi şeyhi Abdullah Dede’nin tavsiyesi üzerine önce İstanbul’u köşe bucak gezmeye başlar ve yine aynı kişinin tavsiyesiyle eserinin ilk cildini de İstanbul’a ayırır.[10]

 

İstanbul’u mahalle mahalle, sokak sokak gezen Evliya Çelebi, İstanbul dışına ilk seyahatini Bursa’ya yapar. Uzak beldelere ilk seyahati ise Trabzon’a vali olarak atanan Ketenci Ömer Paşa’yla birlikte deniz yoluyla gittiği Trabzon’la başlamıştır. Azak Kalesi’nin geri alınması için yapılan sefere katılarak Kırım’a geçen Çelebi, kışı Kırım Bahçesaray’da geçirdikten sonra baharda Azak’ın fethine katılır ve İstanbul’a döner. 1645 yılında Girit seferine katılır. Ertesi yıl Defterdarzade Mehmet Paşa Erzurum beylerbeyi olunca onunla beraber pek çok Anadolu şehrini dolaşma imkânı bulur. Mehmet Paşa’yla Şuşik Seferi’ne katılmıştır. Tebriz, Bakü, Tiflis, Revan ve Gümüşhane’yi dolaşır. Şam beylerbeyiliğine tayin edilen Murtaza Paşa’yla birlikte 1648’de Şam’a giden Evliya Çelebi, buradan Suriye ve Filistin’in birçok şehrini gezer. Murtaza Paşa, Sivas’a tayin olunca yine onunla Sivas’a geçer. Bu süre zarfında Doğu ve Orta Anadolu’daki şehirleri de dolaşır ve 1650 yılında İstanbul’a döner. Ahmet Paşa’nın Özi’ye beylerbeyi olarak gönderilmesiyle onunla beraber Özi’ye geçer. Rusçuk, Silistre ve Babadağı illerini gezer. Temmuz 1653’de İstanbul’a döner. Uzun bir süre İstanbul’da kaldıktan sonra Melek Ahmet Paşa, Van beylerbeyi olunca onunla birlikte Van’a gider. Bu dönemde İran ve Bağdat civarını gezme imkânı bulur. 1657 sonunda İstanbul’a geçtikten bir süre sonra Bursa ve Çanakkale’yi gezmiş, 1659 tarihinde Boğdan Voyvodası’nı ülkesine götüren kafileye katılmıştır. Rumeli Beylerbeyi olan Melek Ahmet Paşa’yla beraber Sofya’ya gitmiş ve bu esnada bütün Rumeli’yi dolaşmıştır. 1663 yılında Fazıl Ahmet Paşa’yla beraber Avusturya seferine katılır. Uyvar kalesinin fethinden sonra İsveç’e, Hollanda’ya kadar birçok ülkeyi dolaştığını anlatır. Belgrat’a döndükten sonra Hersek’e ve ardından Macaristan’a geçer. Kara Mehmet Paşa’yla kuşatmaya katılmak üzere Viyana’ya gider. Viyana’da imparatordan aldığı izin belgesiyle Danimarka, Hollanda ve Branderburg’u gezer. Kırım yoluyla Kafkasya’ya geçen Evliya Çelebi bu civarı dolaştıktan sonra 1668 yılında Azak Kalesi’ne geçmiştir. Âdil Giray’ın seferlerine de katılan Çelebi İstanbul’a dönmüş, aynı yıl yeniden Rumeli’ye geçerek Edirne Gümülcine ve Selanik gibi şehirleri gezmiştir. Girit, Mora ve Arnavutluk’u dolaşır, 1670 yılı Aralık ayında yeniden İstanbul’a döner. Birkaç ay sonra hacca gitmek üzere farklı bir güzergâh seçerek uzun bir yolculuğa başlar. Bursa, Kütahya, Afyon, İzmir; Sakız ve Sisam adaları, Aydın, Menteşe, İstanköy ve Rodos Adasını dolaştıktan sonra Anadolu’ya geçerek Maraş, Antep ve Kilis üzerinden Suriye’ye, oradan bir kafileyle Hicaz’a gider. Hac farizasını yerine getirdikten sonra Mısır’a gitmiş, Sudan ve Habeşistan’ı gezmiştir. Seyahatname’nin onuncu, yani son cildinin birdenbire kesilmesi Evliya Çelebi’nin, eserini sonuca bağlayamadan öldüğü şeklinde yorumlanmıştır.[11]

 

Aziz Mahmud Hüdai (1541-1628)

1541’de Şerefli Koçhisar’da doğdu. Çocukluğu Sivrihisar’da geçti. İlmini ilerletmek için İstanbul’a gitti. Çok zeki olup bir defa okuduğunu zihninde tutar, tekrar kitaba bakmaya lüzum hissetmezdi. Genç yaşta; zamanın ilimlerinde büyük bir âlim oldu. 28 yaşında iken hocası ile Edirne’ye gitti. Ramazan Efendi, kısa bir süre Edirne’de müderrislik yaptıktan sonra, Şam ve Mısır’a kadı olarak gönderildi. Talebesi Mahmûd Hüdâyî’yi oraya da götürdü. 33 yaşında iken, hocası ile Bursa’ya geldi. Üç sene Ferhâdiye Medresesi’nde müderrislik yaptı. Üç sene sonra, hocasının vefatı ile Bursa’ya kadı tayin edildi.[12]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[13]

Muhammed Üftâde hazretlerini sevenlerden fakir bir kimse vardı. Her sene hac mevsiminde hacca gitmek ister, fakat gidecek pahası olmadığı için de bu arzusuna nail olamazdı. Bir gün üzüntüsünden aklı başından gitti ve hanımına: “Eğer bu sene de hacca gidemezsem, seni üç talak ile boşadım” dedi. Günler geçti. Fakiri bir düşüncedir aldı. Hacca gidemezse, hanımı boş olacaktı. Ne yapacağını şaşırdığı birgün, aklına Üftâde geldi. Hemen huzuruna gidip, ağlayarak durumunu anlattı. Üftâde “Eskici Mehmed Dede’ye git, bizim selâmımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine derman olur” buyurdu. Fakir, süratle Mehmed Dede’nin dükkânına koştu. Mehmed Dede; “Ey fakir! Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma” dedi. Fakir gözlerini açtığında, kendilerini Mekke’de buldular. İhram giyip Arafat’a çıktılar. Bursalı hacıları buldular. Onlar, hemşerileri olan Mehmed Dede’yi ve fakiri görünce sevindiler. Vedalaşarak ayrıldılar. Aynı şekilde Bursa’ya geldiler. Fakir, eve gelince, hanımı, birkaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak istemedi ve “Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle eve giriyorsun?” dedi. Kocası da; “Hanım ben hacca gittim ve geldim. İşte bu getirdiklerimi de Mekke’den aldım” dediyse de, kadın; “Bir de yalan söylüyorsun. Üç-beş gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni mahkemeye vereceğim” dedi. Kadıya giderek durumu anlattı. O sırada Bursa kadısı, Azîz Mahmûd Hüdâyî idi. Kadı, hanımın kocasını mahkemeye çağırtarak onu da dinledi. Fakir, Mehmed Dede’yi şahit gösterdi. Kadı hayret ederek, mahkemeyi diğer hacıların geleceği günlerden birine tehir etti. Aradan günler geçti. Bursalı hacılar hacdan döndüler. Mahkeme gününde de, şahit olarak fakirin hac vazifesini yaptığını bildirdiler. Kadı, şahitlerin verdiği bu ifade ile hanımın nikâhı fesh etme isteğini reddetti.[14]

 

Kadı Aziz Mahmud Hüdayi Efendi, bu hâdisenin günlerce etkisinden kurtulamadı. Nihâyet Eskici Mehmed Dede’nin yanına gidip; “Beni talebeliğe kabul buyurmanız için gelmiştim” deyince, “Nasibiniz bizden değil, Üftâde’dendir. Onun huzuruna giderek müracaatınızı bildirin” dedi. Dergâha vardığında, Üftade hazretlerinin üzerinde eski bir hırka olduğu hâlde, bahçeyi çapalamakta olduğunu gördü. Üftâde, gelenleri görünce doğruldu ve “Ey Kadı efendi! Herhalde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır ki, biz fakirlik kapısının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sahibisin. Bu hâlde ikimiz biraraya gelip bağdaşamayız. Senin ilmin, malın, mülkün, şanın ve mamur bir dünyan var. Bizim gibi kulların, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi yoktur” buyurdu. Bu sözler, Kadı Aziz Mahmud Hüdâyî’ye o kadar tesir etti ki, gözlerinden iki sıra yaş döküldüğü hâlde; “Efendim! Herşeyimi mübarek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Yeter ki, talebeniz olabilmekle ve hizmetinizi görmekle şerefleneyim. Her ne emrederseniz yapmağa hazırım” dedi. Bu samimî istek üzerine, Üftâde hazretleri buyurdu ki: “Ey Bursa kadısı! Kadılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Hergün de dergâha üç ciğer getireceksin!” Her emri yerine getireceğine söz veren Kadı, aldığı ciğerleri Bursa sokaklarında; “Ciğerci! Ciğerciiii!” diye bağırarak satıyordu. Bursalıların hayret dolu bakışlarına, kadınların ve çocukların alay etmelerine aldırmıyordu. Onu görenler; “Bursa kadısı Aziz Mahmud Hüdayi aklını oynatmış” diyorlardı. Sonra, Aziz Mahmud Hüdâyî’yi, dergâhta hela temizleme işinde çalışmak üzere vazifelendirdi. [15]

 

Aziz Mahmud Hüdâyî hazretleri, hocası Muhammed Üftâde’ye üç sene hizmet etti. Üç senenin sonunda Muhammed Üftâde, ona, icazet verdi ve çocukluğunu geçirdiği Sivrihisar’a gönderdi. Altı ay kadar çalıştıktan sonra tekrar Bursa’ya geldi. Bursa’ya geldiği günlerde, doksan yaşından ziyade olan hocasının hizmetini görmeğe başladı. Bu hizmetlerinden çok memnun olan Muhammed Üftâde; “Oğlum! Padişahlar rikâbında yürüsün (Sen atın üzerinde, padişah da yaya olarak arkandan yürüsün)” diye dua etti. O sene Üftâde hazretleri vefat etti. [16]

 

Aziz Mahmud Hüdâyî Şeyhülislâm Hoca Sadeddîn Efendi’nin vasıtasıyla İstanbul’a geldi. Küçük Ayasofya Câmii tekkesinde hocalık yapmaya başladı. Bu arada Fâtih Camii’nde dersler verdi. Burada kaldığı müddet içinde, ilim ve devlet adamlarına kadar uzanan geniş bir muhit edindi. Bu arada, Üsküdar’da kendi dergâhının bulunduğu yeri satın aldı. Kısa zamanda namı her tarafta duyuldu. Dergâh, en fakirinden en zenginine ve en üst kademedeki devlet ricaline kadar her tabakadan insanlar ile dolup taşıyordu. Bunların, başında; Sadrazam Halil Paşa, Dilâver Paşa, Şeyhülislâm Hoca Sadeddîn Efendi, Şeyhülislâm Hocazâde Esad Efendi, Nev’i-zâde Atâyî Efendi geliyordu. Hüdâyî Dergâhı, İstanbul’un en mühim kültür merkezi hâline geldi. Pekçok âlim yetişti. Devrin padişahları da ona hürmette kusur etmiyorlardı. Üçüncü Murâd Hân, Birinci Ahmed Hân, ikinci Osman Hân ve Dördüncü Murad Hân’a nasihatlerde bulundu. Dördüncü Murad Hân’a saltanat kılıcını kuşattı. [17]

 

İranlılarla yapılan Tebriz seferine katıldı. Zaman zaman padişahların davetlisi olarak saraya gidip, onlarla sohbetlerde bulundu. Üsküdar İskelesi’ndeki Mihrimah Sultan Camii’nde ve Sultan Ahmed Camii’nde belli günlerde vaaz vererek, insanlara feyz ve marifet sundu. [18]

 

Padişah Ahmed Hân birgün Üsküdar’a gitmişti. Atı ile çarşıda dolaşırken Aziz Mahmud Hüdâyî hazretleri ile karşılaştı. Hocasını görür görmez atından aşağı atladı ve hocasını atına bindirdi. Kendisi de Aziz Mahmud Hüdâyî’nin arkasında yaya olarak yürümeğe başladı. Kısa bir müddet at üzerinde giden Hüdâyî, dünyayı titreten Koca bir Padişahın, arkasında yaya yürümesine razı olmadı ve “Sultanım! Sırf hocam Muhammed Üftâde hazretlerinin duası ve emri yerine gelsin diye bindim. Çünkü o, “Padişahlar rikâbında yürüsün” diye dua etmişti.” buyurarak atından indi. Ata, tekrar Sultan Ahmed Hân’ı bindirdi. Bu hâdiseden sonra, Sultan Ahmed Hân’ın şu şiiri yazdığı söylenir:[19]

Varımı ben Hakka verdim, gayri vârım kalmadı.

Cümlesinden el çekip pes dü cihanım kalmadı.

 

Çünkü hubbullah erişti, çekti beni kendine,

Açtı gönlüm gözünü, gayri gümânım kalmadı.

Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi,

Safiyim, buldum safâyı dü cihanım kalmadı.

 

Ahmedî der, “Yâ ilâhi! Sana şükrüm çokdurur”,

Hamdulillah aşk-ı Haktan gayri vârım kalmadı.”


Aziz Mahmud Hüdâyî birgün, Sultan Ahmed Hân’la sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest tazelemek istedi. İbrik ve leğen getirdiler. Padişah hocasına hürmeten ibriği eline aldı ve abdest suyunu döktü. Sultan Ahmed Hân’ın annesi de kafes arkasında havluyu hazırlamıştı. Vâlide Sultan kalbinden; “Aziz Mahmud Hüdâyî’nin bir kerametini görseydim” diye geçirmişti. Bunun üzerine Hüdâyî, Vâlide Sultan’ın gönlünden geçenleri anlayarak; “Hayret! Bazıları bizden keramet arzu ederler, Halîfe-i rûy-i zemîn’in elimize su dökmesi ve muhterem validelerinin havlu hazırlamasından daha büyük keramet mi olur?” buyurdu. Sohbet esnasında Sultan Ahmed Hân; “Efendim! Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin, kıyamet günü talebelerine ve pekçok günahkâr müminlere şefaat edeceği hakkında rivayetler var. Bu rivayetlerin doğruluğu hakkında ne buyurursunuz?” diye sual eyledi. Aziz Mahmud Hüdâyî hemen cevap vermedi. Bir müddet murakabe hâlinde kaldıktan sonra; “Bu söz doğrudur” buyurdu. Sonra Padişah, “Efendim! Acaba zât-ı âlinizin bizlere bir vaadiniz ve müjdeniz yok mudur?” diye sorunca, Hüdâyî ellerini kaldırarak: “Yâ Rabbî! Kıyamete kadar bizim yolumuza katılan, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip ruhumuza Fatiha okuyanlar bizimdir. Bize talebe olanlar denizde boğulmasınlar, ömrünün sonlarında fakirlik görmesinler, imanlarını kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler” diye dua eyledi. [20]

 

Sultan Ahmed Hân, büyük bir câmi yaptırmak istiyordu. Kararını verdi ve yerini tespit ettirdi. Temel atma merasimi için hocası Aziz Mahmud Hüdâyî ve diğer âlimleri davet etti. Kurbanlar kesildi. Temel atmak için ilk kazmayı, Aziz Mahmud Hüdâyî hazretleri vurdu. Padişah, yoruluncaya kadar temel kazdı. Böyle bir başlangıçtan yıllar sonra, Câmi yapıldı ve açılışını yapmak ve Cuma hutbesini okumak üzere Aziz Mahmud Hüdâyî davet edildi. O gün fırtına vardı ve deniz şiddetli dalgalı idi. Bu sebeple kayıkçılar denize açılmaya cesaret edemiyorlardı. Hüdâyî, Üsküdar iskelesine geldi ve kayıkçıya emrederek, yanında birkaç talebesiyle birlikte Sarayburnuna doğru açıldı. Allahü teâlânın izniyle, kayığın ön, arka ve yanlarından bir kayık mesafesinde deniz süt liman oluyor, dalgalar kayığa hiç tesir etmiyordu. Bu şekilde herkes korkudan denize çıkamazken, Aziz Mahmud Hüdâyî kayığıyla selâmetle karşıya geçti. Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola “Hüdâyî yolu” denir ki, fırtınadan uzak, selâmetle gidilen bir deniz yolu olduğu kabul edilir. [21]

 

1628 senesinde hakiki âleme göçtü. Vefatından önce talebeleriyle ve tanıdıklarıyla helâlleşti, vasiyetini yaptı. Son nefeste de Kelime-i şehadet getirerek ruhunu teslim etti. Türbesi Üsküdar’daki dergâhındadır.[22]

 

Kurucusu bulunduğu Celvetiyye tarikatı Selâmiyye, Hakkiyye, Fenâiyye, Hâşimiyye adlı dört kola ayrılmıştır. Tekkelerin kapatılmasına yakın yıllarda, İstanbul’da bu kollara bağlı otuz kadar tekke bulunmaktaydı.[23]

 

Sarıyer'de Telli Baba, Beşiktaş'ta Yahya Efendi, Üsküdar'da Aziz Mahmut Hudayi, Beykoz'da ise Yuşa'nın boğazın dört bekçileri olduklarına inanılır. Osmanlı Devleti'nin son günlerine kadar Boğaz'da deniz seferi yapan kaptanlar, yolcularını, Üsküdar'dan geçerken Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin Dergâhı'na, Beşiktaş önünden geçerken Yahya Efendi Dergâhı'na, Beykoz'dan geçerken de Yuşa tarafına doğru yönelterek Fatiha 'ya davet ederlerdi.[24]

 

İsmail Rumi (?-1631)

Kadiriyye yolu büyüklerindendir.Tosya’da dünyaya gelmiştir. Rüyasında Abdülkadir Geylani’nin kendisini Bağdat’a davet ettiğini görür. Bağdat’taki dergahta Şeyh Feyzullah Efendi’nin yanında seyr u sülukunu tamamladıktan sona yine Abdülkadir-i Geylani’nin manevi işaretiyle Anadolu’ya avdet etmesi istenir. Anadolu’da özellikle Tosya, Kastamonu, Edirne, Tekirdağ ve Bursa ile Kahire, Şiraz, vb. daha birçok şehirde tekke tesis etmiştir.[25]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[26]

1611’de İstanbul’a gelen İsmail- Rumi, Tophane civarında da Kadirhane’yi inşa ettirerek burada ömrünün sonuna kadar irşad hizmetinde bulunmuştur. İstanbul’daki tekkeler arasında önemli yeri olan Kadirhan’de Salı günleri öğle namazını müteakip hem Rumiyye hem de Eşrefiyye üzerine zikirler yaptırırdı.[27]

 

Anadolu topraklarında Kadiri Tarikatı’nı getirip yaygınlaştıran şahıs olarak tanınır. 1631 yılında vefat etmiştir. Kabri Tophane’deki dergahta yapılmış türbededir.[28]

 

İsmâil Rusûhî Ankaravi (?-1630)

İlk tahsilini doğum yeri olan Ankara’da yaptı. Aklî ve naklî ilimleri, zamanının âlimlerinden okudu. Arapça ve Farsça dillerini öğrendi. Zâhirî ilimlerde yükseldikten sonra tasavvufa yöneldi. Bayrâmiyye yoluna girip feyz aldı. Tasavvuf derecelerinde de yükseldi. Halvetiyye yolundan da icazet aldı. Konya’ya gidip, Mevlevi yolu büyüklerinden Bostan Çelebi’nin sohbetlerinde bulundu. Mevleviyye yolunda da ilerleyip yüksek derecelere kavuştu. 1610 senesinde İstanbul’a gelerek, İstanbul Galata Mevlevîhânesi’nde irşad vazifesiyle vazifelendirildi. Vefatına kadar bu vazifede kaldı.[29]

 

Birçok ilimlerdeki yüksek derecesi yanında şairliği de olan İsmâil Ankaravî, şiirlerinde Rusûhî mahlasını kullanırdı. 1630 senesinde İstanbul’da vefat etti. Kabri, Galata Mevlevîhânesi bahçesindedir. Birçok eserleri vardır.Şerh-i Mesnevî (Mevcud Mesnevî şerhlerinin en meşhurlarından olup, altı cilt hâlinde yazılmış ve basılmıştır.) ve Minhâc-ül-fukarâ (Tasavvuf konularından ve evliyanın hâllerinden bahseden bu eseri Türkçedir) eserlerinden en ünlüleridir. [30]

 

Bosnalı Abdullah Efendi (1538-1644)

1583 senesinde Bosna’da doğdu. Asıl ismi Abdullah Abdî bin Muhammed’dir. Şârih-ül-Fusûs ve şârih-il-Mesnevî diye meşhur oldu. Doğum yeri olan Bosna’da ilim tahsiline başlayan Abdullah Efendi, daha sonra İstanbul’a gitti. Oradaki medreselerde tahsilini tamamladıktan sonra Bursa’ya gitti. Bursalı Hasen Kabaduz Efendi ile görüştü. Hasan Kabaduz, Hacı Bayram-ı Velî’nin halifelerinden, Bıçakçı Ömer Dede’nin halifesi idi. Hasan Kabaduz Efendi’nin feyz ve himmetleri ile yüksek derecelere kavuşan Bosnavî Abdullah Efendi, Bursa’dan ayrılıp Mısır’a gitti. 1636 senesinde hac vazifesini yapmak için Hicaz’a gitti. Hacdan dönüşünde, Şam’da Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin türbesi yanında inzivaya çekildi. Daha sonra Konya’ya geldi. Sadreddîn-i Konevî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi büyüklerin kabirlerini ziyaret etti. Konya’da yerleşip, vefatına kadar orada kaldı. 1644 Konya’da vefat edip, çok sevdiği Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin türbesi civarında defnedildi. [31]

 

“Osmanlı Müellifleri”nde Abdullah Bosnavî’nin altmış tane eserinin ismi verilmektedir. Bunlardan en meşhuru, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin meşhur eseri “Füsûs-ül-hikem” ine yaptığı şerhtir. [32]

 

Abdülmecid Sivasî (1563-1639)

Halvetiyye yolunun “Şemsiyye” kolu kurucusu Şemseddin Sivasî hazretlerinin biraderi olan Şeyh Muharrem Efendi’nin oğludur. 1563 senesinde Tokat’ın Zile ilçesinde doğdu. Amcası Şemseddin Efendi’den (Kara Şems) zahirî ve batıni ilimleri tahsil etti. Zile’deki Halvetî dergâhında,  1604 senesinde de Sivas’taki Şemsiyye dergâhında vazifesini yürüttü.[33]

 

İlim ve irfandaki şöhretini duyan Sultan Üçüncü Mehmed Hân tarafından İstanbul’a davet edildi. Üçüncü Mehmed Hân Abdülmecîd Efendi’yi İstanbul’a davet ederken, kendi el yazılarıyla şu mektubu yazmışlardı: “Merhum amcan Şemseddîn Efendi’nin, Eğri seferinde maddî ve manevî çok yardımlarını gördüm. Döndükten sonra İstanbul’da kalmasını istemiş idim. Fakat o arzu etmeyince, ihtiyarlığı sebebiyle memleketine gitmesine izin verdim. Şimdi sizin söz, fiil ve diğer özelliklerinizle ona tam olarak benzediğinizi duydum. İstanbul’a teşrif etmenizi cân-ü gönülden istiyorum. Hatt-ı şerîfim size ulaştığı zaman ihmal etmeyesiniz.”[34]

 

Bu mektup üzerine Abdülmecîd Efendi İstanbul’a geldi. Eyüp Nişancası’ndaki bahçe içindeki eve yerleşti. Çarşamba’da yaptırılan Mehmed Ağa dergâhında vazifelendirildi. İstanbul halkının gösterdiği yüksek alâka üzerine, Şehzâde Camii’ne vaiz olarak nakledildi. Sultan Selim civarında bir mescid ve Sivâsî dergahını inşa ettirip, hizmete devam etti. Sultan Ahmed Câmii yapılırken, temel atma merasiminde bulunup, dua etti ve temele ilk taşı koydu. Sultan Ahmed Câmii’nin yapımı tamamlanıp ibadete açılınca, ilk vaazı Abdülmecîd Efendi verdi. Ölünceye kadar bu câminin vaizliğini yürüttü. [35]

Üçüncü Mehmed, Birinci Ahmed, Birinci Mustafa, Genç Osman ve Dördüncü Murad Hân devirlerinde yaşadı, Padişah ve diğer devlet erkânı, önemli hususlarda sık sık görüşlerine başvururlardı. Sultan Dördüncü Murad Hân’a Bağdad’ın İranlılardan geri alınacağını müjdelemiş, Padişah sefere çıkarken de Hazreti Ömer’in kılıcını beline kuşatmıştı.[36]

 

“Şeyhi” mahlasıyla pek güzel şiirler yazan Abdülmecid Sivâsi’nin birçok kıymetli eserleri vardır. En ünlüsü, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin Mesnevi’sine yazdığı çok kıymetli şerhidir. Nakledilir ki: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, manevî hâl âleminde, gelip Abdülmecîd Sivâsî’ye; “Benim Mesnevî kitabıma şerh yazmanızı istiyorum” buyurdu. Abdülmecîd Efendi de özür beyan edip; “Hâşâ benim haddim değildir. Sizin inci gibi sözlerinizi şerh etmek bir yana anlamaktan âcizim. Birçok şerhler yazılmıştır. Bizim şerhimize ne gerek var” deyince, Mevlânâ hazretleri; “Onlar da güzel, fakat söz başka hâl başkadır. Benim “Mesnevî “mi şerh etmek sizin gibi hâl sahibi, kelâm ilminde ve tasavvuf marifetlerinde yüksek birisine gerekir” buyurdu. Abdülmecid Sivasî, emri birkaç gün ihmâl etmişti. Birgün yine hâl âleminde iken Mevlânâ hazretleri zuhur edip; “Size “Mesnevî’me şerh yazın demedim mi?” buyurdu. Abdülmecid Sivasî hazretleri özür beyan etmek istediğinde; “Biz şimdi sizi topuz ile ikaz ederiz” buyurdu. Ertesi sabah Padişah tarafından iki asker gelip, Şerh yazılmasına dair fermanı ve yüz altın sikke getirdiler. Abdülmecid Sivasî fermanda; “Benim faziletli pederim, bu saat Mevlânâ hazretlerinin “Mesnevî”sine şerh yazılmasını emr ediyorum. Biz de emrolunduk” diye yazılı olduğunu gördü. Hemen emre uyup şerh yazmağa başladı.[37]

 

1639 senesinde İstanbul’da vefat etti. Eyüp Nişancası’ndaki evinin bahçesine defnedildi. Ölümünden iki yıl sonra gördüğü bir rüya üzerine Mahpeyker Kösem Sultan, kabrinin üzerine bir türbe yaptırmıştır.[38]

 

Abdülehad Nuri (1593-1651)

1593 senesinde Sivas’ta doğdu. Babasının vefatından sonra, dayısı Abdülmecid Sivâsî ve iki ağabeyi ile İstanbul’a gitti. Tasavvuf yoluna girmesi, dayısı Abdülmecîd Sivâsî’nin elinde olmuştur. Büyük âlimlerden aklî ve naklî ilimleri, tahsil eden Abdülehad Efendi yirmi yaşından itibaren kitap yazmağa başladı. Midilli’ye gönderildi. Midilli halkı Abdülehad Efendi’yi çok sevdi ve ona talebe oldu. [39]

Zamanın şeyhülislâmı Yahya Efendi, Abdülmecid Sivâsî’nin ziyaretine giderekona; “Abdülehad Çelebi’yi davet edin de, Mehmed Ağa dergâhını ona verelim. İnşallah o, İstanbul’da vaazları ve halkı doğru yola sevk etmesi ile zamanının bir tanesi olacaktır” dedi. Abdülehad Efendi, emre uyup İstanbul’a geldi, Mehmed Ağa dergâhına yerleşti. Bu dergâhda, 28 sene vaaz ve nasihatle meşgul oldu. 1635 senesinden itibaren; Ayasofya, Fâtih ve Sultan Ahmed câmilerinde vaaz vermeye başladı. [40]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[41]

1650 senesinde biraz rahatsız oldu. Hastalıkları artınca, Sultan Dördüncü Mehmed Hân, Vâlide Sultan, Vezîr-i azam, Şeyhülislâm ve diğer sevenleri tarafından gönderilen tabipler bir olup, ilâç vermek istemişlerse de, Abdülehad Nûrî Efendi kabul etmedi. Zamanın Lokman Hekimi diye meşhur olan Fergânîzâde Süleyman Ağa; “Sultanım, ilâcı bıraktık. Bari mübarek başınıza sarığınızı giyin. İnşallah ilaca muhtaç olmazsınız.” deyince, Abdülehad Efendi; “Süleyman Ağa! Siz bizim ahvâlimize vâkıfsınız. Biz davet olunduk.” dedi. Hastalığının yedinci günü 1651 senesinde vefat etti. Eyüp nişancasındaki dergâha defnedildi.[42]

 

Osman Fazlı Atpazari (1631-1691)

1631 senesinde Bulgaristan’ın Şumnu kasabasında doğdu. Fatih’te Atpazarı denilen yerde oturduğu için; “Atpazarı Şeyhi Osman Efendi” namıyla meşhur oldu. Tahsilini arttırmak ve tasavvuf yolunda ilerlemek için Edirne’ye gitti. Aziz Mahmud Hüdâyî’nin halifelerinden, Saçlı İbrahim Efendi ismi ile meşhur âlimin talebesi oldu. İbrahim Efendi, Seyyid Osman Efendi’nin gayret ve kabiliyetini görerek, terbiyesinden âciz olduğunu bildirdi ve İstanbul’da bulunan büyük âlim Zâkir-zâde Abdullah Efendi’ye gönderdi.  Uzun süre Zâkir-zâde’nin derslerine devam etti. Birgün hocası, Osman Fadlı’ya; “Sende Şeyh-i Ekber (Muhyiddîn-i Arabî) meşrebi var” dedi. Hocası onu Edirne tarafında Aydos isimli kasabaya gönderdi. Osman Fadlı, Aydos’da birkaç sene kaldıktan sonra, Filibe taraflarına gitti. Filibe’de 15 seneden fazla insanlara doğru yolu gösterdi. Gördüğü bu rüya üzerine İstanbul’a geldi.[43]

 

Sultan Dördüncü Mehmed Hân, Osman Fadlı Efendi’yi çok sever, zaman zaman saraya davet eder, vaaz ve nasihatlerinden istifade ederdi. Devlet işlerindeki tesiri gittikçe artan Seyyid Osman Fadlı’yı, devletin ileri gelenlerinden bazıları çekemediler. Sultana, verdiği bir vaaz yüzünden şikâyet ettiler. Çeşitli entrikalar çevirerek Magosa’ya gönderilmesini sağladılar. Magosa’ya gidişlerinin 14. ayında 1691 senesinde vefat etti. [44]

 

Talebesi İsmail Hakkı Bursevî hazretleri, onun hakkında şöyle demektedir: “Hocam her hâlinde gizliliği tercih ederdi. Sünnete uygun olmayan birşeyi yapmazdı. Derslerine ikiyüz kadar talebe devam ederdi. Bu talebelerin içinde; Trakya, Anadolu ve Arap Yarımadası’ndan gelenler vardı.” [45]

 

Niyazi Mısri (1618-1693)

Halvetî yolunun Mısriyye kolunun şeyhidir. Adı Muhammed bin Ali Çelebi’dir. Uzun müddet Mısır’da kaldığı için Mısrî denilmiştir. 1618 senesinde Malatya’nın Soğanlı köyünde doğdu. Malatya’da, medrese tahsilini tamamladıktan sonra, câmilerden vaazlar vermeye başladı. Malatya’da bulunan Halvetî şeyhi Hüseyin Efendi’nin sohbetinde bulunarak, ondan feyz aldı. Hüseyin Efendi’nin vefatından sonra, onun hasretinin tesiri ile seyahate karar verdi. Diyarbakır-Mardin yoluyla Bağdat’a gitti. Dört sene ilim tahsil etti. Kahire’ye gitti. Kâdiriyye tarikatı büyüklerinden olan bir zatın dergâhında misafir olarak kaldı. O zata talebe oldu. Kerametleri görülmeye başladı. Câmi-ül-Ezher’de hem ders verdi hem de ilmini genişletti. Mübarek günlerde vaaz ve nasihat ederdi.[46]

 

Bir gece rüyasında Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini gördü. Büyük bir taht üzerinde oturmaktaydı. Etrafına ise talebeleri toplanmıştı. Niyâzî-i Mısrî, kendisini onların arasında görünce, hayasından dışarı çıkmaya yol ve fırsat aradığı bir sırada, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, onu yanına çağırıp, bir kese altın hediye verdi ve; “Senin nasibin diyâr-ı Rûm’dadır. Mısır’da değil.” buyurdu. Ertesi gün Niyâzî-i Mısrî bu rüyasını hocasına anlatınca, hocası ona hilâfet verdi ve dua etti. 1646 senesinde Mısır’dan ayrılarak İstanbul’a gitti, İstanbul’da Sultan Ahmed Câmii civarında Sokullu Mehmed Paşa dergâhında ikamet edip, uzun süre riyazette kaldı. Daha sonra Bursa’ya gitti. Ekseriyetle Ulu Cami’de Kur’ân-ı kerîm okur ve imamlık yapardı. Dördüncü Sultan Mehmed Hân’ın daveti üzerine İstanbul’a giden Niyâzî-i Mısrî, Ayasofya Câmii’nde vaaz ve nasihat vermeye memur edildi. Tekrar Bursa’ya döndü. Niyâzî-i Mısrî’nin şöhreti günden güne arttı. 1669 senesinde Bursa’daki dergâhı yapıldı. Rusya ile harp başlayınca, Sadrazam Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa, Padişah namına Niyâzî-i Mısrî’yi Edirne’ye davet etti. Niyâzî-i Mısrî üçyüz talebesi ile orduya katılmak için Edirne’ye gitti. Sonra tekrar Bursa’ya döndü. 1671 senesinde Kamaniçe seferinde ikinci defa Edirne’ye gitti. Oradaki eski Câmi’de vaaz ederken, yapılan muharebenin millet ve devlet üzerindeki acı tesirlerini anlattı. Bu vaazı yanlış anlamalara sebep oldu. Şikâyet dolayısıyla Rodos’a gönderildi. Dokuz ay sonra mecburi ikamet şartıyla Bursa’ya dönmesine izin verildi. Yine Bursa’daki vaazı sırasında bazı konuşmaları sebebiyle Limni adasına gönderildi. 1692 senesi Şevval ayında tekrar Edirne’ye gitti. Selimiye Camii’nde kaldı. Ziyaretine gelen kalabalık halka vaaz ve nasihat ederken, devlet işlerine dair söylediği bazı sözlerden dolayı tekrar Limni’ye gönderildi.[47]1693 senesinde Limni adasında vefat etti. [48]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[49]

Sâdece zahirle meşgul olup, bâtından haberi olmayanlar, onun bazı sözleri karşısında hayrette kalarak, yanlış düşüncelere kapıldılar. Niyâzî-i Mısrî hazretleri şöyle buyurur: [50]

Zât-ı Hakda mahrem-i irfan olan anlar bizi,

İlm-i sırda bahr-ı bî pâyân olan anlar bizi,

 

Ey Niyazi katremiz deryaya saldık biz bugün,

Katre nice anlasın, umman olan anlar bizi.


Şeyh Abdüllatîf Gazzî Efendi, Vâkıât adlı eserinde şöyle yazmaktadır “Birisi şeyhülislâmın huzuruna varıp, Niyâzî-i Mısrî hakkında tenkid mevzu olan sözü kastederek; “Efendim bu sözü söyleyenlerin cezası nedir ve dinde ne lâzım gelir” diye sual edince, arif ve kâmil bir zât olan şeyhülislâm; “Bu sözü Niyâzî-i Mısrî hazretlerinden başka kim söylerse, katlolunur. Fakat Niyâzî-i Mısrî söylerse, onun sözünde bir hikmet ve gizli bir sır vardır. O, zahirî ilimlerde de kemâl mertebesindedir. Onların böyle sözleri söylemesinde bir hikmet vardır. Biz onlara dil uzatmağa kadir olamayız” diyerek, o şahsı susturdu. [51]

 

 

Dipnotlar

[1]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-KATIB_CELEBI-3611.aspx

[2]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-KATIB_CELEBI-3611.aspx

[3]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[4]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[5]http://tarihvemedeniyet.org/2009/12/katip-celebi-ve-cok-tartisilan-elestirileri/

[6]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-KATIB_CELEBI-3611.aspx

[7]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-KATIB_CELEBI-3611.aspx

[8]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[9]http://www.biristanbulhayali.com/seyyah-i-alem-evliya-celebiyi-ve-istanbul-seyahatini-bildirir

[10]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[11]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[12]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AZIZ_MAHMUD_HUDAYI-3526.aspx

[13]http://www.panoramio.com/photo/56234130

[14]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-UFTADE-3481.aspx

[15]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-UFTADE-3481.aspx

[16]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AZIZ_MAHMUD_HUDAYI-526.aspx

[17]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AZIZ_MAHMUD_HUDAYI-526.aspx

[18]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AZIZ_MAHMUD_HUDAYI-526.aspx

[19]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AZIZ_MAHMUD_HUDAYI-526.aspx

[20]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AZIZ_MAHMUD_HUDAYI-3526.aspx

[21]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AZIZ_MAHMUD_HUDAYI-3526.aspx

[22]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AZIZ_MAHMUD_HUDAYI-3526.aspx

[23]http://www.cilehane.com/yazilar/hudayi.html

[24]http://tr.wikipedia.org/wiki/Mahmud_H%C3%BCdayi

[25] Sahabeden Günümüze Allah Dostları, 8. Cilt

[26]http://www.istanbulium.net/2012/02/tophanede-bir-kadirihane-tekkesi.html

[27] Sahabeden Günümüze Allah Dostları, 8. Cilt

[28] Sahabeden Günümüze Allah Dostları, 8. Cilt

[29]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-ANKARAVI_Ismail_Rusuhi-3519.aspx

[30]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-ANKARAVI_Ismail_Rusuhi-3519.aspx

[31]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-BOSNALI_ABDULLAH_EFENDI_Abdullah_i_Rumi-3535.aspx

[32]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-BOSNALI_ABDULLAH_EFENDI_Abdullah_i_Rumi-3535.aspx

[33]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-SIVASI_Seyhi_Abdulmecid_Efendi-3672.aspx

[34]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-SIVASI_Seyhi_Abdulmecid_Efendi-3672.aspx

[35]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-SIVASI_Seyhi_Abdulmecid_Efendi-3672.aspx

[36]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-SIVASI_Seyhi_Abdulmecid_Efendi-3672.aspx

[37]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-SIVASI_Seyhi_Abdulmecid_Efendi-3672.aspx

[38]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-SIVASI_Seyhi_Abdulmecid_Efendi-3672.aspx

[39]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-ABDULEHAD_NURI-3497.aspx

[40]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-ABDULEHAD_NURI-3497.aspx

[41]http://unyezile.com/abdulmecid.htm

[42]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-ABDULEHAD_NURI-3497.aspx

[43]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-OSMAN_FADLI_EFENDI-3817.aspx

[44]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-OSMAN_FADLI_EFENDI-3817.aspx

[45]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-OSMAN_FADLI_EFENDI-3817.aspx

[46]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-NIYAZI_I_MISRI-3814.aspx

[47]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-NIYAZI_I_MISRI-3814.aspx

[48]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-NIYAZI_I_MISRI-3814.aspx

[49]http://www.onaltiyildiz.com/haber.php?haber_id=357

[50]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-NIYAZI_I_MISRI-3814.aspx

[51]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-NIYAZI_I_MISRI-3814.aspx

Klasik Osmanlı Düşüncesi ve Temsilcileri 

Osmanlılar

bottom of page