top of page

Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi (1813-1893)

1813 senesinde Gümüşhane'de doğdu. Hayatının ilk on senesini Gümüşhane’de geçirdikten sonra ailesiyle birlikte Trabzon’a göç etti. Orada bir taraftan ilim tahsiliyle meşgul olurken, bir taraftan da ticaretle uğraşan babasına yardım etti. Babası Mustafa Efendi, diğer oğlunun askerde olması sebebiyle yardımına muhtaç olduğu Ziyaeddin Efendiyi bir gün yanına çağırıp; “Oğlum! İlmin, masivadan daha üstün ve alış verişten daha lüzumlu olduğunu bilirim. Fakat senin yaşın küçük. Bu zamana kadar öğrendiklerin sana şimdilik yeter. Ben seni ilim öğrenme yolundan alıkoymak istemem. Ancak askere giden ağabeyin dönünceye kadar sabret. O zaman seni ilim ve irfan merkezi olan İstanbul’a gönderirim. Hiç olmazsa şimdilik bana işlerimde yardımcı ol.” dedi. Ziyaeddin bir taraftan ticaretle meşgul olurken, ilimle uğraşmaktan da geri durmadı. Ağabeyinin askerden dönmesini sabırsızlıkla beklerken kendi ördüğü para keselerini satarak helal lokma ile ilim tahsili için para biriktirmeye başladı.[1]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

On beş yaşlarındayken amcası ile birlikte ticaret için İstanbul’a gitti.İstanbul'dayken ağabeyinin askerden döndüğünü haber aldı. Babası için lüzumlu şeyleri satın aldı ve onları amcasına teslim etti. Sonra da amcasına Trabzon’a dönmek istemeyip İstanbul’da ilim ve irfan yoluna girmek istediğini ifade etti.[2]

 

Bayezid Medresesine gidip talebe oldu. Burada ilim tahsil etti. Sonra Mahmud Paşa Medresesine giderek orada kendisini ilim ve ibadete verdi. Medresedeki üstün başarısı üzerine zaman zaman hocalarına vekâleten onların izniyle arkadaşlarına dersler verdi. Mahmud Paşa Medresesinden icazet aldıktan sonra Bayezid Medresesinde müderrisliğe başladı. Bir taraftan günden güne genişleyen ders halkasında ilim öğretirken, diğer yandan ilmi eserler telif ve neşretmeye başladı. Yirmi beş sene geceleri sabahlara kadar kitap yazmakla meşgul oldu. [3]

 

Bu sıralarda Üsküdar’da ilim ve irfan neşrine başlayan evliyanın büyüklerinden Abdülfettah-ı Akri hazretleriyle bir sohbet meclisinde tanıştı. Bu mübarek zat, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin talebesiydi. Herkese açık olan bu ilim ve irfan meclisine Ahmed Ziyaeddin Efendi de devam etmeye başladı. Bir gün Ziyaeddin Efendi, Abdülfettah-ı Akri hazretlerine talebe olmak arzusunu açıklayınca, Abdülfettah hazretleri tebessüm edip; “ileride gelecek olan zat buna izinlidir. Binaenaleyh onun gelmesini beklemek münasiptir.” buyurdu.[4]

 

Ziyaeddin Efendi yine bir gün dergaha gitti. Orada hiç görmediği bir zatla karşılaştı. Bu zat tebessüm edip kendisine; “Ey Ahmed Ziyaeddin! Sizin manevi terbiyeniz ezelde bize verilmiştir. Sırf sizin için ta Şam’dan Anadolu’ya geldim.” dedi. Ziyaeddin Efendi şaşırıp tanımadığı bu zatın kendisine ismiyle hitap etmesinden hayretler içinde kaldı. Bu zat, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin önde gelen talebelerinden Trablusşam Müftüsü, meşhur Ahmed bin Süleyman el-Ervadi hazretleriydi. Ervadi hazretleri, hocası Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin yıllar öncesi kendisine; “Ey dost, nurları ile Afrika, Buhara, Mısır, Mekke, Medine, Hindistan ve Uzakdoğu’nun aydınlanacağı zat için İstanbul’a git, onu ara bul. O henüz açılmamış bir velayet goncasıdır. Onun nasibi ezelde sana tevdi ve tensib edilmiştir.” buyurarak verdiği işaretle İstanbul’a gelmişti.[5]

 

Ziyaeddin Efendi, hocası Ervadi hazretlerini, Mahmud Paşa Medresesindeki odasında misafir etti. Burada kırk gün halvette, yalnız ibadetle meşgul oldu. Teveccüh ve bereketleri görülmeye başlandı. Ervadi hazretleri bir gün aniden ortadan kayboldu. Onun ayrılığı Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi hazretlerini dalından kopmuş bir gül gibi soldurdu. Teselliyi Abdülfettah Efendinin sohbetlerine devam etmekte buldu. Tam bir sene süren bu ayrılıktan sonra, Ervadi hazretleri tekrar İstanbul’a geldi. İki seneye yakın bir zaman Ayasofya Camiinde hadis-i şerif ilmi öğretti. Bu arada Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi hazretlerine, Nakşibendiyye, Kadiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Halidiyye, Halvetiyye, Bedeviyye, Rıfaiyye ve Şaziliyye yolunda icazet verdi. Abdülfettah Efendiyi de Gümüşhanevi’ye sohbet şeyhi olarak tavsiye edip memleketi olan Trablusşam’a geri döndü.[6]

 

Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi hazretleri, Abdülfettah Efendiyi vefatına kadar sohbet şeyhi kabul etti. Karşılıklı ziyaretlerde bulundular. Abdülfettah-ı Akri hazretlerinin 1864 yılında vefatından sonra Ahmed Ziyaeddin Efendi, İstanbul’da hak yolun bilgilerini anlatmaya başladı. Haftalık sohbetlerinde Ramuzü’l-Ehadis’i şerh edip açıkladı. Talebeleri gitgide çoğalıp medrese odaları almaz olunca, zamanın hükumet binası olan Bab-ı Âli’nin tam karşısındaki Fatma Sultan Camiini metruk halden kurtararak tamir ettirip, sohbetler için dergah haline getirdi. Bilahare cami civarlarına hücreler inşa edilerek tam bir dergah hüviyeti kazandırıldı. Fatma Sultan Camii bu tarihten sonra Gümüşhaneli Dergah-ı şerifi adıyla anılmaya başladı. İstanbul, Rize, Bayburt ve Of’ta on sekiz bin cilt eser, dört ayrı kütüphane kurularak Anadolu’da kültür merkezlerinin meydana getirilmesine çalışıldı.[7]

 

Halk arasında Doksanüç harbi diye bilinen harbe talebeleri ile birlikte iştirak etti. Batum Cephesine gitti ve bizzat silahı ile harbe iştirak etti.[8]

 

Güzel ahlak ve güzel halleriyle meşhur oldu. Az yemek, az uyumak ve az konuşmak adet-i şerifesiydi. Peygamber efendimizin sünnetine çok bağlıydı. Çoğu geceleri ilimle meşgul olur, sabah namazından işrak vaktine kadar ve yatsı namazından sonra mecbur kalmadıkça dünya kelamı konuşmamaya dikkat ederdi. Ayak uzatarak uyumayı edebe aykırı sayardı. Bir defasında hasta yatağında baygın bir şekilde ayakları toplu olarak yatarken, tedavisi için gelen doktor tarafından ayakları uzatıldığında, utancından kıpkırmızı kesilmiş ve gözlerini hafifçe açarak; “Bir de beni Rabbimin huzurunda ayak uzatma suçu ile baş başa bırakmayın!” demiş ve ayaklarını toplamıştır.[9]

Ziyaeddin Gümüşhanevi hazretlerinin sohbetleri çok tatlı olurdu. Zaman zaman sohbet ve derslerine Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid Han devam etti. Bilhassa Sultan Abdülhamid Han ile aralarında hususi sohbet ve istişareler olmuştur. Talebeleri arasında birçok devlet adamı yetişmiştir.[10]

 

Son zamanlarında yaşı çok ilerlediği için bir şeye dayanmadan oturamıyordu. Asasız yürüyemez olmuştu. Bir ara çok ağırlaşıp yatağa düştü. 1893 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Süleymaniye Cami-i şerifi avlusunda Kanuni Sultan Süleyman Han Türbesine bitişik demir parmaklıklarla çevrili kabrinin kitabesinde; “Muhaddisin-i kiramdan, fahr-ül-meşayih Gümüşhaneli el-Hac Ahmed Ziyaeddin Efendi hazretlerinin ruh-ı mukaddislerine el-Fatiha” yazılıdır.[11]

 

Eserlerinden bazıları şunlardır: 1) Ramuz-ül-Ehadis, 2) Garaib-ül-Ehadis, 3) Hadis-i Erbain, 4) Cami-ul-Usul, 5) Ruh-ul-Ârifin, 6) Mecmuat-ul-Ahzab, 7) Kitab-ul-Ârifin, 8) Necat-ül-Gafilin, 9) Netaic-ül-ıhlas, 10) Cami-ül-Menasik, 11) Cami-ul-Mutun, 12) Vasiyetleri.[12]

 

Bir milyondan fazla müridi olduğu söylenen Gümüşhanevi, çeşitli bölgelere halifelerini göndererek etkinliğini artırmış, Müslümanların uyarılmasına ve İslam’ın ihyasına büyük gayret sarf etmiştir. Mesela Lüleburgazlı Muhammed Eşref Efendi Pekin’e gönderilmiş, o Pekin’den dönerken Pekinli Müslümanlar II. Abdülhamid adına üniversite yaptırmaya başlamışlardır. Bu Hoca Efendi’ye “Çinli Hoca” denmiştir. Komor Adalarında bile faal bir Gümüşhanevi dergahı vardır. 1976 yılında İstanbul’da tertiplenen İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanları Toplantısına katılan Komor Adaları Dışişleri bakanının, Gümüşhanevi silsilesinin ülkemizdeki temsilcilerinden Mehmed Zahid Kotku’yu ziyaretinde söyledikleri, Gümüşhanevi’nin günümüzdeki tesirlerine işaret etmektedir: [13]

 

“1880’lerde II. Abdülhamid Han hilafetin İslam alemindeki müessiriyetini artırmak için çeşitli İslam memleketlerine derviş kafileleri gönderdiği zaman Komor Adalarına Gümüşhanevi Dergahına mensup dervişler gönderilmişti. Onların bölgemizde tesis ettikleri halka, o zaman azınlıkta kalan Müslüman nüfusu bugün çoğunluğa dönüştürebilmiştir.”[14]

 

Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi (1825-1911)

1825 senesinde Kastamonu iline bağlı Azdavay ilçesinde doğdu. Ümmî yâni okuma yazma bilmemesine rağmen gönül ehli veli bir zatın olan Abdullah Efendi oğlunu daha fazla ilim tahsil etmesi için İstanbul'a gönderdi. Mahmud Paşa Medresesine yerleşti. Fıkıh, tefsir, hadis ve diğer ilimleri icazet aldı. Bu sırada Ahmed bin Süleymân Ervâdî'nin İstanbul'a gelip Ayasofya Câmiinde iki sene okuttuğu hadis derslerine Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî ile birlikte devam etti.[15]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İlk olarak Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerine talebe olan Hasan Hilmi Efendi, ondan feyz aldı. Sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerinin vefatı üzerine Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî'ye bağlandı. Tasavvuf yolundaki ilerlemesini onun hizmet ve sohbetinde tamamladı. [16]

 

Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî'nin üç yıl müddetle Mısır'da kaldığı sırada hem en kıdemli halifesi hem de sırdaşı olarak Hasan Hilmi Efendiyi yerine vekil tayin etti. Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî Mısır dönüşünde talebelerini birbirlerine muhabbetle bağlı görünce hepsini toplayıp; "Ey Hasan Hilmi Efendi! Ey Şerif! Sizde letafet dolu feyz gördüğümden bütün kardeşlerimi sana ısmarladım." diyerek Hasan Hilmi Efendiye verilen hilâfetin vekâletten, asalete döndürüldüğünü ilân etti. Dergâhını ona teslim etti. 1893 senesinde Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî'nin vefatı üzerine bu vazifeyi asil olarak yürütmeye başladı.[17]

 

Hocasının vefatından sonra on sekiz yıl fiilen ders okutan, İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatan Hasan Hilmi Efendi, dergâhında hadîs öğretti. Ömrünün son günlerinde dergâha gelemez oldu. Vefatından bir gün önce abdest aldıktan sonra, hırkasını giyindi. Sonra seccadesine kapanarak, dua ve niyazda bulundu. Bir saat öylece seccadede kaldı. Daha sonra yatağına yatırdılar. Sabaha doğru gözlerini açtı. Yanında bulunanların mahzun bakışları arasında; "Benim Rahmet-i Rahmana kavuşma vaktim geldi." dedikten sonra derinden bir "Allah" dedi. 10 Şubat 1911 günü İstanbul'da vefat etti. Cenaze namazı talebeleri ve sevenleri tarafından kılındıktan sonra Süleymaniye Câmii bahçesinde defnedildi. Kabri sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir.[18]

 

Ömer Ziyaeddin Dağıstani (1849-1921)

1849 senesinde Dağıstan'da doğdu. Babası ulemadan Abdullah Efendi olup, Avar Türklerindendir. Gençliğinde Şeyh Şâmil'in ve onun oğlu Gazi Mehmed Paşanın maiyetinde Ruslara karşı senelerce savaşıp cihad etti. Sonra İstanbul'a gidip tahsilini yaptı. Hocası Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleridir. Ondan icazet aldı. [19]

 

Hocası ona "Hâfız Ömer" diye hitab ederdi. Hıfzı çok kuvvetliydi. Altı ayda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Ayrıca hadis-i şerif hafızlığı da vardı. Zübdet-ül-Buhârî ve diğer bazı hadis kitaplarını ezberlemişti.[20]

 

İlim tahsilini tamamlayıp, icazet aldıktan sonra, 1880 senesinde Edirne'de ikinci ordu alay müftülüğüne tayin edildi. On altı sene bu vazifeyi yaptı. Sonra on üç sene Malkara ve iki buçuk sene Tekirdağ kadılığı yaptı.[21]

 

Meşrutiyetin ilanını müteakip, İstanbul’a gelerek bir müddet ikametten sonra vuku bulan askeri kıyamda Selanik’ten gelen Hareket Ordusu Kumandanı Mahmud Şevket Paşa hakkında aleyhte cürüm isnadından Medine’ye sürgüne gönderilmiştir.[22]

 

Orada Mısır Hidivi Abbâs Halim Paşa ile tanışıp dâveti üzerine Mısır'a gitti. Bu sırada Birinci Dünya Harbi devam ediyordu. Bir ara Mısır'da İngilizler tarafından hapsedildi. Sonra İstanbul'a döndü. Dârülhilâfe Medreset-ül-Mütehassısînde mezhepler ve hadis ilmi dersleri verdi. Bu vazifesinden sonra da Ahmed Ziyâeddîn GümüŞhânevî hazretlerinin dergâhında üçüncü halifesi olarak irşad vazifesini üstlendi. Şeyhülislâmlık teklif edildiyse de kabul etmedi. [23]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[24]

Arapça, Farsça, Rusça ve Orta Asya Türk şivelerini bilirdi. 1921 senesinde vefat etti. Kabri, İstanbul'da Süleymaniye Câmii hazîresindedir.[25]

 

Mevlîd-i Şerîf (Lezgî dilinde), Kİsâs-İ Enbiyâ (Lezgî), Fetevâ-yi Ömeriyye, Buhârî Şerîf'tenSünen-iAkvâl-i Nebeviyye, Hadîs-i Erbeîn, Usûl-i İlm-i Hadîs, Zevâidi Zebîdî, Kİrâat-i Aşere, Âdâb-İ Kİrâat-İ Kur'ân-İ kerîm, Miftâh-ül-Kur'ân, Mûcizât-ül-Enbiyâ (manzum), Mirât-İ Kânûn-İ Esâsî, Terceme-i Zübdet-ül-Buhârî adlı eserleri vardır.[26]

 

Cemaleddin Efendi(1848-1917)

Osmanlı din adamı, şeyhülislam ve hukukçusu. Şeyhülislamlığı II. Abdülhamid dönemiyle özdeşleşmiştir. 1848 yılı civarında İstanbul'da doğdu. Babası, Şeyh Ahmed Halid Efendi de bir hukukçuydu ve hem Kazasker hem de Bakan olarak hizmet etmişti. Osmanlı ve İslam Hukuku konusunda eğitim aldı ve Osmanlı devletine 1884'de İstanbul Kadısı olarak hizmet etti. Hemen ardından 1888'de Anadolu Kazaskerliği'ne ve 1890'da da Rumeli Kadılığı'na getirildi. 1891'de 43 yaşında Şeyhülislam oldu. 16 yıl ve 11 ay bu görevde kaldı ve ardından bir kez daha kısa süreyle bu göreve getirilmesi sebebiyle toplam 18 yıla yakın bir süre bu görevde kalarak Zenbilli Ali Efendi'nin ardından tarihte, bu görevi en uzun süre yapan ikinci kişi oldu. [27]

 

İttihat ve Terakki Partisi'nin Alman yanlısı ve savaş destekçisi politikalarına karşı çıktığı için 1913 yılında Mısır'a sürüldü ve İskenderiye'ye yakın Ramleh şehrinde 5 Nisan 1917'de 79 yaşında öldü. Naaşı İstanbul'a getirilerek Topkapı Sarayı'na kondu, sonra İstanbul'daki Edirnekapı Şehitliği'ne defnedildi. Hatıraları ilk kez İstanbul'da 1920'de basılmıştır. Daha sonra 1990 yılında Latin alfabesiyle "Siyasi Hatıralarım" başlığı altında tekrar yayınlandı.[28]

 

Muhammed Zafir Efendi (?-1903)

Şubat 1829'da Trablusgarp’ta doğdu. Dedesi, Medine eşrafındandır. Babası, ata yurdu olan Mağrib'e giderek Fas'ta Şazeliyye tarikatının Derkâviyye kolunun kurucusu Mulây el-Arabî ed-Derkâvî'ye intisap etti. Muhammed Zafir 19-20 yaşına kadar babasından dini ilimleri tahsil etti. Şazeliyye-Derkaviyye tarikatının Medeniyye kolunun kurucusu olan babasına intisap ederek hilafet aldı ve onun ölümünün (1847) ardından Şazeliyye-Derkaviyye-Medeniyye tarikatı şeyhi olarak irşad faaliyetine başladı. Bu dönemde Medeniyye Trablus, Tunus, Fizan, Mısır, Suriye ve Hicaz'da yayıldı.Trablus'a döndüklerinde 43 yaşına kadar kaldı. [29]

 

Davet üzerine İstanbul'a gelen Şeyh Muhammed Zafir, Osmanlı ileri gelenlerinin yanı sıra, Şehzade Abdülhamid ile tanıştı. İstanbulda açılan ilk Şazeli tekkelerinden Balmumcu Tekkesi'nin bulunduğu Unkapanı civarında, Üçmihrablı Camii yakınında bir evde üç yıl ikamet etti. Bu eve tebdil-i kıyafet ederek, gizlice gelip giden Şehzade Abdülhamid Şeyh'e intisap etti.  (Ayşe Osmanoğlu ise, Babam Sultan Abdülhamid adlı hatırat kitabında, babasının şehzade iken Süleymaniye Camii'nde namaz kıldığı bir gün Hamza Zafir adında bir şeyhe rastlayıp onunla dost olduğunu ve kendisine intisap ettiğini kaydetmiştir.) Şeyh Muhammed Zafir'in bu zaman zarfında, Abdülhamid'e tahta çıkacağını söyleyerek onun üzerinde etkili olduğu inancı yaygındır.[30]

 

Bir ara Medine'ye ve oradan da Mısrate'ye gitti.1876'da Abdülhamid Han tahta geçince şeyhini davet etti. Şeyh Muhammed Zafir ikinci kez İstanbul'a geldi. Gelişinde Hamidiye Camii'nde Şazeli usulüne göre zikir icrasına başlandı. Birkaç kez memleketine dönmeyi istediyse de padişah kendisini bırakmadı. Şeyh Zafir vefatına kadar İstanbul'da kaldı.[31]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[32]

Sultan Abdülhamid şeyhe çok değer verdiği için bazı cuma selamlıklarında Ertuğrul Tekkesi'ne gitmiş ve bazı özel dini günlerde onu Yıldız Sarayı'na davet etmiştir. Şeyh Zafir kaynaklarda, bir görev verilmediği sürece devlet işlerine karışmayan ve daha çok tasavvufi kimliğiyle nüfuz kazanan bir şahsiyet diye zikredilir. Abdülhamid ara sıra Şeyh Zafir Efendi'yi çağırarak huzuruna kabul eder, elini öper, duasını alırdı. Kendisine bir iş için delalet ve tavsiye rica eden olursa, "Biz derviş bir adamız, dünya işleri için erkan-ı devleti rahatsız etmek münasip değildir. Böyle şeyler elimizden gelmez. Elimizden gelen duadır. Allah muvaffak etsin!" cevabını verirdi.[33]

 

Ancak Zafir Efendi bazı siyasi görevler üstlenmiştir. Tunuslu Hayreddin Paşa'yı Abdülhamid'e tavsiye etmiş, Paşa sadrazamlık görevinde bulunurken onunla yakın diyalog içerisinde olmuştur. Fransa'nın 1881'de Tunus'u, İngiltere'nin 1882'de Mısır'ı işgal sürecinde nüfuzunu kullanarak işgalleri önlemeye gayret etmiştir. İslam aleminin çeşitli bölgelerinden ve özellikle Arap vilayetlerinden gelen Müslümanları sarayın desteğiyle Ertuğrul Tekkesi'nde ağırlayarak sultan-halifenin nüfuz ve itibarını arttırmak için çaba sarfetmiş; kuvvetli bağlantılarının bulunduğu Kuzey Afrika, Mısır ve Suriye'de sultana itaat ve sadakati kuvvetlendirmeye çalışmıştır. [34]

 

2 Ekim 1903'te vefat etti. Tekkenin bitişiğine defnedildi. Üzerine II. Abdülhamid'in saray mimarı Raimondo d'Aronco tarafından bir türbe yapıldı. [35]

 

Cezayir ulemasından, Fas müftüsü Şeyh Muhammed b. Aziz, Ahmed Zâfir ve İbrahim Zafir Efendiler halifelerindendir. Mısır ulemasından Muhammed Abduh da ona intisap edenlerdendir.[36]

 

Abdülkadir Belhi (1839-1923)

1839'da Afganistan'ın Belh şehrine baglı Kunduz'da dogmuştur. Hazretin babası Seyyîd Süleyman Hüseyin Efendi ise, Nakşibendîligin bir kolu olan "Müceddidîlik" meşâyihindendir.Seyyîd Süleyman Efendi, Afganistan'da zuhur edecek olan siyasi çalkantıları sezerek 1848 yılında 300 kadar yakını ve bağlısı ile Afganistan'dan hicret ederek, İran ve Irak yoluyla 1859'da Konya'ya ulaşmıştır. Kafile 4 yıl kadar süreyle Konya'da kalır. Rivayet edilir ki, kafile Konya'da bulunuyorken Seyyîd Abdulkâdir Belhî, rüyada Seyyîd Bekir Reşad Efendi'yi görür. Bekir Reşad Efendi; Abdulkâdir Belhî'ye "Kendisine manevî egitim vermekle görevlendirilmiş oldugunu ve vakit kaybetmeden İstanbul'a gelmesi gerektigini" söyler. Aynı rüya üst üste tekrarlanınca da Abdulkâdir Belhî Efendi rüyasını babasına açar. Konya'dan Bursa yoluyla İstanbul'a hicret kararı, bu olay üzerine alınır. Zaten, Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz de Hz. Abdulkâdir Belhî’nin babası Seyyîd Süleyman Efendi'yi İstanbul'a aynı tarihlerde davet etmiştir. Bunun üzerine bu güzide topluluk, muhtemelen 1864 yılında İstanbul'a gelip yerleşmiştir.[37]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[38]

İstanbul'a vâsıl olduklarında, Abdulkâdir Belhî babasıyla birlikte evini ve adresini bilmedikleri Seyyîd Bekir Reşad Efendi'yi aramak için yollara düşer. Abdulkâdir Belhî, kalbî muhabbetini rehber edinerek "Ben efendimi bulurum" diyerek Fatih semtine yönelir. Seyyîd Bekir Reşad Efendi’nin konagının önüne geldiklerinde, Abdulkâdir Belhî Efendi'de manevî bir cezbe hâsıl olur ve kapıya dogru yönelir. Kapıya varır varmaz, kapı açılır ve Seyyîd Bekir Reşad Efendi; baba ve oglu, kadim iki dost gibi karşılar ve birbirlerine sarılırlar.[39]

 

Böylece, Seyyîd Bekir Reşad Efendi’nin manevî terbiyesi altına giren Seyyîd Abdulkâdir Belhî, 11 yıl boyunca âleme Hamzavî-Melâmî neşesiyle bakmayi ögrenir.Babasının ve efendisinin vefatından sonra Hamzavî Melâmîleri'nin kutbu olarak Eyüp Nişancısı'ndaki Murat Buhari Dergâhı'nda irşada başlar. Enteresandır, 46 yıl boyunca bu dergâhtan yalnızca bir kere dışarı çıkar. [40]

 

Buna mukabil Hazret-i Seyyîd gerek Mevleviler, gerek Bektaşiler, gerekse Nakşibendîler nezdinde müstesna bir yere sahipti. Hayatı boyunca dergâhı, Mevlevilerin ve Bektaşîlerin ugrak yeri olmuştur. Birçok Mevlevi Dedesi ve Bektaşî Dedesi kendisine baglanmıştır.Tamburi Cemil Bey de Seyyîd Abdulkâdir Belhî hazretlerinin baglılarındadır.[41]

 

Kırk altı yıl meşihatlık makamında kalmış; seksen altı yaşında iken 15 Mart 1923’te vefat etmiştir. Kabri, dergâhın haziresinde medfun bulunan pederlerinin yanındadır. Vasiyetleri üzerine kabirlerine ismi yazılmamıştır.[42]

 

Hazret-i Seyyîd Abdulkâdir Belhî, aynı zamanda son derece üretken (velûd) bir Hamzavî-Melâmî şairidir. Binlerce beyitlik manzum eserleri ve nefesleri vardır.[43]

 

Mustafa Sabri Efendi (1869 -1954)

Tokat‘ta dogdu.Ilk tahsilini memleketinden yaptiktan sonra Kayseri‘ye gidip, Kayseri Medresesi‘nde ilim ögrendi. 1890 senesinde yapilan ruüs (dini ilimlerde bir derece) imtihanini kazanarak, yirmi iki yasinda Fatih Camii‘nde ders vermeye basladi. Eliiden fazla talebeye icâzet verdi.Beşiktaş Asariye Camii imamlığını yaptı. 1900 ve 1904 yılları arasında II. Abdülhamid tarafından huzur derslerine alındı.[44]

 

1908‘de Tokat meb‘usu seçildi. Bu arada Fatih Camii müderrisligi görevini de yürüttü.  [45]Siyasî hayatında ilk önceleri İttihat ve Terakki Partisi'ni desteklemekteydi. Sonra Ahali Partisi'ne (1910) girdi. Daha sonra ise İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne muhalif Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın kuruluşunda yer aldı (1911).[46]

 

Ittihat ve Terâkki Partisine karsi çikip, o zaman yayinlanan Beyân-ül Hâk dergisinde bas yazar olarak yazilar yazdi. Ittihat ve Terâkki Partisine mensub olanlarin kendisini öldürme tesebbüsleri üzerine Romanya‘ya giderek bir müddet orada kaldi. [47]Sonra Romanya'dan Yunanistan'a geçti. Diğer bazı parti yöneticileri ise yeni hükümetçe sürgün edildi. Mustafa Sabri Efendi, 1916 Kasım'ında Bükreş'te tutuklanarak kendi isteği ile Enver Paşa'ya getirildi. Bursa Vilayeti'ne bağlı Bilecik Sancağı'nda hapsedilerek tamamlamasını hükümete kabul ettirdi. Hoca 1918’deki affa kadar orada kaldı.[48]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[49]

Istanbul‘a dönüp Süleymaniye Medresesi‘nde hâdis-i serif müderrisligi yapti. 4 Mart 1919 tarihinde Seyh-ül‘Islâm oldu.[50]I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu yenilince, 1918 yılında İttihat ve Terakki hükümeti bırakmak zorunda kaldı. Yeni hükümeti kurma görevi Hürriyet ve İtilaf partisi'ne; Damat Ferit Paşa'ya verildi. Partisi tekrar hükümete gelince kaçak olarak bulunduğu Mısır'dan İstanbul'a döndü. 15 Şubat 1919'da daha sonra Teâli-i İslâm Cemiyeti adını alacak olan Cemiyet-i Müderrisin derneğinin kuruluşunda bulundu. Aynı yıl 4 Mart'ta şeyhülislam ilan edildi. [51]

 

20 Mayıs 1919'da İngiliz himayesini ve mandacılığını savunan, İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin kurulmasına öncülük etti. Atatürk Nutuk'da derneğin iki amacının olduğunu belirtmişti. Birincisi işgal günlerinde İngilizler'le iyi geçinmek ve onların sempatisini kazanarak Sevr Antlaşması'na dayandırılarak başlatılan yabancı işgalinden en az zararla çıkmak. [52]

 

Kurucusu olduğu İslam Teali Cemiyeti (Cemiyet-i Müderrisîn) tarafından 25 Eylül 1919 tarihinde Kuva-yi Milliye'ciler aleyhinde çok şiddetli ifadeler içeren bir bildiri yayınlandı. Bu bildiride Kuva-yi Milliye'cilere 'kudurmuş haydutlar' şeklinde hitap edilmiştir. 11 Nisan 1920 tarihinde Milli Mücadele başlatmak için kongreler düzenleyen içlerinde Mustafa Kemal Paşa'nın da bulunduğu 'Milliyetçi' ileri gelenler hakkında ölüm fetvasını kaleme aldı.[53]

 

1922'de Türk ordusunun, Anadolu'yu kurtarmasından sonra Mustafa Sabri Efendi ailesini alarak Mısır'a gitti. Yüzellilikler listesinde yer aldı ve vatandaşlıktan çıkarıldı. Gittiği Mısır El-Ehzer üniversitesinde din dersleri verdi. 1954 yılında Mısır'da öldü.[54]

 

Zahid’ül Kevser (1878-1951)

1878 yılında Düzce’de doğdu. Kafkas muhaciri bir aileye mensuptur. Babası Hacı Hasan Hilmi Efendi alim ve fazıl bir kişidir. Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi Hazretlerinin hulefasındandır.İlk tahsilini Düzce’de babasından yaptıktan sonra İstanbul’da pek çok alimin derslerine devam etmesinin yanı sıra Gümüşhanevi Tekkesinin o dönemdeki postnişini olan Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi’ye intisap eder.[55]

 

26 yaşında iken Hocasından İslami ilimleri bitirerek icazet alır. 28 yaşında ruus imtihanına girerek alim unvanını alır ve Fatih Medreselerine dersiam olur. Bir yandan talebe okutmaktayken diğer yandan medreselerin ıslahı için kurulan bir komisyona seçilir. Bu komisyonda Zahidül Kevseri İttihadçı’ların tepkisini çeker. Çünkü İttihadçı’lar medreselerin ıslahını değil imhasını istemektedirler. Medrese eğitimi için gerekli olan süre düşürülmekle kalmıyor, araya modern bilimlere ait dersler de konulmaya çalışılmaktadır. Zahid Efendi merhum bunun sakıncalarını ispat edince İttihad ve Terakki’nin kara listesine girer.[56]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[57]

Bu esnada Darü’l Fünun’da Fıkıh hocalığı için yapılan imtihanı birinci olarak kazanır. Ancak İttihadçı’ların devreye girmesi ile beraber hakkı gasbedilir ve Hocaefendi bu göreve getirilmez. Darü’l Fünun bugün İstanbul Üniversitesine dönüşmüştür. Bir süre sonra da Süleymaniye Medreselerine dersiam olarak atanır. Hemen akabinde ise Şeyhülislam’ın ders vekili olur. Bir süre sonra hükümetle anlaşamaması nedeniyle bu görevinden azledilir.[58]

 

1922 senesinde tutuklanması veya suikaste kurban gitmesi söz konusu olmuş, bir ahbabı kendisine kurulan tertibi bildirince ailesine bile haber vermeden doğruca İskenderiye’ye giden bir gemiye binmiş ve memleketini terk etmiştir. Hicret bugün bile tartışılan konular da Zahid Efendi merhumun devasa eserler vermesini sağlamıştır.[59]

 

Mısır yılları ilim açısından velut olmasına rağmen maddi sıkıntılar ile geçmiştir. Ailesini hicretinden sekiz sene sonra Mısır’a getirebilmiş, maddi imkansızlıklar yakasını bırakmamıştır. Mısır’da reformist akımlara cevap mahiyetinde eserler kaleme almıştır. Bu çok tepki çekmiş, Mısır’dan sınır dışı edilmesi için sayısız defalar girişimde bulunulmuştur. 11 Ağustos 1952’de ebedi aleme irtihal etmiştir.[60]

 

İmam Zahidül Kevseri Türkiye’deyken 23, Mısır’da iken 31 adet eser kaleme almıştır. 40 tane esere tahkik ve talik yazarak neşrettirmiş, 3 tane eseri de Türkçe’den Arapça’ya tercüme etmiştir. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi: “Dostum Zahid Efendinin sahili olmayan iki deryada hadis ve fıkıh ilminde emsalsiz olduğunu itiraf ediyorum.” [61]

 

Zahidül Kevseri bir yandan da alim yetiştirmiştir : Abdulfettah Ebu Gudde, Muhammed Avvame, Ahmet Hayri, Emin Saraç, Ali Ulvi Kurucu, Ali Yakup Cenkçiler gibi mümtaz şahsiyetler rahle-i tedrisinden geçmiştir. Talebelerinden Suriyeli Abdulfettah Ebu Gudde asrımızın muhaddisi olarak telakki edilmektedir. Muhammed Yusuf el-Bennûrî, Yusuf ed-Dicvî, Selâme el-Azzâmî, Abdülvehhâb Abdüllatîf, Abdurrahman Halîfe, Ahmed Hayrî, Abdülfettâh Ebû Gudde, Emin Saraç gibi pek çok alim İmam Zahidül Kevseri’nin asrın müceddidi olduğunda müttefiktirler. [62]

 

Ahmed Amiş Efendi (1807-1920)

Fâtih Sultan Mehmed Han türbedârlarından ve Şa'bâniyye tarîkatının son devir şeyhlerinden. 1807’de Tuna vilâyetine bağlı Tırnova'da doğdu. Tırnova'da ilk tahsîlini gören Ahmed Amiş Efendi medrese tahsîlini de orada tamamladı. On dört yaşında tasavvufa alâka duydu. Bir şeyhe bağlanmak arzusuyla Sâdık Efendi adlı bir zâta başvurdu. Sâdık Efendi onun bu konudaki yüksek arzusunu anlamasına rağmen, tasavvuf yoluna girme zamânının gelmediğini belirtti. Bu hususta; "Yavrum! Sen şimdi git. Sonra seni soyu temiz birisi gelip bulacak ve irşad (rehberlik) edecektir." dedi. Bu söz üzerine ilim öğrenmeye devâm eden Ahmed Amiş Efendi yirmi yaşına geldiği zaman Şa'bâniyye yolundan Kuşadalı İbrâhim Efendinin Tırnova'ya nâib olarak gönderdiği Ömer Halvetî'ye intisâb edip, talebe oldu. Senelerce Ömer Halvetî'nin ilim meclislerinde ve sohbetinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. 1846 senesinde irşâda mezun oldu. [63]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[64]

1853 Osmanlı-Rus yâni Kırım harbine tabur imâmı olarak katıldı ve harpte üstün hizmetler gördü. Harpten sonra memleketine döndü. Üsküp'te Seyyid Muhammed Nûr-ül-Arabî ile görüştü. Muhammed Nûr-ül-Arabî'den icâzet aldı. 1877 senesinde Tuna vilâyetinin Osmanlılar elinden çıkması üzerine tekrar İstanbul'a geldi. Niğdeli Bekir Efendi’den Fâtih türbedarlığını devraldı ve "Fâtih Türbedârı" ünvanıyla anıldı. Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn Efendiden Nakşibendiyye yolundan icâzetli olan Ahmed Amiş Efendi tasavvufta mücâhede yolunu değil de sohbet ve telkin yolunu tercih etti. Kendisine tâbi olanlardan İslâmiyetin emirlerine uyup yasaklarından kaçındıktan sonra sadece sohbet ve muhabbet yolunu seçmelerini istedi.[65]

 

Ahmed Amiş Efendi bu hususda diyor ki: "Mücâhedâtın, tasavvufî perhizlerin bir kısmını Kuşadalı kaldırmıştı. Geri kalanını da ben kaldırdım." Kendine tâbi olanlara sık sık şu tavsiyelerde bulunur; "İstiğfar edin, salevât okuyun, Kur'ân-ı kerîm okuyun, her şeyi Kur'ân'da bulursunuz." derdi. Bu sözleri doğrultusundaki yaşayışı sebebiyle, mensûb olduğu tarîkatın pîri Kuşadalı İbrâhim Efendi gibi tekkeye ve merâsime îtibâr etmemiştir. Kırk seneyi aşan irşâd faâliyeti sırasında tâliplere Halvetî ve seyrek olarak da Nakşibendî icâzetnâmesi vermiştir.[66]

 

Ömrünün sonuna kadar mensûb olduğu Şa'bâniyye yolunun şeyhliğini ve Fâtih Sultan Mehmed Hanın türbedârlığını yürüten Ahmed Amiş Efendinin müridleri ve yakınları arasında, Bursalı Mehmed Tâhir Efendi, Müderris Babanzâde Ahmed Naîm Bey, Ahmed Avni Konuk, Hüseyin Avni Konukman, İsmâil Fenni Ertuğrul, Abdülazîz Mecdî (Tolun) Efendi gibi kimseler yer aldı. Yaklaşık 113 yaşında iken dâmâdı Ahmed Naîm Beyin İstanbul Şehzâdebaşı'ndaki evinde 1920 ‘de vefât etti. Senelerce türbedârlığını yaptığı Fâtih Sultan Mehmed Hanın türbesi yanındaki kabristana defnedildi. [67]

 

Muhammed Es'ad Erbili (1848-1931)

Son devir, Kelâmî Dergâhı postnişînlerinden. 1848 senesinde Mûsul'un Erbil kasabasında doğdu. Erbil'deki Hâlidiyye Dergâhı postnişîni olan babası Muhammed Saîd Efendinin terbiyesinde yetişti. Erbil ve Deyr'deki çeşitli âlimlerden ilim öğrendi. 1870 senesinde yirmi üç yaşındayken zâhirî ilimlerden icâzet, diploma aldı. Tasavvufa karşı alâka duydu. Tâhâ-i Harîrî'ye intisâb edip, beş yıl müddetle hizmet ve meclislerinde bulundu ve hilâfet aldı. 1875 senesinde İstanbul'a geldi. Fâtih Câmiinde Hâfız Dîvânı ile Molla Câmî'nin Lüccetü'l-Esrâr adlı eserlerini okuttu. Gerek verdiği dersler, gerekse etrafına toplanan kimselere verdiği vâzlarla tanındı. Meclis-i Meşâyıh âzâlığına (tekke ve dergâhların idâresiyle vazîfeli meclis üyeliğine) tâyin olundu.[68]

 

Kendisine bir dergâh postnişinliği verilmesi için Şeyhülislâmlık makâmına mürâcaat etti. Fındıkzâde Mâcuncu civârındaki boş bulunan Kelâmî Dergâhı postnişinliğine tâyin edildi. Fakat kendisi Kâdiriyye yolundan icâzetli olmadığı için Kâdiriyye yolu mensuplarından Abdülhamîd er-Rifkânî'den Kâdiriyye yolu icâzeti aldı. Böylece adı geçen dergâhın postnişinlik vazîfesine getirildi.[69]

 

Çeşitli konularla ilgili hadîs-i şerîflerden derlediği Kenzü'l-İrfân adlı eserini neşretti. Bu eserin zararlı olduğuna dâir verilen bilgi üzerine Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından 1900 senesinde memleketi olan Erbil'de ikâmete mecbur edildi. 1908 senesinde İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra tekrar İstanbul'a geldi. Kelâmî Dergâhı postnişînliğine getirildi. [70]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[71]

1914 senesinde Meclis-i meşâyıh âzâsı, daha sonra da Meclis-i meşâyıh reisi oldu. Meclis-i meşâyıh reisliği zamânında tekkelerin ıslâh edilmesi için bâzı çalışmalar yaptı. 1915 senesinde Meclis-i meşâyıh reisliğinden istifâ etti. Kurtuluş Savaşından sonra tekkeler ve zâviyeler kapatılınca hiç sokağa çıkmamaya karar vererek Erenköy'deki köşkünde münzevî bir hayat yaşadı.[72]

İzmir Menemen'de meydana gelen hâdiselerle ilgisi olduğu iddiâ edilerek evinden alınıp Menemen'e gönderildi. Bir müddet hücre hapsinde tutuldu. Daha sonra rahatsızlığı sebebiyle askerî hastaneye kaldırıldı. Fakat hastalığı gittikçe fazlalaştı. 1931 senesinde İzmir'in Menemen kazâsında vefât etti. Kabri Menemen'dedir.[73]

 

Anadili Türkçe idi. Böyle olmakla birlikte Arapça, Farsça ve Kürtçeyi de ana dili gibi bilirdi. Şâirliği de olan Muhammed Es'ad Efendi tasavvufî halk edebiyâtından ziyâde Dîvân edebiyâtını benimsemiş ve Arûz veznini ustalıkla kullanmıştır.[74]

 

Eserleri: 1) Kenzü'l-İrfân: Muhtelif mevzularda derlenmiş binbir hadîs-i şerîfin tercüme ve izahlarından ibârettir. 2) Mektûbât 3) Risâle-i Es'adiyye 4) Dîvân: Türkçe ve Farsça şiirlerinin toplandığı eserdir.5) Tevhid Risâlesi Tercümesi: Muhyiddîn ibniArabî'nin risâlesininTürkçe tercümesidir.[75]

 

Filibeli Ahmet Hilmi (Şehbenderzade) (1865 - 1914)

Materyalizme karşı spiritüalizmi savunarak gelenekteki kelami düşünceden felsefeye geçişi temsil eden II. Meşrutiyet dönemi Osmanlı felsefecisi Filibeli Ahmet Hilmi, 1865’de Filibe’de doğdu. İlköğrenimini Filibe'de yaptıktan sonra, bir süre Filibe Müftüsü'nden Arapça ve temel İslâm bilimleri eğitimi aldı. Daha sonra İstanbul'a gelerek Galatasaray Mektebi'ni bitirdi. 1890 yılında Düyûn-ı Umûmiyye İdaresi'nde çalışmaya başladı. Bu idare tarafından memur olarak Beyrut'a gönderildi ancak siyasi nedenlerden Mısır'a geçti. Burada Terakki-i Osmani Cemiyeti'ne girmiş; bir de “Çaylak” adlı bir mizah gazetesi çıkarmıştır. 1901'de İstanbul'a dönse de bir jurnal üzerine Fizan'a sürüldü. Orada da araştırmalarını sürdürmüş, tasavvufla ilgilenmiştir.[76]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a dönerek Darülfünun'da felsefe dersleri verdi. Aynı zamanda 1908'de “İttihâd-ı İslâm” adlı haftalık bir gazete çıkarmaya başladı ve buna 1910'da haftalık “Hikmet” gazetesi dergisini çıkarmayı da ekledi. Bir yıl sonra günlük olarak yayımlamaya başladığı Hikmet gazetesi İttihat ve Terakki hükümetini eleştiren yazıları üzerine defalarca kapatılsa da Mübahese, Coşkun Kalender, Münakaşa, Kanat ve Nimet adlarında kısa süreli gazete / dergiler çıkararak yayıncılığa devam etti. Ayrıca İkdam ve Yeni Tasvir-i Efkâr gazetelerinde, Sırât-ı Müstakim ve Şehbâl dergilerinde yazılar yayımladı.[77]

 

Ahmet Hilmi; Baha Tevfik, Abdullah Cevdet ve Celâl Nuri'nin hemen hiçbir eleştirel süzgeçten geçirmeden Batı'dan Osmanlı toplumuna aktardıkları materyalist görüşlere ancak Batı'da yeni ortaya çıkan bilimsel bilgilere dayanan bir felsefe ile çürütülebileceğini ileri sürer. Bu bakımdan Ahmet Hilmi'de gelenekteki felsefeye karşı tutumun değişerek, felsefi düşüncenin kültürel değerlere uygun hale getirilmesiyle haklılaştırılması gibi oldukça önemli bir gelişme görülür.[78]

 

Ahmet Hilmi'nin felsefeye karşı tutumu, bir yandan geleneksel felsefe karşıtı düşünceden ayrılırken, öte yandan bu tutum Tanrı'nın varlığı, ruhun maddeden ayrılığı gibi materyalist felsefenin karşı çıktığı İslam'ın temel inançlarının savunulmasında haklılaştırma aracı olarak kullanıldığı için gelenekteki "ilim" ve "hikmet" anlayışına dönülmüş olmaktadır.[79]

 

Gerçekten de onun amacı doğrudan doğruya felsefe yapmak değildir. O tipik bir İslamcı düşünür olarak, II. Meşrutiyet'te Baha Tevfik ve Celal Nuri gibi materyalistlerin İslam'ın temel inançlarıyla çatıştığını ileri sürdüğü görüşlerinin toplumda yaratacağı manevi çöküntüye karşı, onları Batı'daki bilimsel gelişmelere ve yeni felsefi yaklaşımlara dayanarak çürütüp bu tehlikeyi savuşturmak amacındadır. Bu amacını “Allah'ı İnkar Mümkün mü?” adlı eserinin önsözünde açıkça belirtir.[80]

 

Ahmet Hilmi, batılılaşma süreciyle birlikte Osmanlı aydınında gittikçe daha baskın olarak ortaya çıkan bilimin kesinliğine ve değerine olan metafizik ve hatta bir tür dinsel inanma ve kabullenme olgusundan oldukça farklı yeni bir bilim anlayışını Türk düşüncesine ilk kez getirenlerden biri olmasıyla Türkiye'de “bilim felsefesinin öncüsü” durumundadır.[81]

 

Ahmet Hilmi, materyalizmin ruhu beynin fonksiyonları olarak ele alan görüşünü reddeder. Ona göre bedenden bağımsız ve mahiyetçe ondan ayrı bir ruh vardır, ayrıca ruhun bedenin ölümünden sonra dağılmayarak hayatına devam etmesi fikri akla aykırı ve çelişik değildir. Yine ona göre ebedilik, ezelilik, sonsuz alemler ve Tanrı hakkında, deneyin alanına girmedikleri için, bilimle değil, ancak metafizik yaparak hükümler verilebilir. Bu gibi deney dışı fikirlerin değeri, akıl kuralları ve ortak duyu ile ölçülebilir.[82]

 

Özellikle bilimsel, teknolojik ve ekonomik alanlarda İslâm dünyasının Batı'ya karşı gerilemesiyle XIX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren İslam'ın temel görüşlerini yeni bir sosyal-politik pratiğin oluşturulmasında referans kaynağı olarak yeniden yorumlayan İslâmcı aydınlardan biri olan Ahmet Hilmi, geleneği sorgulayan modernist bir düşünürdür. Bu açıdan İslâm medeniyetindeki kültür ve düşünce hareketleri ile sorunlarını ele aldığı Tarih-i İslâm (İslam Tarihi) adlı eseri dikkat çekicidir.[83]

 

İsmail Hakkı İzmirli (1869-1946)

İsmail Hakkı İzmirli, İzmir’de İkiçeşmelik mahallesinde doğmuştur. Eğitimine amcasının yanında başladıve kendisinden hafızlık eğitimi aldı. Medrese eğitimi gördüğü gibi, bugünkü ortaokullara denk düşen Rüştiyeye de giderek burayı bitirdi. [84]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İsmail Hakkı, çok kısa bir süre sonra İzmir idadisinde (lise) fahri hoca olarak görev yaptı. İstanbul’a giderek eğitimini sürdürdü ve öğretmen yetiştirmek amacıyla kurulmuşolan Darü’l-Muallimin-i Aliye’ye girdi. Bu arada medrese eğitimini de devam ettirdi, icazet alıp, mezun oldu. [85]

 

İstanbul’un muhtelif okullarında çalıştı. Bu okullarda; muallim, müderris olarak görev yaptığıgibi bazılarında müdürlük de yaptı. Eğitim Bakanlığı, yani o zamanki adıyla Maarif Nazırlığının bünyesinde olan Encümen-i Teftiş ve Muayene Heyetinde bulundu.[86]

 

İsmail Hakkı, öğretmen okulunda hocalık yaptığısırada, verdiği dersler ve yazdığı eserleriyle dikkatleri üzerine çekti. 1914 yılında kurulan ve medreselerin ıslahınıamaçlayan Darü’l-Hilafeti’l-Aliyemüfettişliğine getirildi. Bir yıl sonra da Süleymaniye Medresesinin Kelam kürsüsünde İslâm felsefe tarihi müderrisliğine tayin edildi. 1923 yılına kadar burada hocalık vazifesini sürdürdü. İzmirli’nin getirildiği önemli görevlerden bir tanesi de Darü’l-Hikmet-i İslâmiye üyeliği ve başkan vekilliğidir.[87]

 

Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile medreseler kapatıldı. Bunların yerine Darülfünunların yeniden yapılandırılmasına gidilince Ankara’dan İstanbul’a geçti. İstanbul’da İlahiyat ve Edebiyat Fakültelerindehocalık yaptı, 1931 yılında İlahiyat Fakültesi reisliğine atandı. Türk Tarih Kurumu yedek üyeliği ve Paris’teki Milletlerarası İlimler Akademisi Türk grubu üyeliğinde bulundu. [88]

 

İsmail Hakkı İzmirli, ilim ile dini bir bütün kabul eder. Onlar arasında bir çelişki ve çatışma görmez. Doğru bilginin kesinlikle dini verilere ters olmadığınısöyler. O, tüm çalışmalarında bu konuyu ön planda tutmuş, ilim ile dinin bütünlüğü görüşünü savunmuştur. Ona göre, İslâm akla büyük değer verir. Kur’an akıl sahiplerine hitap eder ve insanlarıakletmeye çağırır.Açıklamalarında aklî ve naklî delilleri birlikte kullanır. Ona göre, aklın önceliği doğrudan dini verilere, Kur’an ayetleri ve sahih hadislerin otoritesine dayanır. [89]

 

İzmirli, gerek doğu felsefesi gerekse Batı felsefesi hakkında bilgi sahibi idi. Rumca, Arapça, Fransızca, Rusça gibi dilleri bilmesi onun hem Yunan felsefesini ve İslâm felsefesini hem de Batı felsefesinin kaynaklarından tetkik etmesine imkân sağladı. Eserlerinde birçok Antik Yunan filozofu,  İslâm filozofu ve Batılı filozoflar hakkında bilgiler vermiştir.[90]

 

Haftalık olarak yayınlanan “Meram” adlıdergiyi de yayınlayan İzmirli’nin, Sırat-ıMüstakimve Sebilürreşad’da birçok makalesi yayımlandı. Kur’an İlimleri, hadis, kelam, fıkıh, felsefe ve mantık alanlarında birçok eser kaleme aldı. Bunlardan bazıları; Yeni İlm-i Kelam; Miyaru'l-Ulum; Mantıki Tatbiki ve Fenn-i Esalib;Kitabu'l-İfta ve'l-Kaza;  İlm-i Mantık; Hikmet-i Teşri;Usul-i Fıkıh Dersleri;  Arab Felsefesi;Fenni Menahic;  Muhtasar Felsefe-i Ula;  Mizanu'l-İtidal;  Felsefe Dersleri;Muhassalu'l-Kelam ve'lHikme; Ihvan-ıSafa Felsefesi; Mulahhas İlm-i Tevhid; Felsefe-i İslâmiyye Tarihi; Müslüman Türk Filozofları; Arab Filozofu el-Kindi; Ebu Bekir Razi ve Felsefesi’dir.[91]

 

Babanzade Ahmed Naim (1872-1934)

Bağdat’ta doğdu. Babanzâdeler'den Mustafa Zihni Paşa'nın oğludur. Bağdat Rüşdiyesi’ni bitirdi. Daha sonra İstanbul’a gelerek Galatasaray Sultanîsi ve Mülkiye Mektebi'nde okudu. Bir ara Hariciye Nezâreti Tercüme Kalemi'nde çalıştıktan sonra Maarif Nezâreti Yüksek Tedrisat Müdürlüğüne getirildi (1911–1912). Galatasaray Sultanîsi'nde Arapça okuttu (1912–1914) ve Maarif Nezâreti Telif ve Tercüme Odası üyeliğinde bulundu (1914–1915).[92]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bunların yanında medresede dinî ilimleri tahsil etti. Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı)’nde Tercüme Kalemi’nde çalıştı. Galatasaray’da öğretmenlik yaptı. 1908’de Maarif Nezareti’ne geçti. 1911–1912 yıllarıarasında Tedrisât Müdürlüğü yaptı. [93]

 

Ahmet Naim kültürü geniş, felsefî birikime sahip ve yaşadığı dönemin sorunlarıyla içli dışlıbir aydındı. Arapça, Farsça ve Fransızca'yı çok iyi bilirdi. Edebiyat ve mûsiki dostu, Garp ilminin âşığı, fakat maddeciliğin amansız düşmanı bir felsefe âlimi idi.[94]

 

Ahmet Naim 1914 ‘de Maarif Nezareti Tercüme Dairesi azalığına getirildi. Bu daire bünyesinde kurulan Istılahat-ı  İlmiye Encümeni’nin çalışmalarına katıldı. Bu Encümenin hazırlayarak yayınladığı Felsefe Istılahları ve Sanat Istılahları adlı kitapların hazırlanmasında büyük emeği geçti. 1914–1933 yıllarıarasında Darülfunun’un felsefe, psikoloji, mantık, metafizik, ahlak derslerinin müderrisliğini yapmıştır.[95]

 

Ahmet Naim, hem İslâm felsefesini, hem de Batı felsefesini bilen, her iki düşünce dünyasının temel dinamiklerini ve köklü problemlerini iyi kavramışolan nadir düşünürlerimizdendir. O çeşitli çalışmalarıyla döneminin felsefe ve sanatına katkıda bulunmuştur. Bu alanda Cumhuriyet nesline rehberlik yapmıştır. [96]

 

Türk dilinin istiklâlinin korunmasına dair yazılar yazdı; ilmî terimlere dokunulmadan Türkçe'nin arındırılmasını ve üslûbun sadeleştirilmesini savundu. Kendisine "Arapçacı" denmesine rağmen yazılarında Türkçe'yi ustalıkla kullandı.[97]

 

Ahmet Naim’in en dikkat çeken ve üzerinde tartışılan eseri “İslâm’da Daava-yı Kavmiyye”dir. O burada bir taraftan İslâm kardeşliğini zedeleyecek ırkçıbir çıkışı tenkit ederken bir taraftan da Türkçülüğün Esasları üzerine eleştiriler getirmiştir. Bu makale ve buna Ahmet Ağaoğlu’nun Türk Yurdu’nda verdiği cevap bu dönem fikri tartışmalara ve yeni fikirlere yol açmaya istisna güzellikte örneklerdir. [98]

 

1933 Üniversite Reformu’yla kurulan İstanbul Üniversitesi bünyesine alınmadı. 13 Ağustos 1934’te vefat etti, Edirnekapı mezarlığına defnedildi. [99]

 

1.Ahlâk-ı İslâmiyye Esasları 2.  Mebâdi-i Felsefeden İlmu’n-Nefs(G. Fonsgrive’den tercüme) 3. İslâm’da Daavâ-yı Kavmiyyet 4. Sahih-i Buhari MuhtasarıTecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi. TBMM kararıile hadis tercüme ve şerhi yapılması için Ahmet Naim’e görev olarak verildi. 12 cild olarak Diyanet İşleri Başkanlığıtarafından yayımlandı; 5 Felsefe Dersleri; 6 İlm-i Mantık; 7.Kırk Hadis; 8 Temrinât. Sarf-ı Arabî’ye Mahsus Temrinât ve Mekteb-i Sultanîye Mahsus Sarf-ıArabî ve Temrinât; Ayrıca Sırât-ı Müstakim ve Sebîlürreşâd''da birçok makalesi yayımlanmıştır. [100]

 

 

 

Dipnotlar

[1]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ZIYAEDDIN_GUMUSHANEVI_HAYATI-412-Evliyalar.aspx

[2]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ZIYAEDDIN_GUMUSHANEVI_HAYATI-412-Evliyalar.aspx

[3]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ZIYAEDDIN_GUMUSHANEVI_HAYATI-412-Evliyalar.aspx

[4]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ZIYAEDDIN_GUMUSHANEVI_HAYATI-412-Evliyalar.aspx

[5]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ZIYAEDDIN_GUMUSHANEVI_HAYATI-412-Evliyalar.aspx

[6]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ZIYAEDDIN_GUMUSHANEVI_HAYATI-412-Evliyalar.aspx

[7]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ZIYAEDDIN_GUMUSHANEVI_HAYATI-412-Evliyalar.aspx

[8]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ZIYAEDDIN_GUMUSHANEVI_HAYATI-412-Evliyalar.aspx

[9]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ZIYAEDDIN_GUMUSHANEVI_HAYATI-412-Evliyalar.aspx

[10]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ZIYAEDDIN_GUMUSHANEVI_HAYATI-412-Evliyalar.aspx

[11]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ZIYAEDDIN_GUMUSHANEVI_HAYATI-412-Evliyalar.aspx

[12]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ZIYAEDDIN_GUMUSHANEVI_HAYATI-412-Evliyalar.aspx

[13] Sahabeden Günümüze Allah Dostları, 9. Cilt, Şule

[14] Sahabeden Günümüze Allah Dostları, 9. Cilt, Şule

[15]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/HASAN_HILMI_EFENDI_HAYATI-313-Evliyalar.aspx

[16]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/HASAN_HILMI_EFENDI_HAYATI-313-Evliyalar.aspx

[17]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/HASAN_HILMI_EFENDI_HAYATI-313-Evliyalar.aspx

[18]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/HASAN_HILMI_EFENDI_HAYATI-313-Evliyalar.aspx

[19]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/OMER_ZIYAEDDIN_DAGISTANI_HAYATI-368-vliyalar.aspx

[20]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/OMER_ZIYAEDDIN_DAGISTANI_HAYATI-368-vliyalar.aspx

[21]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/OMER_ZIYAEDDIN_DAGISTANI_HAYATI-368-vliyalar.aspx

[22] Sahabeden Günümüze Allah Dostları, 9. Cilt, Şule

[23]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/OMER_ZIYAEDDIN_DAGISTANI_HAYATI-368-Evliyalar.aspx

[24]http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%96mer_Ziya%C3%BCddin_ed-Da%C4%9F%C4%B1stan%C3%AE

[25]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/OMER_ZIYAEDDIN_DAGISTANI_HAYATI-368-Evliyalar.aspx

[26]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/OMER_ZIYAEDDIN_DAGISTANI_HAYATI-368-Evliyalar.aspx

[27]http://tr.wikipedia.org/wiki/Cemaleddin_Efendi

[28]http://tr.wikipedia.org/wiki/Cemaleddin_Efendi

[29]http://www.sazeliyye.org/?pnum=43&pt=%C5%9Eeyh%20Muhammed%20Z%C3%A2fir%20Efendi

[30]http://www.sazeliyye.org/?pnum=43&pt=%C5%9Eeyh%20Muhammed%20Z%C3%A2fir%20Efendi

[31]http://www.sazeliyye.org/?pnum=43&pt=%C5%9Eeyh%20Muhammed%20Z%C3%A2fir%20Efendi

[32]http://www.sazeliyye.org/?pnum=43&pt=%C5%9Eeyh%20Muhammed%20Z%C3%A2fir%20Efendi

[33]http://www.sazeliyye.org/?pnum=43&pt=%C5%9Eeyh%20Muhammed%20Z%C3%A2fir%20Efendi

[34]http://www.sazeliyye.org/?pnum=43&pt=%C5%9Eeyh%20Muhammed%20Z%C3%A2fir%20Efendi

[35]http://www.sazeliyye.org/?pnum=43&pt=%C5%9Eeyh%20Muhammed%20Z%C3%A2fir%20Efendi

[36]http://www.sazeliyye.org/?pnum=43&pt=%C5%9Eeyh%20Muhammed%20Z%C3%A2fir%20Efendi

[37]http://www.insanca.com/anekdot_detay.asp?id=39

[38]http://www.insanca.com/anekdot_detay.asp?id=39

[39]http://www.insanca.com/anekdot_detay.asp?id=39

[40]http://www.insanca.com/anekdot_detay.asp?id=39

[41]http://www.insanca.com/anekdot_detay.asp?id=39

[42]http://abdulkadirbelhi.blogspot.com.tr/

[43]http://www.insanca.com/anekdot_detay.asp?id=39

[44]http://tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa_Sabri_Efendi

[45]http://www.enfal.de/ecdad99.htm

[46]http://tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa_Sabri_Efendi

[47]http://tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa_Sabri_Efendi

[48]http://tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa_Sabri_Efendi

[49]http://gencdergisi.com/2323-mucadele-ve-surgunun-diger-adi--mustafa-sabri-efendi.html

[50]http://tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa_Sabri_Efendi

[51]http://tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa_Sabri_Efendi

[52]http://tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa_Sabri_Efendi

[53]http://tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa_Sabri_Efendi

[54]http://tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa_Sabri_Efendi

[55]http://www.burhandergisi.com/ahmet-haliloglu/304-mam-muhammed-zahid-el-kevseri-ks.html

[56]http://www.burhandergisi.com/ahmet-haliloglu/304-mam-muhammed-zahid-el-kevseri-ks.html

[57]http://www.timeturk.com/tr/2013/03/16/3-ezher-islami-ilimler-seminerleri.html#.Uwpan3Q5nIU

[58]http://www.burhandergisi.com/ahmet-haliloglu/304-mam-muhammed-zahid-el-kevseri-ks.html

[59]http://www.burhandergisi.com/ahmet-haliloglu/304-mam-muhammed-zahid-el-kevseri-ks.html

[60]http://www.burhandergisi.com/ahmet-haliloglu/304-mam-muhammed-zahid-el-kevseri-ks.html

[61]http://www.burhandergisi.com/ahmet-haliloglu/304-mam-muhammed-zahid-el-kevseri-ks.html

[62]http://www.burhandergisi.com/ahmet-haliloglu/304-mam-muhammed-zahid-el-kevseri-ks.html

[63]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/AHMED_AMIS_EFENDI_HAYATI-270-Evliyalar.aspx

[64]http://www.dunyabizim.com/?aType=haberYazdir&ArticleID=7841&tip=haber

[65]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/AHMED_AMIS_EFENDI_HAYATI-270-Evliyalar.aspx

[66]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/AHMED_AMIS_EFENDI_HAYATI-270-Evliyalar.aspx

[67]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/AHMED_AMIS_EFENDI_HAYATI-270-Evliyalar.aspx

[68]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ESAD_EFENDI_HAYATI-417-Evliyalar.aspx

[69]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ESAD_EFENDI_HAYATI-417-Evliyalar.aspx

[70]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ESAD_EFENDI_HAYATI-417-Evliyalar.aspx

[71]http://www.resimsakla.com/r-lider-resimleri-6-esad-erbili-35751.htm

[72]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ESAD_EFENDI_HAYATI-417-Evliyalar.aspx

[73]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ESAD_EFENDI_HAYATI-417-Evliyalar.aspx

[74]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ESAD_EFENDI_HAYATI-417-Evliyalar.aspx

[75]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/ESAD_EFENDI_HAYATI-417-Evliyalar.aspx

[76]http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=2947

[77]http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=2947

[78]http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=2947

[79]http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=2947

[80]http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=2947

[81]http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=2947

[82]http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=2947

[83]http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=2947

[84] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi

[85] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi

[86] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi

[87] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi

[88] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi

[89] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi

[90] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi

[91] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi

92] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi

[93] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi

[94] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi

[95] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi

[96] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi

[97] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi

[98] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi

[99] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi

[100] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi

Klasik Osmanlı Düşüncesinin Temsilcileri 

Osmanlılar

bottom of page