Uzun Hasan’ın şahsında simgeleşen Akkoyunlu tehdidi, yerini Safevi Devleti’nin kurucusu Şah İsmail’e bırakmıştır. Böylece yüzyıllarca süren Osmanlı-Safevi mücadelesi de başlamıştır. Timurluların önceki yüzyılda parlayan yıldızı, XVI. yüzyılda uzak ülkelere kaymış, Hindistan’da Babür Şah’ın temsil ettiği Türk-Hint İmparatorluğu kurulmuştur. Güneydoğu Avrupa’dan başlayarak bu çok geniş kültür coğrafyasında Türkçe, edebî dil olarak yaygın bir kullanım alanı kazanmış ve en parlak dönemini yaşamıştır.[1]
Türk şiiri XVI. yüzyıla gelinceye kadar üç yüz yıllık bir deneme, uygulama ve gelişme süresinden geçmiştir. Osmanlı Devletinin gelişmesi ve güçlenmesiyle şiirdeki gelişme daha da hızlanmıştır. Bu yüzyılda İran şairlerinin etkileri sürmekle birlikte artık Fuzulî, Hayalî, Bakî gibi şiire yön veren ve Türk şairlerince örnek alınacak şiir ustaları yetişmiştir. Bu yüzyıl şiiri, aruzun kullanılışındaki ustalık ve şiir tekniğinde erişilen mükemmellikle en parlak ve olgun devrini yaşamıştır.[2]
XVI. yüzyılda Osmanlı Türkçesi, klasik biçimini almış, Eski Anadolu Türkçesi özelliklerinden ayrılarak birçok Türkçe kelime yerine Arapça ve Farsçadan deyimler, kelimeler ve uzun tamlamalar kullanılmaya başlanmıştır. Buna karşın Türkçe, cümle yapısında kendini hissettirmeye devam etmiş, böylece kelimelerinin bir kısmı yabancı, ama söylenişi Türkçe olan bir şiir dili geliştirilmiştir. XVI. yüzyılda artık büyük şairlerin elinde hatasız ve ustaca kullanılan bir Türk aruzu yaratılmıştır.[3]
Lamiî Çelebi (1472-1534)
Lamiî Çelebi 1472’de Bursa’da doğdu. Asıl adı Mahmut’tur. Varlıklı, eğitimli ve tanınmış bir ailenin çocuğudur. İyi eğitim görmüştür. Çağının geçerli ilimlerini, Arapça ve Farsça’yı çok iyi öğrendiği yazdıklarından bellidir. Eserlerinde tasavvufi bilgi ve kültür önemli bir yer tutar. Erken yaşlarda Bursa’nın manevi ikliminden etkilenerek tasavvuf yoluna meyletmiş, devrinin tanınmış mutasavvıflarından Emir Ahmed Buharî’ye bağlanmıştır. Onun aracılığıyla Nakşibendi tarikatına girmiş ve tasavvuf terbiyesinden geçmiştir. Belki de bu vesileyle kendisi gibi Nakşi olan Abdurrahman Camî ile tanışmış, onun fikirlerinden fazlasıyla etkilenmiştir. Onun pek çok eserini Türkçeye çevirerek “Camî-i Rum” lakabını almıştır.[4]
[5]
Lamiî Çelebi, kırka yakın manzum, mensur; telif ve tercüme eseriyle şiir ve nesir alanında adını duyurmuştur. Kendisinden önce yaşamış ve kendi döneminde Bursa’da yaşayan tanınmış âlimlerden dersler alarak; Ebü’l-Kasım-ı Harirî, Ebü’l-Fazl-ı Hamidî, Hafız, Sadî, Camî, Kemal Paşazade, Ali Şir Nevayî gibi bilgin, şair ve sanatkârların eserlerini okuyarak kendini yetiştirmiştir. Devrin her türlü bilgisine az veya çok sahip olmakla beraber dinî bilimlerde, bilhassa kelam ve felsefede, tıp alanında, tasavvufta ve güzel sanatlarda derin bilgiye sahiptir. Birbirinden farklı türlerde eser yazmayı başarmıştır. [6]
Lamiî Çelebi, şair ve yazar olarak II. Bayezit döneminde adını duyurmaya başlamışsa da asıl şöhretini Yavuz Sultan Selim döneminde kazandı. 1509’da kaleme aldığı Hüsn ü Dil adlı eserini Yavuz Selim’e takdim edince kendisine otuz akçelik yevmiye ve maaş bağlandı. Daha sonra Kanunî Sultan Süleyman ve veziri İbrahim Paşa’yla da ilişki kurdu. Ölümüne kadar (1534) vaktini telif ve tercüme eserler yazarak geçirdi. Lamiî Çelebi, devrinden itibaren “mükemmel ve mürettep divan sahibi” olarak tanınır. Türk edebiyatında mesnevi sahasında seçkin bir yere sahiptir. [7]
Fuzulî(1483-1556)
Kaynakların bir kısmı onu Bağdatlı gösterirken Necef, Hille veya Kerbelalı olduğunu söyleyenler de vardır. Gerek eski gerekse günümüzdeki belgeler, onun Selçuklular zamanında Kerkük ve Bağdat çevresindeki geniş alana yerleşen Türkmenlerin Bayat boyuna mensup olduğu konusunda birleşirler. 1483 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Asıl adı Mehmet ve babasının adı ise Süleyman’dır.[8]
[9]
Fuzulî, üç dilde yazdığı divanları, mesnevileri ve mensur eserleri ile Türkçe’nin sadece bu yüzyılda değil bütün dönemler içinde en büyük şairlerinden biridir. Haklı şöhretine rağmen hayat hikâyesinin ayrıntıları fazla bilinmez. Bunda Fuzulî’nin hayatı boyunca Bağdat ve Kerbela çevresinde yaşaması, İstanbul’a hiç gelememesi, yani biraz gözden ırakta kalması etkili olmuştur. O dönemde şairlerin şöhrete ulaşmalarında sosyal statülerinin ve devlet adamlarıyla kurdukları yakınlıkların payı vardır. Fuzulî bu bakımdan da pek talihli değildir. Ayrıca Fuzulî’nin Şii mezhebine bağlı oluşu ve yaşadığı dönemde Osmanlı-İran savaşlarından ötürü Şiiliğe iyi bakılmaması da göz ardı edilmesine sebep olmuştur.[10]
Hayatı boyunca Bağdat ve çevresine egemen olan farklı devletlerin yönetiminde yaşamıştır. Çocukluk ve ilk gençlik yılları Akkoyunlular dönemine (1470-1508) rastlar. Mevcut bilgilerimize göre ilk kasidesini, 1504 yılında ölen Akkoyunlu Elvend Bey’e sunmuştur. 1508 yılında Bağdat, Şah İsmail’in eline geçince Fuzulî, Beng ü Bade adlı küçük mesnevisini ona takdim etmiştir. 1534 yılında Kanunî, Bağdat’ı fethettiğinde Fuzulî bu fethi tebrik amacıyla padişaha uzun bir kaside sunmuştur. Bu fetih, Osmanlı ordusuyla birlikte Bağdat’a gelen şairler den Hayalî ve Taşlıcalı Yahya Bey’le Fuzulî’nin tanışmasına vesile olmuştur. Leyla ve Mecnun mesnevisinin önsözünde anlattığına göre şair, bu eserini adı geçen iki şairin teşvikiyle kaleme almıştır. [11]
1556 yılında Bağdat ve çevresini kasıp kavuran büyük veba salgını sırasında muhtemelen Kerbela’da vefat etmiştir. Mezarlarının ehl-i beyttürbelerine yakın olmasını arzu eden pek çok Şii gibi Fuzulî de bir beytinde, öldüğü zaman, üzerine Hz. Hüseyin’in gölgesinin düşeceği bir yere gömülmeyi vasiyet etmiştir. Bu isteğine uygun olarak Kerbela’daki Hz. Hüseyin Türbesi'nin yanına gömüldüğü sanılmaktadır.[12]
Fuzulî, üç dilde manzum ve mensur eser vermiştir. Arapça divan tertip ettiği söylense de günümüze sadece on bir Arapça kasidesi ulaşmıştır. Farsça, hacimli bir divanı vardır. Farsça eserleri arasında Heft-cam; Hüsn ü Aşk ve Rind ü Zahid adlı mensur eseri tanınmıştır. Fuzulî, Türkçe eserleriyle üne kavuşmuştur. Özellikle Türkçe gazelleri, Leyla vü Mecnun mesnevisi ve Hadikatü’s-Süeda adlı makteli beğenilmiştir.[13]
Hayalî (1497-1556)
Kanunî devrinde saray çevresinde saygın bir şair olarak ilgi gören Hayalî’nin adı Mehmet’tir. Selanik’in kuzey doğusundaki Vardar Yenicesi’nde doğmuştur. Çocukluk ve gençlik yılları Yenice’de geçmiştir. Kalenderî şeyhi Baba Ali Mest-i Acemî’ye bağlanarak onunla birlikte birkaç defa İstanbul’a gelip gitmiştir. Bu gelişlerinin birinde İstanbul kadısı Sarıgürz Nurettin tarafından fark edilerek İstanbul’a yerleşmesi sağlanmıştır. Daha sonra Defterdar İskender Çelebi tarafından Sadrazam İbrahim Paşa’ya takdim edilmiş, çok geçmeden Kanunî’nin yakın çevresinde yer almıştır. Hayalî’nin saray çevresinden gördüğü ilgi çağdaşları tarafından biraz kıskançlıkla karşılanmıştır. Onu çekemeyenlerin de çabasıyla saray çevresindeki konumunu kaybetmiş, 1556 yılında Edirne’de ölmüştür. Hayalî’nin bilinen tek eseri divanıdır. [14]
[15]
Hayalî gazel şairi olarak dikkat çekmiştir. Gazellerinde tasavvufi aşkı işlemiştir. Külfetsiz söyleyişi, rindliği ve derinliğiyle, Bakî yetişip devrin şiirine hâkim oluncaya kadar Osmanlı şiirinin en büyük şairi sayılmıştır. [16]
Bakî (1526-1600)
Asıl adı Mahmut Abdulbaki’dir. 1526 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Fatih Camii müezzinlerinden Mehmet Efendi idi. İyi bir medrese eğitimi gördü. Bir yandan tahsilini sürdürürken diğer taraftan devrin şiir söyleme modasına uyarak ilk denemelerini de yazmaya başlamıştı. Bu dönemde şehirde bazı devlet adamlarının ve üstat şairlerin etrafında oluşmuş şiir mahfilleri/çevreleri vardı. Zatî’ye uğrayan ilk gazelini Zatî’ye gösterdiğinde o, böylesi ustaca söyleyişin bu kadar genç birine ait olabileceğine inanamamış ve başkalarının şiirlerini alıp kendisine mal etmemesi için ona nasihatlerde bulunmuş. Şiir söylemenin yanında eğitimini de sürdüren Bakî, 1552’de öğretime açılan Süleymaniye Medresesi’nde ders almaya başladı. Bir taraftan bu derslere devam ederken öte taraftan da yapımı sürmekte olan Süleyma niye Külliyesinde bina emini/sorumlusu olarak çalışıyordu. Hocası 1556 yılında Halep kadılığına atanınca o da birlikte gitti ve kadı naipliği /yardımcılığı yaptı. Halep’te dört yıl kadar kaldı. Kadızade, 1560 yılında İstanbul’a döndü. “Lâmiyye” kasidesini Ebussuud Efendi’ye sundu ve onun himayesine girdi. Medrese eğitimini tamamladı. 1564 yılında müderrislik fermanı çıkan Bakî, padişahın himayesiyle medrese basamaklarını hızla tırmandı.[17]
Kanunî, Bakî’deki şairlik yeteneğinin farkındaydı. Nazireler yazması için ona gazellerini gönderiyordu. Bakî de bir yandan sultana nazire ve tahmisler yazarken, bir yandan da kasidelerini takdim ediyor ve karşılığında hediyeler alıyordu. Henüz kırk yaşını doldurmamış olan Bakî, Kanunî’nin isteği üzerine o zamana kadar yazdığı şiirleri bir araya toplayarak divan tertip etti ve padişaha sundu. Kaynaklar padişahın şaire verdiği değeri gösteren şu sözünü nakleder: “Padişahlığımın en büyük mutluluklarından biri saltanat zamanımda Bakî gibi bir şairin yetişmiş olmasıdır.” [18]
Kanunî devrinde el üstünde tutulan Bakî’nin hayatı daha sonraki üç hükümdar, yani II. Selim, III. Murat ve III. Mehmet devirlerinde inişli çıkışlı bir seyir izledi. Anadolu kazaskerliğinden sonra önünde iki hedef kalmıştı: Rumeli Kazaskerliği ve ardından Şeyhülislamlık. Rumeli kazaskerliğine getirildi (Nisan 1592). Ne var ki şairin bu görevi sadece üç ay sürdü ve ardından emekli edildi. İki yıldan fazla bir süre kendi köşesinde küskün bir şekilde bekleyen Bakî için, III. Mehmet’in tahta çıkışı (Aralık 1594) yeni bir ümit kaynağı oldu. Sultan, yaşlı şairin kasidelerini karşılıksız bırakmadı ve onu tekrar Rumeli kazaskerliğine atadı. Ancak şair bu görevde sadece altı/yedi ay kalabildi. 7 Nisan 1600 Cuma günü vefat etti. Cenaze namazı Fatih Camii’nde, o zamana kadar İstanbul’un az gördüğü bir kalabalığın katılımıyla kılındı. [19]
[20]
Yüzyılın son kırk yılında şiir tahtına Bakî oturmuş ve tartışmasız devrin sultanü’ş-şuarası olarak hükmünü sürdürmüştür. Anadolu sahasının en büyük şairi sayılan Bakî, hem kaside, hem de gazelde üstattır. Kasidelerinde canlı tabiat manzaraları görülür; bu şiirlerde muhteşem bir ahenk ve ihtişam vardır. Ama Bakî asıl ününü gazelleriyle yapmıştır.[21]
Nevî (1533-1599)
Adı Yahya’dır. Babası Pîr Ali, Malkara’da Turhan Beyi Camii imamı ve aynı zamanda Gülşenîliğe bağlı bir şeyhtir. İstanbul’a giderek devrin önemli bilginlerinden ünlü Karamanî Ahmed ve Mehmed kardeşlerin öğrencisi olur. Medrese eğitiminin yanı sıra başta babası Pir Ali olmak üzere, Sarhoş Bali ve Şeyh Şaban gibi sufilerin de tasavvuf terbiyesinden geçmiştir. [22]
Medrese eğitimini tamamlayınca Gelibolu ve İstanbul’da müderris olarak uzun süre görev yapan Nevî, III. Murat tarafından şehzade hocası olarak görevlendirilir. III. Mehmet ve III. Murat döneminde olağanüstü ilgi gördüğü kaynaklarda anlatılır. İstanbul’da vefat ettiğinde ardında otuzun üzerinde eser bırakmıştır.[23]
Nevî’nin saray çevresinde gördüğü ilginin arkasında onun şairlik yeteneği kadar, olgun kişiliğinin de etkisinin olduğu söylenir. Şiirlerinde oldukça yalın ama divan şiirinin estetik nizamına uygun bir dil kullanır. Müderris kimliğiyle yazdığı eserler arasında özellikle çeşitli bilim dallarından söz eden ansiklopedi niteliğindeki Netayicü’l-Fünün’u ilgi görmüş, çok okunmuştur. Şair olarak Nevî’nin Türk edebiyatına kazandırdığı en önemli eseri ise hiç şüphesiz mürettep divanıdır. [24]
Halk Edebiyatı
Karacoğlan (16.yy.), yalın, temiz şiir diliyle edebiyatımıza yepyeni bir anlayış getirmiş, türkülere ve tüm şair kuşaklarına esin kaynağı olmuştur. [25]
Pir Sultan Abdal ise (16.yy.) döneminin siyasal ayaklanmalarını desteklemiş ve buna Alevi-Bektaşi geleneğindeki şiirleriyle katılmış ama eski dostu Sivas Valisi Hızır Paşa tarafından idam ettirilmesiyle siyasi edebiyatımızda sembol bir isim olmuştur. [26]
Köroğlu (16.yy.) gibi. Âşık geleneği günümüzde yerel ve evrensel siyaset, çevre sorunlarını işleyen temalarla geleneğini sürdürmektedir. [27]
Dipnotlar
[1] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[2] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[3] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[4] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[5]http://insanvehayat.com/mizah-sanati-olarak-letaifnameler/
[6] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[7] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[8] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[9]http://www.docstoc.com/docs/113956555/FUZULI-(-Kerbela
[10] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[11] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[12] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[13] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[14] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[15]http://tr.wikipedia.org/wiki/Hay%C3%A2l%C3%AE_(%C5%9Fair)
[16] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[17] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[18] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[19] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[20]http://tr.wikipedia.org/wiki/B%C3%A2ki_(%C5%9Fair)
[21] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[22] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[23] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[24] XVI. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[25] Kültür Tarihi, Anadolu Üniversitesi
[26] Kültür Tarihi, Anadolu Üniversitesi
[27] Kültür Tarihi, Anadolu Üniversitesi
16.yy Türk Edebiyatı