top of page

XVII. yüzyılda Türk edebiyatı, dönemin sosyoekonomik durumundaki olumsuzlukların aksine parlak bir dönem yaşamıştır. Osmanlı yöneticileri geleneğe uyarak kültür ve sanatı himaye etmekle kalmamış, kendileri de şiir başta olmak üzere çeşitli sanat dallarında faaliyette bulunmuşlardır. Bahtî mahlasıyla daha çok dinî nitelikli şiirler söyleyen I. Ahmet, atlara olan özel ilgisinden dolayı “usta binici” anlamındaki Farisî mahlasını kullanan Genç Osman, Muradî mahlaslı IV. Murat, Vefayî mahlaslı IV. Mehmet hem padişah hem de şair olarak sanat hayatında yer almışlardır.[1]

 

XVII. yüzyılda sultan şairlerin yanı sıra şeyhülislam şairler de dikkat çekmektedir. Yüzyılın önemli şairlerinden biri olan Şeyhülislam Yahya, gerek edebiyat tarihi gerekse dönemin düşünce ve zihniyet tarihi bakımından orijinal düşüncelere sahip bir sanatçıdır. XVII. yüzyılın şeyhülislam şairlerinden biri de Şeyhülislam Bahayî’dir. Bahayî’nin şiirleri ancak bir divânçe oluşturabilecek sayıda olmakla beraber, döneminin sanat anlayışı ve şiir tarzı bakımından dikkate değer niteliktedir. [2]

 

Bu yüzyılın şairlerine ait olup günümüze ulaşan yüz elli civarındaki divan, yüzyılın şiir bakımından oldukça zengin bir durumda olduğunu göstermektedir. Bu dönemde başlıca dört önemli üslup ve bunların temsilcilerinden bahsedilebilir:[3]

  1. Bakî Tarzını Devam Ettiren Gelenekçiler

  2. Yeni Üslup Arayışındaki Şairler

  3. Hikemî ve Mahallî Tarzın Temsilcileri

  4. Tasavvufi Şiir Mensupları

 

Ancak bu üsluplar kesin hatlarla birbirinden ayrılmış değildir. XVII. yüzyıl şairlerinden bir kısmının eserlerinde bu ifade biçimlerini bir arada görmek de mümkündür. [4]

 

Bakî Tarzını Devam Ettiren Gelenekçiler

XVI. yüzyıl Türk edebiyatı, genel bir kabulle “klasik dönem” olarak adlandırılmaktadır. Bakî ile temsil edilen gazel tarzı; rindane, dış dünyaya açık, hoşa giden, ahenkli bir nitelik taşımaktaydı. Bakî’nin zarif, ahenkli ve nükteli gazel tarzı, XVII. yüzyılda Şeyhülislam Yahya, Bahayî, Mezakî ve Nedîm-i Kadîm gibi şairler tarafından sosyal bir içerikle de zenginleştirilerek sürdürülmüştür.[5]

 

Yeni Üslup Arayışındaki Şairler

Bu üsluplardan biri olan Sebk-i Hindî, Hint muhitinde veya bu muhitin dışında yaşayan ve Hint felsefesinin, edebî zevkinin ve Hint şiirinin etkisinde kalan şairlerin oluşturduğu şiir anlayışını ifade etmektedir. Bu tarz, İran, Hindistan, Afganistan, Tacikistan ve Osmanlı topraklarının da yer aldığı geniş bir coğrafyada etkili olmuştur. Özellikle Nailî ve Neşatî, Hint üslubunun XVII. yüzyıldaki en önemli temsilcileri olarak tanınır. Sebk-i Hindî’nin bazı özelliklerini şiirlerinde yansıtmakla birlikte özellikle kaside tarzındaki arayışlarıyla dikkatleri çeken Nefî, Türk edebiyatı tarihinde önemli bir yere sahiptir. Yüzyılın önemli kaside şairleri, Nefî’yi takip etmiş ve onun şiir tarzını taklide çalışmıştır. [6]

 

Hikemî ve Mahallî Tarzın Temsilcileri

Kutadgu Bilig’den itibaren pek çok öğüt kitabında, siyasetnamelerde ve şairlerin divanlarında beyit ve mısra düzeyinde görülen hikmetli söz söyleme arzusu XVII. yüzyılda yaygınlaşır. Genel bir kabulle, XVII. yüzyıldan itibaren hikemî tarz şiire “Nabî ekolü” adı verilmektedir.[7] XVII. yüzyılda Erzurum’da Şanî ve Abî; Urfa’da Reşîd ve Faik; Edirne’de Cahidî, İbrahim Gülşenî ve Abdülhay Celvetî gibi şairler, klasik kültürle beslenen ve aruz veznini ustaca kullanan popüler şairlerdendir. Bu şairlerden bir kısmı İstanbul’a gelerek eserlerini burada verdiği hâlde birçoğu, kendi muhitinde yaşamayı yeğlemiştir. XVII. yüzyılda çoğu halk şairinin aruz ve heceyi bir arada kullanmaları ve klasik edebiyat mazmunlarıyla şiir yazmaları, aynı zamanda klasik şiirle halk şiirinin etkileşimini de yansıtmaktadır. Âşık edebiyatı şairlerinden bir kısmında görülen bu yönelişlerde, klasik kültürün halka mal olmasının da etkisi büyüktür. [8]

 

Haletî (1570-1631)

Hikemî tarzın en büyük ustası sayılan Nabî’den önce “hakimane şiir söyleme” anlayışını rubai tarzındaki ısrarıyla benimsemiş görünür. Çağdaşları tarafından çok kitap okuyan bir bilgin olduğu ve ölümünden sonra geriye muhteşem bir kütüphane bıraktığı söylenir. Düşünce ve hikmetin şiir yoluyla ifade edilmesinde uygun nazım şekillerinden olan rubai, bu yüzyılın gözde nazım şeklidir. Nitekim yüzyılın önemli şairlerinden Haletî, rubai nazım şeklini, gerek nitelik gerekse nicelik olarak çok önemli bir yere taşımıştır. Onun, hayatı yorumlamaya dayalı, tefekküre açık bir şiir türü olan rubaiye düşkünlüğü, ilim adamı olmasıyla da ilişkilidir. [9]

 

Nabî (1642-1712)

Osmanlı’nın sıkıntılı günlerini yaşadığı XVII. yüzyılda dünyaya gelmiş ve I. İbrahim (1640-1648) ile III. Ahmet dönemi (1703-1730) arasında saltanat sürmüş olan altı padişah dönemini görmüştür. Asıl adı Yusuf olup 1642 yılında eski adı Ruha olan Urfa’da doğmuş; çocukluğunu ve ilk gençliğini memleketinde geçirmiştir. Urfa’da medrese öğrenimini tamamlayarak döneminin bilimlerini, bu arada Arapça ve Farsçayı iyi öğrenmiştir. Tanınmış bir aileden geldiği bilinen Nabî’nin iyi bir eğitim aldığı tahmin edilmektedir.[10]Yakub Halîfe isimli bir Kadirî şeyhine talebe oldu. [11]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[12]

Tahminen yirmi üç, yirmi dört yaşlarında, IV. Mehmet’in saltanatı (1648-1687) sırasında Urfa’dan İstanbul’a geldiği bilinmektedir. İstanbul’a gelişinden bir süre sonra, bilgisi ve şiir yeteneği sayesinde çevresindekilerin ilgisini çekmiş ve orada çeşitli devlet görevlerinde bulunmuştur. Bu sırada dönemin padişahı IV. Mehmet’in de yakınlığını elde eden Nabî, Mustafa Paşa’yla birlikte IV. Mehmet’in Lehistan (Polonya) Seferi’ne katılmış ve orada Kamaniçe Kalesi’nin fethinde bulunmuştur.[13]

1678 senesinde hacca gitmek için yola çıktı. Hac kafilesi Osmanlı devlet ricalinden meydana geliyordu. Medine’ye yaklaştıkları bir gece, kafiledeki bir devlet büyüğünün ayaklarını kıbleye doğru uzatarak uyuduğunu gören Nabî, yetkiliyi uyandıracak bir sesle şu na’tı söyledi:[14]

Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i Huda’dır bu!

Nazargâh-i ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu.

 

Habîb-i Kibriyânın hâb-gâhıdır fazîletde,

Tefevvuk-kerde-i arş-ı cenâb-ı Kibriya’dır bu.

 

Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i adem zâil,

İmâdın açdı mevcûdat dü çeşmin tûtiyâdır bu.

 

Felekde mâh-ı nev Bâb’-üs-selâmın sîne-çâkidir,

Bunun kandili cevzâ Matla-ı nûr-i ziyadır bu.

 

Mürâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,

Mutâf-ı kudsiyâdır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu.

 

O yüksek rütbeli kişi, bu mısraların ne manaya geldiğini anladı, hemen ayaklarını toplayarak doğruldu ve “Ne zaman yazdın bunu? Senden ve benden başka duyan oldu mu?” dedi. Nabî de; “Daha önceden söylememiştim. Şu anda sizi bu durumda uzanmış görünce elimde olmayarak yüksek sesle söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok” dedi. Bu sözler üzerine o kişi, “Mademki bu şiiri burada söyledin, burada kalsın, ikimizden başkası duyarsa, senin için iyi olmaz” diye ikaz etti. Kafile yoluna devam ederek sabah ezanına yakın Mescid-i Nebi’ye vardı. Mescid-i Nebî’deki minarelerden müezzinler Ezân-ı Muhammedî’den evvel Nabî’nin, “Sakın terk-i edebden...” diye başlayan na’tını okuyorlardı. Nabî ve o yüksek rütbeli kişi hayretten dona kaldılar. Sabah namazını kıldıktan sonra, Nabî ve öbür zât namaz kıldıkları câminin müezzinini buldular. Nabî müezzine; “Allah aşkına, Peygamber aşkına ne olursun söyle! Ezandan önce okuduğun na’tı kimden, nereden ve nasıl öğrendin?” diye sordu. “Müezzin gayet sakin bir şekilde şu cevabı verdi: “Resûl-i ekrem (ş.a.v.) bu gece Mescid-i Nebî’deki bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek buyurdu ki: “Ümmetimden Nabî isimli biri beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üstündedir. Bugün sabah ezanından önce, onun benim için söylediği bu şiiri okuyarak, Medine’ye girişini kutlayın.” Biz de Resulullah efendimizin emirlerini yerine getirdik.” Nabî ağlayarak; “Sahiden Nabî mi dedi? O iki cihanın Peygamberi, Nabî gibi bir zavallıyı günahkârı ümmetinden saymak lütfunu gösterdi mi?” dedi. “Evet” cevabını alınca da, sevincinden kendinden geçti.[15] Hac dönüşünde hac yolculuğu izlenimlerini anlattığı Tuhfetü’l Harameyn’i kaleme almıştır. [16]

 

Nabî’nin Musahip Mustafa Paşa’yla olan dostluğu Paşa’nın Mora seraskerliğine atanıp oraya gidişi sırasında da sürmüş, onunla birlikte Mora’ya gitmiştir. Bu birliktelik Paşa’nın ani ölümüyle bitmiş ve bu duruma çok üzülen Nabî de İstanbul’dan ayrılarak Halep’e gitmiş ve oraya yerleşmiştir. Nabî’nin yaşadığı yerler arasında en uzun süre kaldığı şehir Halep’tir. Halep, hayatında önemli dönüm noktasıdır. Çünkü orada geçirdiği yirmi beş, otuz yıllık süre içinde düşünceye dayalı dünya görüşünü yansıtan edebî kişiliğini kazanmış ve divanını düzenlemiştir.  Ömrünün sonuna doğru İstanbul’a dönen Nabî, orada yetmiş yaşına ulaşmış bir üstad şair olarak çevresinden saygı görmüş; İstanbul’a dönüşünden birkaç yıl sonra 1712’de İstanbul’da ölmüştür.[17]

 

Tasavvufi Şiir Mensupları

Tekke ve tasavvuf muhitlerinde de divan şiirinin biçim ve söyleyiş özelliklerini benimseyerek divanlar ve mesneviler üreten şairler vardır. Halvetiliğin XVII. yüzyılda pek çok şöhretli halife yetiştiren temsilcisi Elmalılı Ümmî Sinan, Kutbü’l-Meani’si ve Divan’ıyla sufi şiirin önde gelen temsilcileri arasına girmiştir. [18]

 

Türk tasavvuf şiirinin en büyük ustalarından biri olan Niyazî-i Mısrî, Ümmî Sinan’dan aldığı feyzi İbn Arabî’nin görüşleriyle yorumlayarak tasavvuf edebiyatı içinde müstesna bir konum elde etmiştir. Niyazî Divanı’ndaki şiirlerin büyük çoğunluğu gazellerden oluştuğu gibi, bu gazellerin tamamına yakın kısmı da ilahi türündedir. Zaten bu yüzden divanın bir adı da “Divan-ı İlahiyat”tır. Bunların hemen tamamı bestelenmiş olup bir kısmı hâlâ söylenilmektedir.[19]

 

XVII. yüzyıl mutasavvıf şairlerinden Sunullah Gaybî de ilahilerinde hece veznini tercih etmekle birlikte, aruz vezniyle de şiir kaleme almıştır. Gaybî, şiirlerinin birçoğunda tasavvufi esasları anlatmakta ve dervişlere öğütler vermektedir. Bu şiirlerde estetik söyleyişlerden ziyade sade, hoşa giden, akıcı bir müzikalite görülür. Özellikle hece vezniyle yazdığı şiirler, tekkelerde okunmak üzere bestelenmek için yazılmış izlenimi vermektedir.[20]

 

Nesir

XVII. yüzyıl, genel anlamda bir “şiir yüzyılı” gibi görünse de, bu dönemde pek çok mensur eser de kaleme alınmıştır. Dönemin sosyokültürel panoramasının anlatıldığı bu eserler arasında Kâtib Çelebi’nin Düsturü’l-Amelile Mizanü’l-Hakk adlı eserleri dikkat çekicidir. [21]

 

Koçi Bey’in, Sultan IV. Murat’a sunduğu Koçi Bey Risaleside devlet teşkilatındaki bozulmaları ve bunlara karşı alınacak tedbirleri konu edinmiştir.[22]

 

Yüzyılın en ilgi çekici eseri, Evliya Çelebi’nin on ciltlik Seyahatname’sidir. Yaklaşık elli yıllık seyahatlerini zengin bir dil ve anlatımla aktaran Evliya Çelebi, birçoğu Osmanlı coğrafyasında kalan tarihî beldelerin ve Ortadoğu, İran, Mısır, Kırım, Rusya, Kafkaslar, Balkanlar gibi bölgelerin tarih, coğrafya, folklor, müzik ve edebiyatlarını nükteli bir üslupla kaleme almıştır. [23]

 

Devrin seyahat türünde yazılmış eserlerinden biri de Nabî’nin Tuhfetü’lHarameyn adlı eseridir. Yazar, İstanbul’dan Mekke’ye kadar olan hac yolculuğunu, hac menzillerini, tarihî eserleri ve olayları zengin bir dil ve anlatımla ifade eder. [24]

 

Bu yüzyılda seyahat türünün yanı sıra, coğrafya alanındaki eserlere de ilgi gösterilmiştir. Kâtib Çelebi’nin Cihannümaadlı coğrafya kitabı, türün bu yüzyıldaki önemli örneklerindendir. [25]

 

XVII. yüzyıl, tarih yazıcılığı bakımından da verimli bir dönem olmuştur. Dönemin tarih yazarlarından Peçevî İbrahim Efendi, Tarih-i Peçevî adlı eserinde 1520-1639 yılları arasındaki tarihî olayları anlatmıştır.

 

Dönemin en önemli tarih yazarlarından olan Naima’nın kaleme aldığı Naima Tarihi’nde 1591 ile 1659 yılları arasında geçen tarihi olaylar anlatılmaktadır. [26]

 

XVII. yüzyılın tarih ve biyografi alanındaki tanınmış yazarlarından olan Kâtib Çelebi Fezleke adlı eserinde, 1591 ile 1655 yılları arasındaki tarihî olayları nakletmektedir. Yazarın, çoğu Arapça eserlerden yapılmış tarih konulu tercümeleri de bulunmaktadır. [27]

 

Dönemin ünlü nasiri Veysî’nin, Sultan I. Ahmet’e sunduğu Hâbname’si ve Siyer-i Veysî adlı eseriyle Nergisî’nin Nihalistan’ı ve Münşeat’ı genel olarak süslü ve estetik nesir örnekleri olarak kabul edilmektedir.[28]

 

 

 

 

 

 

 

Dipnotlar

[1]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[2]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[3]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[4]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[5]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[6]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[7]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[8]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[9]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[10]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[11]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-NABI-3811.aspx

[12]http://www.dunyabizim.com/?aType=haberYazdir&ArticleID=11807&tip=haber

[13]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[14]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-NABI-3811.aspx

[15]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-NABI-3811.aspx

[16]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[17]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[18]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[19]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[20]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[21]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[22]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[23]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[24]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[25]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[26]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[27]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

[28]XVII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

17.yy Türk Edebiyatı 

Osmanlılar

bottom of page