18.yy Türk Edebiyatı
Siyasi ve sosyal hayatta belirgin bir şekilde kendini hissettirmeye başlayan zevale karşılık, bu dönemde edebiyat hayatı önceki asrın devamı olarak kemal dönemini yaşamaya devam etmiştir. Bunda devrin, uzun süren savaşlardan bıkan Osmanlı için soluklanma ve barış özleminin hâkim olduğu bir dönem olmasının etkisi büyüktür.[1]
Son Klasik Dönem olarak da adlandırılan XVIII. asır, önceki asırlarda oluşan zevk anlayışları doğrultusunda bir gelişme göstermekle birlikte, çok daha renkli, zengin, eklektik bir görünüm arz etmektedir. Şairler daha çok Hint üslubuyla zirveye çıkan külfetli, sanatkârane söyleyişe tepki olarak nesir üslubuna doğru açılan, açık, zarif ve külfetsiz bir söyleyişi tercih ederler.[2]
[3]
Bu asır, şair kadrosu bakımından eski edebiyatın en zengin dönemidir. Bu sebeple XVIII. yüzyıl, kaynaklarda şiir ve şair asrı olarak kabul edilmiş; Sabit’ten itibaren “her kaldırım taşının altından bir şair”in çıkması sık sık eleştiri konusu edilmiştir. Sünbülzade Vehbi’nin, “şiirin ayaklar altına alındığı bir dönemde kendine şair demekten utandığını” söylemesi, nicelikçe artışa karşılık nitelikçe yozlaşmanın ulaştığı boyutu göstermesi bakımından ilginçtir.[4]
Geleneksel toplumlarda olduğu gibi, Osmanlılarda da sanat ve kültür faaliyetleri genellikle arz-talep dengesinden ziyade “patronaj” sistemi (varlıklı ve nüfuz sahibi devlet adamlarının himayesi) etrafında gelişmiştir. Bu asırda Osmanlılar, birkaçı dışında sanatkârları koruyan, onları teşvik eden şair, musikişinas, yenilik yanlısı padişahlar tarafından yönetilmiş; artan iç ve dış sarsıntılara karşılık başta saray olmak üzere diğer devlet adamları sanatkârları teşvik etmeye devam etmişlerdir. Fakat siyasi hayattaki istikrarsızlıklar etkisini göstermeye başlamış, devlet adamlarından bekledikleri ilgiyi bulamamaktan kaynaklanan şikâyetler bu asırda daha da artmıştır. [5]
Bu asırda edebiyat ve sanat hayatının merkezi yine İstanbul’dur. Edirne, Bursa, Yenişehir, Mora, Tokat, Erzurum, Antakya, Adana, Kerkük, Kırım gibi merkezlerde doğan devrin önemli isimleri, tahsil veya görevleri sebebiyle İstanbul’a gelerek, kendilerini burada gösterme fırsatı bulmuşlardır. Bu asırda, ilk kümelenmeler III. Ahmet ve onun meşhur sadrazamı Damat İbrahim Paşa’nın etrafında olmuştur. Sadrazam tarafından kurulan ve devlet tarafından maaş ödenen ilk entelektüel teşebbüs olan tercüme heyetinde; Nedim, Sami, Raşit, İzzet Ali Paşa, Seyyit Vehbi, Nahifi, Şakir, Çelebizade Asım gibi devrin önemli şairleri de vardır. Koca Ragıp Paşa ve Hoca Neşet’in konakları da devrin önemli edebi mahfilleri olarak dikkati çekerler.[6]
Tarikat ehli, edebiyat meraklısı insanlarla dolup taşan Neşet’in Molla Gürani’deki evinin, medreseleri bile gıpta ettirdiği kaynaklarca belirtilmektedir. Çoğu Divan-ı Hümayun kaleminde memur olan, Hanif, Şeyh Galip, Müştak Baba, Beylikçi İzzet, Pertev, Neyyir, Ferri gibi şairler, onun evindeki derslerin müdavimlerindendir. İstanbul dışında da bazı şairlerin etrafında küçük muhitler oluşmuştur. Haşmet’in sürgün olarak gittiği Bursa’da âlim ve şairlerden bir mahfil oluşturduğu kaynaklarca belirtilmektedir. Diyarbakırlı Hami’nin, kışları şehirdeki konağı, yazları Dicle kenarındaki köşkü de şairlerin ve yörenin ilim ve sanat adamlarının toplandığı bir mahfil hâline gelmiştir. Bu toplantılara zaman zaman Nabi de katılmıştır. Nakşibendi şeyhi olan Agâh’ın, Diyarbakır Ulu Camii yanındaki hücresi Vali Abdullah Paşa, şair Hami ve Lebib, Tezkireci Mucib gibi ilim ve sanat adamlarının toplandığı bir yerdir. Tezkirelerde, bunların dışında şairlerin toplandığı dükkân, konak ve mesire yeri gibi başka mekânlardan da söz edilir. [7]
Benzerleri arasında ön plana çıkan yukarıdaki kümelenmelerin dışında, asırların birikimine dayanan köklü bir gelenek, Osmanlı coğrafyasının her köşesinde yüzlerce şair yetiştirmiştir. Bu asır, yukarıda belirtildiği gibi klasik edebiyatın şiir ve şair bakımından en verimli çağıdır. Fakat bunlar arasında, nazımlıktan şairliğe çıkabilenlerin sayısı fazla değildir. Bu sebeple devrin edebiyat hayatı, daha önceki asırlarda oluşan edebi zevkler doğrultusunda gelişmesini devam ettirmiştir. Mevcut estetik anlayışı içinde dilin imkânlarını sonuna kadar zorlayan üstat şairlerden sonra, Nedim ve Şeyh Galip, üstün yetenekleriyle eski şiire derin bir nefes aldırmıştır. Bunların dışındaki şairlere ise eskinin ve devrin üstat şairlerinin izinden gitmek kalmıştır.[8]
Nedim (1681-1730)
Asıl adı Ahmet’tir. İstanbulludur. 1681 yılında dünyaya geldiği tahmin edilmektedir. İyi bir eğitim görmüş; döneminin klasik ilimlerini tahsil etmiş, Arapça ve Farsçayı bu dillerde şiir yazacak kadar öğrenmiştir. Tahsilini tamamladıktan sonra yapılan sınavda başarılı olarak müderris olmuştur. Bu tarih, Sultan III. Ahmet dönemi (1703-1730) un başlarına rastlamaktadır. Nedim ise artık çıraklık safhasını aşmış bir şairdir. [9]
İbrahim Paşa, 1718 tarihinde de sadrazamlık makamına getirilir. Bu tarih, daha sonra Lale Devri (1718-1730) olarak adlandırılan dönemin başlangıcıdır. Damat İbrahim Paşa’nın hemen her faaliyeti Nedim’in dikkatini çeker. Şair, kıta ve kasideleriyle her fırsatta hamisine bağlılığını ifade eder. Bir yandan İbrahim Paşa’nın faaliyetlerini şiirleriyle överken diğer yandan da Lale Devrinde teşekkül ettirilen tercüme heyetlerinde görev alarak hamisinin her hamlesine destek verir. Meslek hayatında da çabuk ilerler. 1729’da Sahn Medreseleri müderrisliğine yükselir. Sekban Ali Paşa Medresesinde müderris iken Patrona Halil İsyanı patlak verir (1730). [10]
İsyan sırasında Nedim’in akıbetinin ne olduğu konusunda değişik iddialar ileri sürülmüştür. Kaynaklarda şairin, söz konusu isyanı takip eden günlerde illet-i vehimeden veya içkiye düşkünlüğü nedeniyle titreme hastalığından öldüğüne dair bilgiler kayıtlıdır. Güvenilir biyografi müelliflerinden Süleyman Sadettin, Nedim’in ihtilal esnasında korkudan evinin damına çıktığını ve oradan düşerek öldüğünü söylemektedir. Ancak kesin olan bir şey vardır; o da şairin ihtilal sırasında öldüğüdür. [11]
Şeyh Galip (1757-1798)
Asıl adı Muhammet Esat olan Şeyh Galip, 1757 yılında İstanbul’da Yenikapı Mevlevihanesi civarındaki bir evde dünyaya gelmiştir. Galip’in babası Mustafa Reşit Efendi, Melamiliğe bağlı bir Mevlevi’dir. Dedesi ise söz konusu mevlevihanenin on ikinci şeyhi Kuçek Muhammet Dede olup, bazı kaynakların belirttiğine göre Kırım asıllıdır. Babasının da şiir yazdığı ve Galip’in şair olarak yetişmesinde önemli roller üstlendiği bilinmektedir. [12]
İlk eğitimini babasından alan Şeyh Galip, Arapça ve Farsça dersler almıştır. Kaynakların verdiği bilgilerden şairin düzenli bir medrese eğitiminden geçmediği, ailesinden ve dönemin bazı büyük hocalarından aldığı özel derslerle kendini geliştirdiği anlaşılmaktadır. Onun yetişmesinde daha çok Galata Mevlevihanesi şeyhlerinden Aşçıbaşı Hüseyin Dede’nin ve ileri düzeydeki Farsçası ve Fars şiirine dair bilgisiyle tanınan devrin üstat şahsiyetlerinden Hoca Neşet tarafından oluşturulan edebi ortamın büyük katkısı olmuştur. Özellikle Hoca Neşet, çok genç yaşta şiir söylemeye başlayan Galip’le yakından ilgilenmiştir. Bir yandan Hoca Neşet’ten Farsça, bir yandan da Hamdi Efendi’den Arapça dersleri alan şair, devam ettiği mevlevihanede çeşitli alanlarda ve bu arada edebiyat ve musikide de bilgisini geliştirme imkânı bulmuştur. Galip mahlasını kullanmıştır.[13]
[14]
Ailesi de Mevlevi olan ve böylece bir Mevlevi muhitinde büyüyen Şeyh Galip, Mevlevi dervişi olmuştur. 1784 yılında ailesinden izin almadan çileye girmek için Konya’ya gitmiştir. Fakat onun yokluğuna dayanamayan babası, çilesini İstanbul’da tamamlayabilmesi için başvuruda bulunmuş ve gerekli izin alındıktan sonra Galip, İstanbul’a dönmüştür. Galip, 10 Temmuz 1784’te girdiği 1001 günlük çileyi 11 Temmuz 1787’de doldurarak dede olmuştur. Bu tarihten sonra o, artık Galip Dede’dir. Tarikat içerisindeki çalışmalarıyla Mevleviler arasında, şiirleriyle de edebiyat çevrelerinde dikkatleri üzerine çeken Galip, saray tarafından da tanınan ve beğenilen bir şahsiyet olmuştur.[15]
1791 yılında Şeyh Galip, Konya Asitanesi şeyhi Mehmet Emin Çelebi tarafından Galata Mevlevihanesine yirmi ikinci şeyh olarak atanmış; atanır atanmaz da padişaha bir kaside yazarak onu tekkenin bakımsızlığından haberdar etmiş ve onarılması ricasında bulunmuştur. Bunun üzerine padişah, emir vererek mevlevihanenin bir yıl içinde onarılmasını sağlamıştır. Hem Mevlevi muhitinde hem de edebiyat çevrelerinde sevilen ve kabul gören şairin saray ile ilişkileri de ileri düzeydedir. Galip Dede’nin sık sık saraya çağrılması veya padişahın bizzat mevlevihaneye gelerek şiirlerini dinlemesi, onu ödüllendirmesi, divanını ve Hüsn ü Aşk mesnevisini yazdırması, tezhip ettirmesi ve ciltletmesi sarayın kendisine verdiği değeri göstermesi bakımından anlamlıdır. [16]
Şair, bundan birkaç yıl sonra, 1794-1795’te annesini, ondan bir yıl sonra da çok sevdiği yakın dostu Esrar Dede’yi kaybetmiş; her iki kayıp da kendisini derinden sarsmıştır. Esrar Dede’nin ölümünden bir yıl sonra Şeyh Galip de hastalanarak yatağa düşmüş ve 3 Ocak 1799’da vefat etmiştir. Galip’in cenaze törenine büyük bir katılım olmuş ve görev yaptığı Galata Mevlevihanesi haziresine defnedilmiştir. [17]
Dipnotlar
[1]XVIII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[2]XVIII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[3]http://www.loadtr.com/412669-osmanl%C4%B1_istanbul.htm
[4]XVIII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[5]XVIII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[6]XVIII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[7]XVIII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[8]XVIII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[9]XVIII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[10]XVIII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[11]XVIII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[12]XVIII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[13]XVIII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[14]http://www.fikriedebiyat.com/2013/09/07/tuluyhan-ugurlu-14-eylulde-galata-mevlevihanesinde/
[15]XVIII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[16]XVIII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[17]XVIII. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi

