Servet-i Fünun Öncesi
TANZİMAT’IN 2.KUŞAĞI
Hiç kuşku yok ki, çalkantılı dönem, Osmanlı’daki edebiyat ortamını da etkilemiştir. Her şeyden önce, II. Abdülhamit döneminde (1876-1909), yenilik ve Batı yanlısı çoğu yazar ve şair, sultana muhalif cephede yer alırlar. Örneğin Tanzimat döneminin ünlü şairlerinden Ziya Paşa Suriye valiliğine atanır, 17 Mayıs 1880’de Adana’da vefat eder. Namık Kemal, muhalefeti nedeniyle 6 Şubat 1877’de tutuklanıp beş ay hapis yattıktan sonra, zorunlu ikametle Midilli Adası’na gönderilir, 2 Aralık 1888’de Sakız’da ölür. Onlar, hayatlarının son yıllarını II. Abdülhamit’in saltanatında geçiren, Tanzimat döneminin I. kuşağına mensup şairlerdir, siyasi mücadelede aktif rol oynamışlar ve eserlerinde toplumsal konulara geniş yer vermişlerdir.[1]
Tanzimat (Yenileşme) Döneminin ikinci kuşağı, yeniliğin birinci kuşağı durumundaki şairlerin ortaya koyduğu yeniliği hem daha ileriye götürür hem de bazı yönleriyle onlardan ayrılır. Birinci kuşağın, sanatı halk için görmelerine karşılık, onlar, sanatı sanat için görürler. Bunda kişisel tercihlerinin yanında II. Abdülhamit döneminin baskıcı uygulamaları ve yönetim anlayışı rol oynar. [2]
Bu kuşağın temsilcileri arasında Recaizade Mahmut Ekrem (1847-1914), Abdülhak Hâmit(1852-1937) ve Muallim Nâci(1849-1893) yer alır. Bu üç şairden Recaizade Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hâmit yeniliğin temsil edilmesi ve Batı tarzı bir edebiyatın kurulması yolunda Muallim Nâci’den daha önce gelirler. Bunda söz konusu iki şairin küçük yaştan itibaren Batı tarzı eğitim alarak yetişmeleri, Batı dillerini çocukluk yıllarında öğrenmeleri ve Batı tarzı modern bir edebiyatın kurulması gerektiği düşüncesine bağlanmaları rol oynar. Eski sisteme bağlı öğrenim görerek yetişen, şiir zevki klasik anlayış çevresinde şekillenen Muallim Nâci ise ileri yaşta Batı dili öğrenmiş ve bu sebeple Batı şiir anlayışıyla geç karşılaşmıştır.[3]
Recaizade Mahmut Ekrem(1847-1914)
İkinci kuşağın öncüsü Recaizade Mahmut Ekrem’dir. Şiirle birlikte öykü, roman ve eleştiri yazarlığının yanında edebiyat kuramı alanında da çalışmalar yapmıştır. İlköğreniminden sonra askerî okula verilmiş; sağlığının bozulması ve hassas bir mizaca sahip olması sebebiyle bu okuldaki öğrenimini tamamlamadan ayrılmıştır.[4]
Hariciye Nezaretine memur olarak giren R. Mahmut Ekrem, burada Namık Kemal’i tanımış, onunla yakın dostluk kurmuş, Tasvir-i Efkâr’da yazılarını yayımlamaya başlamıştır. Nâmık Kemal’in 1867’de Avrupa’ya kaçması üzerine gazetenin idaresi ona kalmıştır. Devlet görevlerinde bulunan, Şurâ-yı Devlet üyeliğine kadar yükselen Mahmut Ekrem, Mekteb-i Mülkiye-i Şâhâne ve Mekteb-i Sultanî (Galatasaray Lisesi)de edebiyat hocalığı yapmış; yeni yetişmekte olan gençler üzerinde eserleriyle olduğu kadar eğitimci yönüyle de etkili olmuştur. [5]
Türk edebiyatının Batılı kimlik kazanmasındaki asıl rolünü şiir hakkındaki düşüncelerinde ve yeni yetişmekte olan genç sanatkârlar üzerindeki etkisinde aramak gerekir. Servet-i Fünun dergisinin başına Galatasaray Lisesinden öğrencisi olan Tevfik Fikret’i getirerek Türk edebiyatının Batılı kimlik kazanmasında ileri hamleyi temsil eden Servet-i Fünun topluluğunun oluşmasını sağlaması da bunu gösterir. [6]
Onun edebiyat, şiir üzerine düşünceleri klasik edebiyattan uzaklaşarak Batılı ve yeni bir anlayışın gençler arasında yaygınlaşmasında etkili olur. Diğer yandan yenileşmenin birinci kuşağından da ayrılan anlayış geliştirir. Recaizade Mahmut Ekrem, şiiri faydaya ve ahlak kurallarına bağlamaktan yana değildir. O, sanat eserinde güzelliği esas alır. [7]Tek romanı, Türk edebiyatında realizmin ilk örneklerinden sayılan Araba Sevdası adlı eseridir.[8]
Abdülhak Hâmit Tarhan(1852-1937)
Köklü ve eski bir ulema ailesinin ferdi olarak dünyaya gelmiş, hayatının her döneminde yüksek mevkilerde bulunmuştur. Uzun seneler diplomat olarak hem doğu hem de batı ülkelerinde bulundu. Türk edebiyatının en büyük eserlerinden birisi kabul edilen Makber'in şairidir. TBMM III., IV. ve V. dönemlerde İstanbul milletvekili olarak görev yapmıştır.[9]
Abdülhak Hâmit, Recaizade Mahmut Ekrem gibi köklü ve kültürlü bir aileden gelir. İçinde yetiştiği geleneksel kültürü edinmenin yanında özel dersler alması, çocuk yaşta Fransa’ya gitmesi, ilk gençlik yıllarından itibaren elçilik görevlisi olarak Batı’da bulunması onun ufkunun genişlemesinde etkili olur. Fransızcayı çocuk yaşta öğrenen şair, yeniliğin öncülerinden Namık Kemal’i ve Recaizade M. Ekrem’i okuduktan sonra yeniliğe yönelmeye başlar. Özellikle ölüm ve metafizik etrafında onun şiiri büyük ürperiş olarak belirginlik kazanır.[10]
Coşkun romantizmine bağlı olarak dağınık ilhamı, dil kurallarını ihlali, üslup endişesi taşımayışı, klasik edebiyatın estetiğinden önemli ölçüde ayrılışı, metafizik endişeleri, farklı eşya ve insan algısı getirmesi ve yeni imgelere açılan hayal dünyasıyla klasik edebiyatı gerileten, yeniliğe zemin hazırlayan şair olur. [11]
Bunda Batı’da gördüğü hemen her şeyi seçmeden alışıyla, ikili tavrıyla, kural tanımayışıyla yüzyıllardır yerleşmiş olan yapıyı bozması rol oynar. Onun sanatı yeni bir estetik kurmaktan çok yüzyıllardır bağlı olduğumuz klasik edebiyatın estetiğini yıkmasıyla belirginleşir. Bu da yeni anlayışa yer açmak konusunda etkili olur. Fazla titizlenmeden, kendisini sıkı bir disiplin altına almadan şiirde yeniliği uygulaması onun sanatkâr tarafının yanında yetişme tarzı ve mizacıyla ilgilidir. [12]
Muallim Nâci (1849-1893)
Yenileşme Dönemi Türk edebiyatının içinde Muallim Nâci’nin dikkate değer bir yeri vardır. Yetişme tarzı ve zevk bakımından klasik edebiyat anlayışı dairesinde yer alır. Ziya Paşa gibi klasik şiiri iyi bilen, özellikle şekil ve zevk bakımından bu edebiyata geniş olarak dayanan Muallim Nâci, tam anlamıyla klasik şiire bağlı kalmaz. Sanat hayatının ilerleyen döneminde Batı edebiyatını tanıdıkça Batı tecrübesi ve Batılı anlayış çerçevesinde klasik şiiri yenileme çabası içerisinde görünür. [13]
Ağabeyi ile birlikte Sait Paşa’nın yanında İmparatorluğun çeşitli vilayetlerini dolaşan Muallim Nâci, medrese öğrenimi görerek yetişir. Çocuk denecek yaşta şiir yazmaya başlar. İlk şiirlerini Varna’da on sekiz yaşında yayımlayan şair, kısa zaman içerisinde şöhrete kavuşur. Klasik edebiyat estetiğiyle yetişmesi, divan şiiri yolunda şiirler ortaya koymasını sağlar. Şinasi ile birlikte yeniliğin başladığı süreçte klasik anlayış hemen ortadan kalkmamış; Servet-i Fünun topluluğunun kuruluşuna kadar varlığını güçlü şekilde sürdürmüştür.[14]
Muallim Nâci, böyle bir sanat ortamında klasik edebiyatın şiir tekniğine hâkimiyeti ve rindane söyleyişiyle belirir. Şiirlerinde dünya algısı daha çok aşk ve şarap etrafında kurulur. Hayata yukarıdan bakma, boş vermişlik, bir neşeyi sürdürme arzusu ve buna eşlik eden melâl duygusu, gereksiz ve sıkıcı övünmeler bu şiirlerinin ortak özellikleridir. [15]
TANZİMAT’IN 3. KUŞAĞI: ARA NESİL
İkinci kuşağın arkasından, onlardan devraldığı yeniliği genişleterek yaygınlaştıran Ara Nesil şeklinde adlandırılan çok sayıda genç şairden oluşan üçüncü kuşak gelir. Onlar da ikinci kuşaktan aldıkları yeniliği, daha geniş alana yayarak Servet-i Fünun Dönemine kadar getirirler. [16]
Bu edebî devrede yeni şekil denemeleri ve yeni temalar da belirir. Birinci kuşakta üç, ikinci kuşakta dört beş isim tarafından temsil edilen yenilik, bu kuşağın elinde kısa zamanda genişleyerek genç sanatkârların kaleminde temsil edilme imkânına kavuşur. Bunların öne çıkanları arasında Menemenlizade Mehmet Tâhir(1862-1903), Nabizade Nâzım(1864-1893), Mehmet Celâl(1867-1912), Nigâr Hanım(1862-1918), Mustafa Reşit(1861-1936), Recep Vahyî(1867-1923), Fazlı Necip(1863-1932), Müstecâbîzade İsmet(1868-1917) gibi isimler yer alır. [17]
Yenileşmeyi yürüten birinci ve ikinci kuşağın daha çok gazeteye dayanan faaliyetine karşılık bu devrede gazeteciliğin yerini dergicilik almaya başlar. Sayısı elliyi aşan derginin yarısından fazlası edebiyatla ilgilidir. Birçok edebiyat dergisi bu kuşak tarafından çıkarılır. Bunlar arasında Âfâk, Âsâr, Berk, Gayret, Gülşen, Güneş, Hâver, Hazine-i Fünun, Hizmet, Maarif, Malûmât, Mekteb, Mir’at-i Âlem, Muhit, Musavver, Nilüfer, Resimli Gazete gibi çoğunun yayın hayatı birkaç yılı aşmayan dergilerle Mizân, Saadet, Sabah, Tercüman-ı Hakikat gazetelerini sayabiliriz. [18]
Ara Nesil mensuplarının eser verdiği yıllar II. Abdülhamit’in yönetim dönemine rastlar. Politik konular ve ülke sorunları üzerinde görüşlerini ifade edemeyen sanatkârlar, insanın iç dünyasının ifadesine yönelirler. Büyük davaların, toplumsal sorunların yerine günlük, küçük duygulanmaların şiirini yazmışlardır. [19]
Ara Nesilmensuplarının faaliyetleri içerisinde çeviri önemli yer tutar. Çeviri faaliyetinin yoğun olarak yürütüldüğü bu dönemde yalnızca Batı dillerinden edebî eserlerin Türkçeye aktarılmasıyla yetinilmez. Ayrıca Arapçadan ve Farsçadan da çevirilerde bulunulur. 1859’da Şinasi’nin ve Münif Paşa’nın Fransızcadan yaptığı çevirilerle başlayan faaliyet asıl gelişmesini Ara Nesil döneminde idrak eder. Lâtin, Leh, Şander (Belçika), Danimarka, Amerika ve Rus edebiyatlarından ilk edebî çeviriler bu yıllarda gerçekleştirilir.[20]
Yenileşme (Tanzimat) Dönemi Romanı
Sami Paşazade Sezai(1860-1936)’nin Sergüzeşt(1889) romanı Türk edebiyatında kölelik (esaret) konusunu ele alan eserlerin başında gelir. Bu, daha önce Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey ile Râkım Efendi ve Namık Kemal’in İntibah romanında geri planda kalan konu olarak romanın dünyasına girmişti.[21]
Türk edebiyatında romantizmin güçlü temsilcilerinden biri olan Recaizade Mahmut Ekrem, Araba Sevdası romanında alafranga, hayalperest ve gösteriş meraklısı bir Tanzimat genci olan Bihruz Bey’in hayat macerası çevresinde bu dönemde yetişen alafranga meraklısı köksüz, müsrif tiplerle alay edilmektedir. Türkiye’nin Batılılaşması yolunda önemli bir sorun olarak karşımıza çıkan kültür yozlaşmasını ve bu yozlaşma karşısında genç kuşakların takındığı yanlış tavrı öyküleştirir.[22]
Türkiye Türkçesiyle Batı tarzında yazılmış ve Türkiye’de yayımlanmış ilk tiyatro eseri İbrahim Şinasi’nin Şair Evlenmesi’dir.[23]
Servet-i Fünun Edebiyatı (1896-1901)
Edebiyat-ı Cedide topluluğu (1896-1901), II. Abdülhamit döneminde ortaya çıkmış bir edebî harekettir. Bu edebî oluşum, etrafında birleştikleri derginin adına izafeten “Servet-i Fünûn Edebiyatı”adıyla tanınmıştır. Aynı dönemde Edebiyat-ı Cedide’ye muhalif olan başka edebiyat ve sanat anlayışı sahipleri de vardır. [24]
Servet-i Fünûn Dergisinde Toplanma (1896)
Servet, 1890 yılında İstanbul’da çıkarılan bir gazetedir. Önce 27Mart 1891’den itibaren bu gazetenin haftalık edebî eki olarak çıkmaya başlar. Derginin idarecisi Recaizade Mahmut Ekrem’in Mekteb-i Mülkiye’den öğrencisi Ahmet İhsan Tokgöz’dür. Başlangıçta fen bilimlerine ağırlık veren Servet-i Fünûn dergisinde, kısmen edebî yazılar da yayımlanıyordu. Ancak Recaizade Mahmut Ekrem, Ahmet İhsan’la görüşerek dergiyi yenilik edebiyatının yayın organı yapmak istediğini bildirdi. Şubat 1896’da bir başka öğrencisi Tevfik Fikret’i Ahmet İhsan’la tanıştırdı. Bu görüşme sonucunda, Tevfik Fikret, 7 Şubat 1896’da çıkan 256. sayıdan itibaren Servet-i Fünûn dergisinin başına geçti. Böylece Servet-i Fünûn dergisi, Recaizade Mahmut Ekrem’in aracılığı ve öncülüğüyle, edebiyatta yenilik yanlısı şair ve yazarların yayın organı hâline geldi. Edebiyat tarihlerinde “Edebiyat-ı Cedîde” (veya bazı kaynaklarda Servet-i Fünûn) adıyla bilinen hareket de Tevfik Fikret’in derginin başına geçmesiyle başladı.[25]
Fikret’in derginin idaresini ele almasından sonra, Cenap Şahabettin, Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Siret, İsmail Safa, Ali Ekrem (Ayn Nadir), Celâl Sahir, Menemenlizade Mehmet Tahir, Ahmet Reşit (H. Nazım), Süleyman Nazif, Ahmet fiuayp, Hüseyin Suat, Hüseyin Cahit, Süleyman Nesip, Faik Âli, Ahmet Hikmet, Hüseyin Kâzım gibi şair ve yazarlar da Servet-i Fünûndergisinin kadrosuna katıldılar.[26]
Dergide şiirin yanı sıra, roman ve hikâye türünde eserlere de yer verildi; Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası,Halit Ziya’nın Maî ve Siyah, Aşk-ı Memnû ve Kırık Hayatlar,Mehmet Rauf’un Eylül,Hüseyin Cahit’in Hayal İçindeadlı romanları, Servet-i Fünûn’da tefrika edildi ve çeşitli hikâyeleri yayımlandı.[27]
Aradan geçen 4-5yıl içinde, Servet-i Fünûn çevresindeki edebî hareket kendini edebiyat dünyasına kabul ettirir. Eleştiriler azalır. Buna karşılık, topluluk içinde farklı anlayışlar ve özeleştiriler belirmeye başlar. Kopuş, Ali Ekrem’in “Şiirimiz” başlıklı bir dizi yazısıyla başlar. Bu, bir özeleştiridir. Ali Ekrem, makalesinde, pek çok Servet-i Fünûn şair ve yazarını eleştirir. Ancak Tevfik Fikret, Ali Ekrem’in bu makalesini, Servet-i Fünûn’da, değiştirerek ve kimi yerlerini kırparak yayımlar. Buna kırılan Ali Ekrem, Servet-i Fünûn dergisinden ayrılır. H. Nazım, Menemenlizade Mehmet Tahir, Samipaşazade Sezai gibi arkadaşları da ona katılarak, II. Abdülhamit’e yakın Malûmat dergisine geçerler. Ali Ekrem, “Şiirimiz” başlıklı makalesini bu dergide yayımlar (27 Aralık 1900). Bunun sonucunda, Ali Ekrem’le Tevfik Fikret arasında Malûmat ve Servet-i Fünûndergisinde 1901 yılında karşılıklı tartışmalar meydana gelir. Tevfik Fikret, yazı işleri müdürlüğünü yaptığı Servet-i Fünûn dergisinden ayrılır. Derginin başına Hüseyin Cahit geçer. Ancak Hüseyin Cahit’in Fransızca’dan çevirdiği “Edebiyat ve Hukuk” başlıklı makale, sakıncalı bulunduğu için, Servet-i Fünûn kapatılır. Böylece 5 yıllık bir süreden sonra Servet-i Fünûn topluluğu dağılır; ancak şair ve yazarlar, farklı tarzlarda eser vermeyi sürdürürler.[28]
Sonuç olarak, 1896-1901 yılları arasındaki 5 yılda, Servet-i Fünûn dergisinde, ortak bir edebiyat hareketi meydana getiren ve Türk Edebiyatı tarihine geçen Edebiyat-ı Cedide şair ve yazarları, edebiyatımızın batılılaşması yolunda önemli eserler vermişlerdir. Türk Edebiyatı, onlarla birlikte, Divan Edebiyatından, şekil ve öz itibariyle daha da uzaklaşmış, roman ve hikâyedeki geleneksel izler daha bir silinmiş, dil ağırlaşmakla beraber, daha sanatkârane bir hale dönüşmüştür. Bu gelişmelerle beraber, edebî dilde bir yapaylık ve Fransız etkisi de kendini gösterir. Tanzimat’la başlayan halka yönelme ve sade bir dille yazma anlayışının kesintiye uğraması, yerli hayattan uzak kalınması, yalnızca bireysel konuların işlenmesi de Edebiyat-ı Cedide’nin eksikleri arasında sayılabilir. Nitekim yıllar sonra Ömer Seyfettin’in, Genç Kalemler dergisinde Edebiyat-ı Cedidecileri sade Türkçe’den, millî hayattan uzaklaşmak ve Batıyı taklit etmekle eleştirmesi de bundandır.[29]
Tevfik Fikret(1867 –1915)
24 Aralık 1867 tarihinde İstanbul’da doğmuştur. Önce Mahmudiye Valide Rüştiyesi’ne, ardından Galatasaray Sultanîsi’ne devam etti. Galatasaray Lisesi’nde Muallim Naci, Muallim Feyzî ve Recaizade Mahmut Ekrem’den edebiyat dersleri aldı. 1888 yılında okulundan mezun olduktan sonra, Hariciye Bakanlığı İstişare Odası’nda çalışmaya başladı. Ticaret Mekteb-i Âlisinde hüsn-i hat (güzel yazı) ve Fransızca dersleri verdi. 1894’te Galatasaray Sultanîsi’nde Türkçe Öğretmenliği görevine atandı; ancak bu görevinden 1895’te istifa etti. Aynı yıl oğlu Haluk dünyaya geldi ve ardından Robert Kolej’de Türkçe Öğretmeni olarak çalışmaya başladı. [30]
1896’da Recaîzade Mahmut Ekrem’in önerisiyle Servet-i Fünun dergisinin yazı işleri müdürlüğünü üstlendi. Bu tarihten sonra, yenilik yanlısı edebiyatçılarla Edebiyat-ı Cedîde hareketini başlattılar. Ancak birtakım olaylar ve aralarında çıkan anlaşmazlıklardan dolayı, Servet-i Fünûndergisinden 1901’de ayrıldı. [31]
Oğlu Haluk’un doğumundan itibaren onun ileride milleti bilgisiyle aydınlatacak bir kahraman gibi yetişmesini arzulayan Tevfik Fikret, 1909 yılında on dört yaşındaki Haluk'u elektrik mühendisliği eğitimi alması için İskoçya’nın Glasgow kentine gönderdi. Oğlunun vatan ve millet için faydalı bir birey olması arzusunu “Haluk’un Vedâı” ve “Promete” adlı şiirlerinde dile getirdi. Ne var ki Haluk, yanına yerleştirildiği Hristiyan ailenin etkisi ile din değiştirip Hristiyanlığı seçti.Tekrar ülkesine dönmeyen Haluk Fikret, 1943 yılından sonra kendisini dine verip rahip oldu ve 1965 yılında Orlando, Park Lake Presbyterian Kilisesi rahibi iken hayatını kaybetti.[32]
1903’te Rumelihisarı sırtlarında Âşiyan adını verdiği evini yaptı ve orada adeta inzivaya çekildi. Fikret’in inziva dönemi 1908’e kadar sürdü. 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânıyla umutlandı, Hüseyin Cahit ve Hüseyin Kâzım’la birlikte Tanin’i çıkarmaya başladı. Ancak birtakım görüş ayrılıkları nedeniyle Tanin’den de ayrıldı. Ocak 1909’da Galatasaray Lisesi müdürlüğüne atandıysa da, okulda yaşanan birtakım huzursuzluklar nedeniyle istifa etti. Nail Bey’in Maarif Bakanlığı sırasında yeniden bu göreve getirildi. Ancak huzursuzlukların devam etmesi üzerine, Galatasaray Lisesi müdürlüğünden ayrılıp, Amerikan Koleji’nde çalışmaya başladı. İkinci Meşrutiyet’in ilanında İttihat ve Terakki’yi alkışladıysa da, zamanla baskıcı bir idare tarzı-nı benimsemeleri ve yolsuzluklara bulaşmaları nedeniyle onları da hicvetmekten geri durmadı. [33]
1914’te Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesine “Sancak-ı Şerif Huzurunda” adlı şiiriyle karşı çıktı. Mehmet Âkif, Fikret’in gerek bu şiirine, gerekse 1905’te yazdığı “Tarih-i Kadim”e, Süleymaniye Kürsüsü adlı manzum eserinde sert eleştirilerde bulundu. Fikret, Âkif’e “Tarih-i Kadîme Zeyl” şiiriyle karşılık vererek, dine, savaşa ve Osmanlı tarihine yönelik saldırılarını sürdürdü. Aynı yıl, çocuklar için kaleme aldığı şiirlerini Şermin adıyla bastırdı. 18-19 Ağustos 1915 gecesi İstanbul’da öldü. Mezarı Âşiyan’ın bahçesindedir.[34]
Cenap Şehabettin (1871-1934)
2 Nisan 1871’de Manastır’da doğmuştur. Babası, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda şehit olan Binbaşı Osman Şehabettin, annesi ise İsmet Hanım’dır. Aile, babasının şehit düşmesi üzerine, İstanbul’a taşınmıştır. Cenap, ilköğrenimini Mekteb-i Feyziye’de yapar. Ardından bir süre Eyüp Askerî Rüştiyesi ve Gülhane Askerî Rüştiyesi’nde öğrenim gördükten sonra, iki yıl da Kuleli Tıbbiye İdâdisi’nde okumuş, tıp öğrenimini 1889’da Askerî Tıbbiye’de tamamlamıştır.[35]
1889’da tıp alanında ihtisas yapması için Paris’e gönderilir. Paris’te üç yıl kalıp, İstanbul’a döner ve Haydarpaşa Hastanesinde hekimlik yapmaya başlar. 1914’te kendi isteğiyle emekli olduktan sonra, önce Dârülfünûn Edebiyat Fakültesi Lisan Şubesi Fransızca Tercüme Müderrisliğine, ardından da Garp Edebiyatı Müderris Vekilliğine atanır. 1919 yılında da Dârülfünûn Osmanlı Edebiyatı Tarihi Müderrisliği görevine getirilir. 1920’de Ali Kemal’in çıkardığı Peyam-ı Sabah gazetesinde Milli Mücadele aleyhinde yazılar yazar. Aleyhteki konuşmalarını Dârülfünûn’daki derslerinde de sürdürmesi üzerine, buradan uzaklaştırılır (1921). Ancak bir süre sonra Millî Mücade aleyhtarlığından vazgeçer. Cumhuriyet’ten sonra, 26 Eylül 1932’de Birinci Dil Kurultayı’na katılır. 13 Şubat 1934’te vefat eden Cenap, Bakırköy Mezarlığına defnedilmiştir.[36]
Halit Ziya Uşaklıgil (1866 -1945)
İstanbul'un Eyüp semtinde doğdu. Babası halı tüccarı Halil Efendi, Uşak'tan İzmir’e göçmüş varlıklı bir ailedendi. Fatih Askeri Rüştiyesi'ne devam etti. 93 Harbi’nin başlaması ile Halil Efendi’nin işleri bozuluncaaile, İzmir’e yerleşti ve Halit Ziya öğrenimini İzmir Rüştiyesi’nde sürdürdü. Ardından İzmir'de Ermeni Katolik rahiplerinin çocukları için kurulmuş yatılı bir okula devam ederek Fransızcasını geliştirdi; Fransız edebiyatını yakından tanıdı.[37]
İzmir Rüştiyesi’nde Fransızca öğretmenliği yaptı, öğretmenliğe devam ederken Osmanlı Bankası’nda çalışmaya başladı. İzmir İdadisi'nin açılmasından sonra öğretmenliğe bu okulda devam etti; Fransızcanın yanı sıra Türk edebiyatı dersleri verdi.[38]
Sultan Reşat’ın Osmanlı tahtına çıkmasından sonra İttihat ve Terakki hükümeti tarafından mabeyn başkatibi olarak sarayda görevlendirildi. Saraydaki görevi sırasında yazmayı uygun görmediği için yazılarına ara verdi. Görevi gereği padişahla gezilere çıktı. 1911’de Âyân Meclisi üyesi oldu.[39]
Cumhuriyet döneminde kendisini tamamen edebiyata verdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında devletin şekillenmesini uzaktan izledi ve fazla eser vermedi. 1930’larda yazı hayatına büyük bir canlılıkla döndü. 1945’te hayatını kaybetti. Bakırköy mezarlığında gömüldü.[40]
Edebiyat-ı Cedide şiirinin ilkelerini ortaya koyan sanatçı nasıl Cenap Şahabettin ise bu topluluk romanının ilkelerini belirleyen de Halit Ziya Uşaklıgil (1867-1945)’dir. Halit Ziya sanat hayatı boyunca dördü İzmir’de, dördü İstanbul’da olmak üzere sekiz roman yazmıştır. Bunlardan Sefile, Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdive Şürekâsı İzmir döneminde, Maive Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar, Nesl-i Ahir İstanbul döneminde yazılmıştır.[41]
Hüseyin Rahmi Gürpınar(1864-1944)
Edebiyat-ı Cedide topluluğu edebiyatı mensuplarının eser verdiği senelerde, Servet-i Fünûn edebiyatı dışında eser veren tanınmış isimlerden ilki Hüseyin Rahmi Gürpınar’dır. İstanbul doğumlu olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Mithat Efendi çevresinde yetişmiş yazarlarımızdandır. Tercüman-ı Hakikat yazarlarından biri olmuştur. 1894 yılında, Tercüman-ı Hakikat’ten ayrılarak İkdam gazetesinde yazmaya başlar. İkdam gazetesinin sahibi ise Ahmet Cevdet’tir.[42]
Romanlarının konularını genellikle doğu-batı meselesi üzerine bina eden Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerinin en önemli yanı şüphesiz dilidir. Tanzimat sonrası Türkçesindeki değişim Hüseyin Rahmi ile roman dili olma yolunda yeni bir aşamaya girmiştir. Çünkü roman sanatı, batıdan gelmiş bir tür olarak farklı bir dil gerektirmektedir. Batı tarzı roman ve hikâyenin dilinin günlük ve konuşma dili olması gerekmekte iken bilhassa Tanzimat dönemi yazarları ve onları takip eden ara nesil ve Servet-i Fünûn edebiyatının dili konuşma dilinden uzak bir Türkçeydi. Ahmet Hamdi Tanpınar, Hüseyin Rahmi Gürpınar için “sokağın dilini edebiyatımıza getiren adamdır” der. [43]
Halkın anlayacağı bir dil kullanarak, okuyucunun severek ve beğenerek okuyabileceği romanlar yazan Hüseyin Rahmi, halk deyimlerine ve argoya da geniş yer vermiştir. Diğer yandan Tanzimat’tan itibaren Osmanlı toplum hayatında meydana gelen değişmeleri zengin bir tablo halinde onun romanlarında görmek mümkündür. Mahalle hayatı, gelin kaynana kavgaları, mahalleli kadınların birbirleri ile dialogları büyük bir samimiyetle romanlarında canlandırılır.[44]
Gürpınar modernizmi, pozitivizm ve rasyonalizm formunda anlamış bir yazardır diyebiliriz. Hem Ahmet Mithat Efendi’yi hem de Hüseyin Rahmi’yi tamamen yerli hayat tarzı taraftarı olarak değerlendirmek de yanlıştır. Roman tarihimizde alafranga tipler adıyla anılan roman kahramanları, anlatıcıların, batılı hayat tarzını tercih etmiş roman kişilerini mizahi bir dille anlatmalarından kaynaklanmıştır. Romancılarımızın hemen hepsi modernleşmeci olmakla beraber, aşırı veya yanlış sıfatlarıyla tanımlanan modernleşmeci biçimlere karşı çıkarlar. Onlar kendilerinin uygun gördükleri derecede bir modernleşmeyi istemektedirler.[45]
Hüseyin Rahmi’nin toplumda gördüğü aksaklıkların bir yanı da dinle ilgilidir. Din konusundaki yanlış bilgi ve inançlar ve bunların sebep olduğu yersiz davranışları mizahi üslubu ile sergiler. Dini inanç ve düşünceyi değil, dini değer ve tavırların yanlış yorumlanışını, saplantıları ve dini hüviyete bürünmüş geleneksel bazı davranış ve düşünce biçimlerini eleştirir. Batıl inançlardan doğan komik sonuçlar vasıtasıyla, batıl inançların akıl dışılığını göstermeye çalışan yazar, bunu güçlü mizah yeteneğiyle başarır.[46]
Çok üretken bir yazar olan Hüseyin Rahmi’nin başta roman olmak üzere hikâye ve tiyatro türlerinde onlarca eseri vardır.[47]
Ahmet Rasim (1865-1932)
Edebiyat tarihimize hikâye, roman, şiir, hatıra, makale, sohbet, gezi yazısı, tarih ve okul kitapları gibi türlerde yazdığı eserleri ile katkıda bulunan Ahmet Rasim 1865 yılında İstanbul’da doğmuş ve 1932 yılında İstanbul’da ölmüştür. Darüşşüfaka’daki öğrencilik yıllarında edebiyata ilgi duyar. Fransızca öğrenir ve Fransız edebiyatının yazarlarını okur.[48]
Eserleri dil ve içerik açısından şüphesiz çok zengin bir birikimin göstergesidir. Hüseyin Rahmi Bey’de gördüğümüz mahalle hayatı yanında, şehir bütün yönleriyle artık Ahmet Rasim Bey’in malzemesi durumundadır. İstanbul’un eğlence yerleri, mahalleler, basın hayatı, yankesiciler, dolandırıcılar, meyhaneler, fahişeler gibi çok farklı kesimlerden tipler ve hayat şekilleri bütün zenginliği ile onun yazılarında bulunabilir. Bir yanıyla şehir tarihçisi de sayılabilecek olan Ahmet Rasim, içinde yaşadığı mekânı zenginleştiren, geçmişe ve kendi zamanına dair bilgi ve gözlemleriyle, mekânı derinleştiren adamdır. Ahmet Rasim’in yazı hayatına başladığı dönemde bir tarafta, artık kendi içerisinde çözülmüş Divan edebiyatını sürdürmek isteyenler, bir tarafta da kayıtsız şartsız Batı’ya teslim olmak arzusunda bulunanlar vardır. Şehir Mektupları sahibi bu iki grubun ortasındadır.[49]
Ahmet Rasim’in yazı faaliyetinin tamamını halkı eğitmek amacıyla yapılanmıştır. Onun fıkralar, makaleler, sohbetler, hatıralar, tarih ve seyahat yazıları vasıtasıyla bilgilendirmek amaçlı, ansiklopedist bir tavrının olduğu açıktır. Ahmet Rasim’in öne çıkan özelliklerinden biri de dil tercihidir. Kullandığı içeriğe bağlı olarak dili de sokak dilidir. Toplumun değişik kesimlerinde kullanılan argo ifadeler, deyimler, hatta irticalen söylenmiş ve anonimleşmiş manzumelerle çok renkli bir dil oluşturmuştur. Ahmet Rasim ne büyük bir şair, ne büyük bir romancıdır ama kelimenin tam anlamıyla bir sohbet adamıdır. [50]
Biyografisi onun bu başarısındaki en önemli etkendir. Çünkü çocukluğundan beri halk arasında yaşamış olan Ahmet Rasim, gençlik senelerinde İstanbul’un yazıya dökülmemiş zengin dünyasının bizzat içine girerek yaşamış ve kaleme almıştır. Hüseyin Rahmi Bey’in edebi metinlerinde ele aldığı kahramanlara bakış açısı ve bakış açısını yansıtan dil, aşağılayıcı, aydınlatmayı esas alan bir dil iken, Ahmet Rasim’in dili daha samimi ve elbette doğaldır. Çünkü Ahmet Rasim İstanbul’daki gizli kalmış hayatı gözlem yoluyla ve samimi bir dille anlatır. O anlattığı hayata iştirak eden ve samimi olarak yaşayan yazardır. Bizzat benimsediği ve sevdiği mekânlarda, benimsediği ve sevdiği insanların hayatına iştirak eder, yaşar ve anlatır. Onun Şehir Mektupları adlı eseri, İstanbul’un gizli kalmış köşelerindeki zengin ve renkli hayatını anlatır. Yine Gecelerim, Ömr-i Edebi, Eski Maceralardan Fuhş-i Atik, Matbuat Hatıralarından, Muharrir, Şair, Edip başlıklarıyla yayımlanan kitapları, daima, samimi bir dille kaleme alınmış renkli figürlerle donanmış eserlerdir. Hiçbir zaman Hüseyin Rahmi Bey gibi şu ya da bu edebi ekolün prensipleriyle büyük toplumsal projelerin peşinde olmamıştır. Kendisini herhangi bir felsefi inanışın emrine vermemiştir. Zevk aldığı ve çoğu zaman özlediği bir hayatı anlatmıştır. [51]
II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı
II. Meşrutiyet yılları, edebî hayatın manzarası bakımından hayli renklidir. II. Meşrutiyet yıllarının hâkim edebî akımı Natüralizm ve Sembolizm’dir. Natüralizm’in nesir türleriyle, Sembolizm’in ise şiirle sınırlı olduğunu unutmamak gerekir. Bu yıllarda için de roman, hikâye ve tiyatroda her şey öncelikle “gerçeklik hissi”ne odaklanmıştır. Gerçeklik hissi, en iyi biçimde, bilimsel verilerin edebî esere uygulanmasıyla (bir kahramana biçilen kişiliğin genetik ve psikoloji gibi bilim dallarının verileriyle donatılması gibi) elde edilebilir. Bu da Natüralizm’in alfabesidir. 19. Yüzyıl Pozitivizm’inin edebiyattaki yansıması olan Natüralizm’in bu yıllardaki en önemli iki temsilci teorisyeni Baha Tevfik ve Bekir Fahri İdiz’dir.[53]
II. Meşrutiyetin ilk yıllarındaki süreli yayın fazlalığı, I. Dünya Savaşı sonlarında artık kıtlığa dönüşmüştür. O günlerde çıkmakta olan süreli yayın adedi 689’dur. Bunların 361’i İstanbul’da neşredilmektedir. I. Dünya Savaşı sonlarındaki İstanbul’da neşredilebilecek süreli yayınların listesine baktığımızda yalnızca 30 tane isim görebiliyoruz.[54]
12 yıl boyunca eksik olmayan barut kokusu, Türk aydınının ruhunda birbirine zıt iki duygu geliştirir: Çöküşü gördüğü hâlde bir şey yapamamaktan dolayı kendi içine kapanma veya korkunun ölüme faydası olmadığını görerek mücadeleye yönelme. Bu ruh hâlleri, esasen sanatta daima var olan ferdiyetçi ve toplumcu yönelişleri keskinleştirmiştir. II. Meşrutiyet Devri Edebiyatı, sanat anlayışı itibarıyla bu şekillendirici ve belirleyici iki mihver etrafında gelişir. Bu mihverler etrafındaki gruplaşma ve müşterek hareket edişleri bu açıdan ele aldığımızda, şu manzara ile karşılaşırız:[55]
-
Ferdiyetçi sanat anlayışını temsil eden Fecr-i Âtî,
-
Toplumcu sanat anlayışına yönelen Millî Edebiyat Hareketi,
FECR-İ ATİ HAREKETİ
Fecr-i Âtî, edebî formasyonunu Edebiyat-ı Cedide eserleriyle alan neslin, halis sanat endişe ve gayretlerinden doğmuştur (20 Mart 1909). Nitekim yayınladıkları beyannamede edebiyat tarihimizde sanat ve edebiyatı gerçek anlamıyla anlayabilenlerin Servet-i Fünûn mensupları olduğu vurgulanır. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra onların yeniden bir araya gelemeyişlerinden dolayı kendilerinin Fecr-i Âtî’yi kurduklarını söylerler.[56]
Fecr-i Âtî’yi hazırlayan edebî toplantılara katılanların çoğu arasında, okul arkadaşlığı bağı mevcuttur. Söz konusu okullar arasında ilk sırayı Galatasaray Sultanîsi alır. 1901 sonrasında, bu okulda Ahmet Haşim, Emin Bülent (Serdaroğlu), Hamdullah Suphi (Tanrıöver), İzzet Melih (Devrim), Müfit Ratip, Refik Halit (Karay), Tahsin Nahit ve herhangi bir zümre içinde olmayıp müstakil olarak edebiyat tarihimizde yer edinmiş ediplerimizden olan Abdülhak Şinasi (Hisar) gibi edebiyat heveslisi bir arkadaş grubu vardır. Ahmet Haşim, İzzet Melih, Tahsin Nahit üçlüsünün daha o sıralarda, çeşitli edebiyat dergilerinde ismi görülmektedir. [57]
Selanik İdadisi de o sıralar pek çok edebiyat heveskârının bir araya geldiği bereketli bir eğitim yuvasıdır. Burada okuyan Ali Canip (Yöntem), Mehmet Behçet (Yazar), İbrahim Necmi (Dilmen), İbrahim Fazıl, Süleyman Şevket (Tanlı) gibi yüreği edebî heyecanlar içindeki gençler, adı hem Selanik hem de İstanbul’daki matbuat âleminde bilinen Rasim Haşmet ve Akil Koyuncu yanında meşhur hatip Ömer Naci ile de temasta idiler.1906’da, yukarıda sayılan isimlerin çoğu, Darül Fünûn’un çeşitli şubelerinde öğrenci olarak, İstanbul’da buluşmuşlardır.[58]
Bu genç sanat meraklıları, II. Meşrutiyet’ten kısa bir müddet önce, içlerindeki edebî hevesi tatmin için, varlıklı bir ailenin çocuğu olan Tahsin Nahid’in evinde toplanıyorlardı. Bir müddet sonra bu gençler, Batıdaki edebî mekteplerin benzeri olacak bir edebî mahfil kurma hevesine kapılırlar. [59]
Politik kargaşa içinde çırpınan bir toplum içinde, kendilerinden de birkaçı kargaşanın ortasında bulunan bu sanatseverler, güçlerini birleştirerek sanat alanında, sokağın gürültüsünden uzak bir mahfil meydana getirmek istediler. Önlerinde Edebiyat-ı Cedide gibi bir örnek de vardı. Çok şikâyet ettikleri “istibdad” ortadan kalktığı halde toplu halde ortada yoktular. Kurulacak edebî mahfil, tıpkı Edebiyat-ı Cedide gibi, onların müşterek taraflarını kuvvetlendirecek ve böylece tesir sahalarını genişletecekti. [60]
20 Mart 1909’daki ilk toplantıya, yaşları itibarıyla kendilerine yakın olan iki Edebiyat-ı Cedideci Celâl Sahir ve Fâik Âli’yi de davet etmişlerdir. Kendi başlarına dergi çıkarmanın zorluğunu kavrayan Fecr-i Âtîciler, vaktiyle Edebiyat-ı Cedidecilerin yayın organı olan Servet-i Fünûn dergisinde -sahibi Ahmet İhsan (Tokgöz)’ın da teklifiyle- edebî faaliyetlerini birleştirmeye karar verirler. Bu kararla birlikte, Türkçe, Türk ve Batı Edebiyatı gibi konulardaki fikir ve iddialarını, neler yapmak istediklerini bir beyanname ile kamuoyuna duyururlar.[61]
Fecr-i Âtî Encümen-i Edebîsi Beyannamesi’nde ilkin, kendilerinden önceki sanat ve edebiyat anlayışı eleştirilmiştir. Beyannamedeki iddiaya bakılırsa Fecr-i Âtî; Avrupa’daki sanat cemiyetlerinin bir benzeri olacak ve lisanın, edebiyatın genel olarak sosyal bilimlerin birlikte çalışmakla ilerleyeceği anlayışı çerçevesinde hareket ederek ilim ve edebiyat çölü halindeki memleketi ilim ve edebiyat için bir vaha haline getirmek emelindedir.[62]
Kuruluşu ilan eden haberde “sanat şahsî ve muhteremdir” denmişti. Bu cümle herkesin edebî tavrında serbest olduğu ve topluluğu değil sadece kendini temsil edebileceği anlamına gelmektedir. Nitekim daha sonra, pek çok vesile ile her bir üyenin edebî kanaatlerinde serbest bulunduğu ilan edilmiştir.[63]
Fecr-i Âtî topluluğu şairleri Ahmet Haşim, Tahsin Nahit, Mehmet Behçet, Emin Bülent, Celâl Sahir, Fâik Âli, Fuat Köprülü, Ali Canip, Hamdullah Suphi, Fazıl Ahmet, Mehmet Ali Tevfik, İbrahim Alaattin, Abdülhak Hayri, Nevin, Ahmet Samim ve Mehmet Rüştü’dür.Fecr-i Âtî şiirini temsil kabiliyeti bakımından kusursuz şairimiz Ahmet Haşim (1885-1933)’dir.[64]
Yakup Kadri Karaosmanoğlu(1889-1974), Fecr-i Âtî mensubu olarak yazdığı hikâyelerini Bir Serencam(1914) adlı kitabında toplamıştır. Refik Halit Karay(1888-1965) da onunla aynı kaynaklardan beslenir. Hikâye yazmaya Fecr-i Âtî’de başlar. [65]
Fecr-i Ati, Batı’daki Sembolistleri örnek alarak çok büyük ümit ve niyetlerle, halis edebiyat anlayışıyla ortaya çıkmış, gayesini kendinde arayan bir sanat anlayışını hâkim kılmak iddiasında bulunmuştur. Ne var ki devrin sosyal ve siyasi fanusu bu alevi kısa müddet içinde söndürüvermiştir. [66]
II. Meşrutiyet’in ilanı ile 31 Mart Olayı arasındaki heyecanlı ortamda kurulan Fecr-i Atî, edebiyatı siyasi propaganda malzemesi olmaktan korumaya çalışır. Bu kanaat sahiplerinin siyasetten, sanatı sosyal faydaya dayandıran dernek faaliyetlerinden çok uzak durdukları sanılabilir. Halbuki Fecr-i Âtî mensuplarının bir-ikisi dışında hepsinin siyasi partilerde doğrudan görev aldığını biliyoruz. Bu zümrenin mensupları, II. Meşrutiyet’in ilanını takip eden günlerde hep İttihatçı idiler. Ayrışmalardan sonra, onların da birçoğu muhalefete katılmıştır. Özellikle Fecr-i Âtîci Ahmet Samim’in yazdığı aleyhtar yazılardan dolayı İttihatçılar tarafından öldürülmesi, onların muhalefete geçmesini hızlandırmıştır. Topluluğun kurucusu sayılabilecek Şahabettin Süleyman, İzmir’de İttihat ve Terakki mensubu olarak İttihatçı vali ile çatışmış, sonra İzmir yıllarından arkadaşı Bezmi Nusret Kaygusuz’la birlikte Selâmet-i Umumiye Kulübünde görev almış, bu kulüple organik bağı bulunan Fırka-i İbad(Osmanlı Demokrat Fırkası)’ın basın alanında sözcülüğünü yapan Hâkimiyet-i Milliye, Yeni Ses, Muâhede gazetelerini çıkarmış veya başyazılarını kaleme almıştır. Refik Halit Karay, Hürriyet ve İtilâf’ın kalemşorlarındandır. Tahsin Nahit, II. Meşrutiyet’in ilan edildiği günlerde, hayli sokak nutku söylemiştir. Celâl Sahir Erozan, dernekçilikte ilk hatırlanan isimlerdendir. Fuat Köprülü, İttihat ve Terakkî’nin sesi Hakgazetesini idare eder. Süleyman Fehmi’nin 1935’te öldürüldüğünde, Arnavutluk kralı Zago’nun başbakanıdır. Kuruluş bildirisinde Kâtib-i Umumî (genel sekreter) olarak gösterilen Müfit Ratip, İttihat ve Terakki paralelindeki Bilgi Derneği’nin “Tiyatro Şubesi”ni idare etmekteydi.[67]
MİLLİ EDEBİYAT HAREKETİ
Trablusgarp Savaşı’nı Balkan Savaşlarının takip etmesi ve her ikisinin de hezimetle sonuçlanması, ruhlarda tam bir toplumsal sarsıntı yaratmıştır. Böylesi bir ortamda, sanatın kendi kendisi için konuşması, artık bir fantezi hükmünü almıştır. “Sanat şahsî ve muhteremdir” görüşünü ısrarla sloganlaştıran Yakup Kadri gibi Fecr-i Âtîciler, “Çatalca önüne dayanan düşman toplarının sesini İstanbul’dan duyunca” artık “Sanat evvelâ bir cemiyetin, bir milletin malıdır, sonra da bir devrin ifadesidir. Bunlardan tecrit edilmiş bir sanatın ne manası ne kıymeti vardır. Müstakil sanat, müstakil vatanda olabilir”(Karaosmanoğlu, 1933, 26) görüşüne varmıştır. Mazisi Tanzimat yıllarına uzanan Türkçenin sadeleştirilmesi davasına 1911’de yeni bir şekil veren Genç Kalemler (Selanik) dergisinde başlatılan dilde sadeleşme ve edebiyatta “millîleşme” sürecinin yoğunluk kazanması, işte bu ruh hâliyle ilgilidir. [68]
Millî Edebiyat’ın belirleyici karakterini Genç Kalemler dergisinde başlayan Yeni Lisan hareketi oluşturur. Öncüleri ise Ziya Gökalp (1876-1924), Ömer Seyfettin (1884-1920) ve Ali Canip (Yöntem, 1887-1967)’dir. Ziya Gökalp Yeni Lisan’ın fikir babasıdır. Türk milliyetçiliği ile ilgili söylemlerini makaleleri yoluyla olduğu kadar şiirleriyle de anlatmaya çalışır. Bu durum Ömer Seyfettin ve Ali Canip için de geçerlidir. Üstelik Ömer Seyfettin’e makale ve şiirin yanında hatta daha baskın olarak hikâyeyi de eklemek gerekir. Yine Halide Edip (Adıvar, 1882-1964)’le sonraki yıllarda bu anlayışa katılan Yakup Kadri (Karaosmanoğlu, 1889-1974), Refik Halit (Karay, 1888-1965), Aka Gündüz (1886-1958), Reşat Nuri (Güntekin, 1889-1956), Ahmet Hikmet (Müftüoğlu, 1870-1927) Millî Edebiyat’ın roman ve hikâyedeki temsilcileridirler.[69]
Şiirde ise Ziya Gökalp (1876-1924), Ömer Seyfettin (1884-1920) ve Ali Canip (Yöntem, 1887-1967)’ten başka Fuad Köprülü (1890-1966), Mithat Cemal (Kuntay, 1895-1956), Halide Nusret (Zorlutuna, 1901-1983), fiükûfe Nihal (Başar 1896-1973), Faruk Nafiz (Çamlıbel, 1898-1973), Enis Behiç (Koryürek, 1892-1949), Orhan Seyfi (Orhon, 1890-1972), Halit Fahri (Ozansoy, 1891-1971), Yusuf Ziya (Ortaç, 1895-1967) önde gelen temsilcilerdir.[70]
Yahya Kemal (Beyatlı, 1884-1958) ve Mehmet Âkif (Ersoy, 1873-1936) Millî Edebiyat anlayışının içinde olmasalar ve vezin kullanımı gibi bir takım temel konularda ayrılsalar da dönem şiirinin kendini bulmasında etkili olmuş isimlerdir. Öte yandan bu iki ismi, düşünceleri bakımından da devri şekillendiren isimlerin içinde ve hatta başında saymak gerekir.[71]
Mehmet Emin(Yurdakul, 1869-1944)
1869 yılında İstanbul’un, Beşiktaş semtinde doğdu. Babası balıkçılıkla uğraşan Salih Reis’tir. Beşiktaş Askeri Rüştiyesi’nden sonra devam ettiği Mekteb-i Mülkiye’nin İdadi bölümünden ayrıldı, devlet memurluğuna başladı. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesiydi. Şiirleri ile hükümeti eleştirince 1907’de İstanbul’dan uzaklaştırılıp Erzurum’da görevlendirildi. II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi ile sonuçlanan 31 Mart Olayı’ndan sonra İstanbul’a çağrıldı; 1909’da Hicaz, 1910’da Sivas valiliği yaptı. Çalışmasının engellendiği gerekçesiyle 1910 yılında istifa ederek İstanbul’a geri döndü. “Türk kültürü, dili ve sanatının geliştirilmesi amacıyla” kurulan Türk Ocağı adlı örgütün kurucuları arasında yer aldı Örgütün ilk genel başkanı oldu, çıkarılan Türk Yurdu Dergisi’nin sorumluluğunu üstlendi. Ancak henüz dergi çıkmadan İttihat ve Terakki Cemiyeti ile anlaşmazlığa düşünce Erzurum’a vali olarak atandı, 1912’de bu görevde iken emekliye ayrılmak zorunda bırakıldı. [72]
İstanbul’a dönüp Türkçülük düşüncesini yaymak üzere yayıncılık yapmaya devam etti.1921’de Milli Mücadele'ye katılmak için Anadolu’ya geçti. Antalya, Adana, İzmir yörelerinde dolaşarak halkın ve ordunun manevi gücünü arttırıcı konuşmalar yaptı. TBMM’de önce Şebinkarahisar, sonra da Urfa ve İstanbul milletvekili olarak beş dönem görev yaptı. Milletvekilliğini ölümüne kadar sürdürdü.[73]
Bütün şiirlerinde sade bir dil ve hece ölçüsü kullandı; konularını toplum dertlerinden, sosyal-epik hayat sahnelerinden aldı; uyarıcı-öğretici şiirler yazdı. "Türk Şairi", "Milli Şair" diye anılır. 14 Ocak 1944 tarihinde İstanbul’da öldü.[74]
Mehmet Emin, millî edebiyat şiirinin erken sesidir. Yetişme yıllarından getirdikleri, çocukluktan itibaren okudukları ve Cemalettin Efgani’nin sohbetlerinden aldığı etkilerle sanatçı kimliğini oluşturdu. Yayımladığı Türkçe Şiirler’le modern Türk edebiyatında hece vezni ve sade Türkçeyle yazılmış şiirin öncülüğünü yapar. [75]
Mehmet Akif Ersoy (1873–1936)
İstanbul Fatih’te doğdu, yine İstanbul’da vefat etti. Babası Fatih Medresesi müderrisi Mehmet Efendi’dir. Aslen Arnavuttur. Fatih Mekteb-i İdâdîsi’ni bitirdi. Mülkiye’nin (Siyasal Bilgiler) Âlî kısmına geçti. Ancak babasının vefatı nedeniyle hazır bir mesleğe sahip olmak için baytar mektebine gitti. [76]
Birçok yerde baytar olarak çalıştı. 1908’de Dâru’l-Fünûn’un Edebiyât-ı Osmâniye müderrisliğine tayin oldu. 1913’te İttihât Terakkîciler, Âkif’în çıkardığı Sebîlü’r-Reşâd dergisinin yayın çizgisini beğenmemeleri sebebiyle Âkif, Dâru’l-Fünûn’daki hocalık görevinden istifa etmek zorunda kaldı.[77]
Âkif İslâmcı bir düşünürdür. İslâmcı düşünceye geçişi Muallim Nâci vasıtasıyla olmuştur. Mehmed Âkif’in itikad dışında bir dünya nizamı olarak ele aldığı İslâm'ı daima çağındaki meselelere en isabetli çözümler üretecek şekilde takdim etmesi dikkati çekmektedir. "Böyle gördük dedemizden" demenin mânasıyoktur. "Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı/ Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm'ı" mısralarıbu konudaki kanaatlerini ifade eden bir formüldür.[78]
Aktif bir siyaset ve ideoloji adamı olmayan Âkif İslâmî ananeye uygun danışmaya ve hürriyete dayalı meşrutî bir rejim taraftarı olarak II. Abdülhamid'in sıkıyönetiminin aleyhinde bulunmuş, 1908'den önce dönemin aydınlarıarasında yaygın olan gizli komite faaliyetleriyle bir ilişkisi olmamıştır. Ayrıca Meşrutiyet'in ilânından kısa bir süre sonra Fatin Hoca (Gökmen) tarafından İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne kaydedilirken üyelerin cemiyetin bütün kararlarına kayıtsız şartsız uyacakları şeklindeki yemin cümlesinin değiştirilmesini şart koşmasıonun seciyesini ortaya koyan en dikkat çekici anekdotlardan biridir. Ancak bu üyeliği de İttihat ve Terakkî'nin Şehzadebaşı İlmiye Mahfili'nde bir süre Arap edebiyatı dersleri vermekten ibaret kalmış, cemiyetin maceracı iç ve dışsiyasetiyle İslâm'a karşı çıkan aydınların tesiri altında hareket etmesi üzerine kısa süre sonra muhalefete geçmiştir. [79]
Âkif, makale ve şiirlerinde İslam’ı modernleşmeyle uzlaştıran görüşlerini dile getirir. Bunlar Sırat-ı Müstakim dergisinde okuyucusuna ulaşırlar. Mehmet Âkif İslam’ın kavmiyete karşı olduğu Türkçülerinse kavmiyetçi olduklarını belirterek Türkçü anlayıştan ayrılır. Ancak Türkçülerle özellikle de Ziya Gökalp’la halkın önünde tartışmak ve bu iki görüşü birbirine yaklaştırmak istemiş, fakat bu arzusu cevapsız kalmıştır. Ancak Balkan Savaşlarından itibaren ülke üzerinde dolaşan tehlikeler Âkif’in de Millî Mücadele’ye katılmasını gerektirmiştir. Gökalp’ın Türklüğün değişmez ve tamamlayıcı değeri olarak İslam’ı göstermesi Âkif’in Anadolu’da cami kürsülerinden verdiği vaazlarla halkta millî mücadele şuurunu uyandırması, önceleri birbirine tezatmış gibi görünen bu iki düşüncenin değişen şartlar içerisinde birbirine yakınlaştığını göstermektedir. Mehmet Âkif, şiirlerini yedi kitaptan meydana gelmiş olan Safahat’ta toplamıştır. [80]
I. Dünya Savaşı’nda Mısır ve Hicaz’da görevler yaptı. Anadolu’nun birçok yerini gezerek insanların Millî Mücadele’ye destek vermeleri için büyük gayret sarfetti. I. Meclis’te (1920) Burdur milletvekilli oldu. 12 Mart 1921’de İstiklâl MarşıTBMM’de millî marş olarak kabul edildi. Şiirine karşılık verilen para ödülünü büyük imkânsızlıklar içinde olmasına rağmen kabul etmedi. İkinci meclis döneminde kurulan hükümetle uyuşmaması nedeniyle Ekim 1923’te Mısır’a gitti. Buna rağmen meclis ona Kur’an-ı Kerîm meâli hazırlaması görevini verdi ve kendisi de kabul etti. Ancak muhtelif bazı gerekçelerle ölümünden sonra hazırladığı meâlin yakılmasını istedi. 1926’dan 1936’ya kadar Mısır’dan Türkiye’ye hiç dönmedi. [81]
1935’te karaciğerinden rahatsızlandı. 1936’da İstanbul’a geldi. Bu rahatsızlık onu ölüme götürdü. Edirnekapı Mezarlığı’nda en yakın dostu Babanzâde Ahmet Naîm’in yanına vasiyeti gereği defnedildi. [82]
Yahya Kemal (Beyatlı, 1884-1958)
Yahya Kemal, edebiyat sanatındaki en iyi eserlerini sonraki yıllarda verdiği ve bu anlamda asıl tesirlerini daha çok Cumhuriyet yıllarında yaptığı için Cumhuriyet devri sanatçılarından sayılabilir. Fakat sanat görüşü, Millî Edebiyat yıllarında etkili bir şekilde yönlendirdiği fikir ve sanat hareketleri içerisinde olgunlaşmıştır. Meşrutiyet sonrasında Fransa’dan dönerken Fransız şiirinin kendini yenileme yollarını Türk şiirine uygulama konusunda zihninde birtakım birikimler de getiren Yahya Kemal, bir yandan da tarihin içinde Türk’ün yerini aramakla meşguldür.[83]
Yahya Kemal’in 1910’lu yıllardaki asıl etkisi sanatından çok fikirleriyle olur. Fransa’da bulunduğu yıllarda etkilendiği toprağa bağlı milliyetçilik fikrini sohbetleri ve yazıları aracılığıyla yayar. Devrin meselelerine realist bir çözüm önerisi getiren bu fikir, Anadolu’da gelişecek olan Millî Mücadele ve sonrasının felsefesini de oluşturur.[84]
1912’de Türkiye’ye dönen Yahya Kemal’in sanat ve düşünce dünyasının özünü Albert Sorel ve Camille Julian’ın düşünceleri oluşturmaktadır. Sorel’in “Dünyada henüz keşfedilmemiş iki şey vardır: Coğrafyada kutup ve tarihte Türklük” cümlesiyle Julian’ın toprağa bağlı milliyetçilik görüşünü ifade eden “Fransız toprağı bin yılda Fransız milletini yarattı” cümlesi, Yahya Kemal’in düşüncesinin temellerini oluşturur. Sanatçı Birinci Dünya Savaşının sonları ve Mütareke yıllarında gençlere verdiği dersler ve onlarla yaptığı sohbetlerde hem kendi düşüncesini geliştirmiş hem de etki alanını genişletmiştir. Peyami Safa “Yahya Kemal’in en köklü ve soylu tarafı, şiirlerinden ziyade sohbetlerinde ifadesini bulan tarih aşkıdır” diyerek onun etkili ve tarihe odaklanmış sohbetlerini değerlendirmektedir.[85]
Gerçekten de tarih, Yahya Kemal’in zihnini sürekli meşgul eden, şiirinin ve özellikle de nesrinin etrafında döndüğü, adeta bir aşk hâlinde bağlı olduğu konudur. Şaire göre 20. yüzyılın başında milletçe içine düşülen felaketlerin sebebi, milletin tarih bilmezliği ile bizzat kendi tarihine olan kayıtsızlıkta yatmaktadır. [86]
Dipnotlar
[1] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[2] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[3] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[4] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[5] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[6] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[7] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[8]http://tr.wikipedia.org/wiki/Recaizade_Mahmud_Ekrem
[9]http://tr.wikipedia.org/wiki/Abd%C3%BClhak_Hamit_Tarhan
[10] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[11] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[12] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[13] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[14] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[15] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[16] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[17] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[18] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[19] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[20] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-I, Anadolu Üniversitesi
[21] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-II, Anadolu Üniversitesi
[22] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-II, Anadolu Üniversitesi
[23] Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı-II, Anadolu Üniversitesi
[24] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[25] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[26] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[27] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[28] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[29] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[30] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[31] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[32]http://tr.wikipedia.org/wiki/Tevfik_Fikret
[33] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[34] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[35] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[36] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[37]http://tr.wikipedia.org/wiki/Halit_Ziya_U%C5%9Fakl%C4%B1gil
[38]http://tr.wikipedia.org/wiki/Halit_Ziya_U%C5%9Fakl%C4%B1gil
[39]http://tr.wikipedia.org/wiki/Halit_Ziya_U%C5%9Fakl%C4%B1gil
[40]http://tr.wikipedia.org/wiki/Halit_Ziya_U%C5%9Fakl%C4%B1gil
[41] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[42] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[43] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[44] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[45] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[46] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[47] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[48] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[49] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[50] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[51] II. Abdülhamit Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[52] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[53] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[54] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[55] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[56] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[57] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[58] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[59] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[60] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[61] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[62] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[63] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[64] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[65] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[66] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[67] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[68] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[69] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[70] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[71] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[72]http://tr.wikipedia.org/wiki/Mehmet_Emin_Yurdakul
[73]http://tr.wikipedia.org/wiki/Mehmet_Emin_Yurdakul
[74]http://tr.wikipedia.org/wiki/Mehmet_Emin_Yurdakul
[75] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[76] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi
[77] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi
[78] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi
[79] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi
[80] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[81] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi
[82] İslam Düşünce Tarihi, Anadolu Üniversitesi
[83] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[84] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[85] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
[86] II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Anadolu Üniversitesi
Son Dönem Osmanlı Edebiyatı