top of page


19. yüzyılın ikinci yarısında Pera, 16 diplomatik heyete ev sahipliği yapıyordu. Pera'daki iletişim dili Fransızcaydı. Aslında burada az sayıda Fransız (İstanbul'da Frenk olarak adlandırılıyorlardı) bulunduğu halde, Fransa'nın Pera'daki egemen kültürel ve siyasi konumu korundu ve yüzyılın sonuna kadar da iyice pekişti. Ubicini'ye göre 1849 yılında Pera'daki Fransız sakinlerin sayısı bin civarındaydı; o dönemde bölgenin toplam nüfusu 28 bin ila 30 bindi ve Fransızlar dışında başka milletlerden insanları da kapsıyordu. 6.000 Rum, 1.000 Maltalı ve lyonyalı, 1.600 Avusturyalı, 1.000 Rus vardı ve geri kalanlar da Ermeni, İngiliz, Sardinyalı, Prusyalı, Amerikalı ve İranlıydı.[14]

 

Pera bölgesinin sınırları başlangıçta kesin olarak belirlenmişti. İnşaat alanının sınırlı olmasından dolayı, ekonomik fırsatların çekiciliğine kapılarak buraya gelen herkesi yerleştirmek kolay değildi. Bu durum bölgenin mimari planında belirleyici oldu; mevcut inşaat alanından sonuna dek yararlanmak için yüksek binalar ve çok dar sokaklar tasarlandı. Tahmin edilebileceği gibi ev kiraları ve fiyatları da tırmandı. Örneğin tek bir odanın kirası, Paris'teki en iyi otelin iki ya da üç odalı süitinden daha pahalıydı. Arsasıyla birlikte 80 bin kuruş değerindeki ortalama bir evin yıllık kirası 15 bin ila 16 bin kuruştu. Pera'da 80 cm2'lik bir arsanın bedeli 1.000 ila 1.200 kuruş iken kent merkezinin dışında, aynı büyüklükte bir arsanın bedeli yalnızca 15 ila 20 kuruştu. Pera'nın çevresinde, genellikle de Tophane, Fındıklı ve Cihangir'e inen eteklerde bina inşa etmek üzere memurlara rüşvet vererek izin alan pek çok Avrupalı bir gecede zengin olmuştu.[15]

 

Galata’nın Yükselişi

19. yüzyılın ikinci yarısında Galata, çok önemli bir toplumsal ve ekonomik değişimden geçen ve ekonomik ve etnik bakımdan kendi bünyesine dahil olan Pera'nın yerini aldı. Pera'nın sahte Avrupai kültürel özellikleri de bu dönemde Galata'ya aktarıldı. [16]

 

Frenklerin Pera'da hâkim topluluk olarak gerilemeye başlamaları, kısmen Türklere ve diğer etnik Osmanlı topluluklarına yönelik kısıtlayıcı tavırlarından kaynaklanıyordu; yoğun bir karşılıklı ticari etkileşime engel oluyorlardı. Bu dönemde İngilizler ticaretin yaygın olarak serbestleştirilmesini savunuyor ve Rumlara, Akdeniz ve Ortadoğu'da ticari hegemonyalarını kurmakta kendilerine yardımcı olacak en uygun topluluk olarak bakıyorlardı.[17]

 

Osmanlı devletinin 1838 yılında İngiltere'yle yaptığı ilk ticaret antlaşması, pek çok ticaret sınırlandırmasını ortadan kaldırmıştı. Bunun ardından İngiltere’de üretilen mallar Osmanlı ülkesine adeta yağdı. Zanaatkârlar ve küçük dükkân sahiplerinden oluşan Müslüman Osmanlı orta sınıfı birkaç yıl içerisinde ortadan kalktı. Esas işlevleri, makineyle üretildiği için daha ucuza çıkan Avrupa mallarını dağıtmak ve bu süreç içinde Avrupa'nın himayesi altında Avrupalıların temsilciliğini yapmak olan yeni bir Rum ve Ermeni orta sınıfı iktidara yükseldi. [18]

 

1856 Fermanı (Islahat Fermanı), Müslümanlar ve gayrimüslimler arasında güya eşitlik sağlamıştı. Oysa aslında Hıristiyanların ekonomik güç kazanmasına yaradı. 29 Nisan 1861 tarihinde Babıâli ve İngiltere arasında Kanlıca'da imzalanan ticari antlaşma, İngilizlere geniş bir ticaret özgürlüğü ve Osmanlı topraklarında daha fazla ayrıcalık sağladı. Başlıca ithalat limanı olarak İstanbul, bu gelişimin yarattığı toplumsal ve siyasal dönüşümün merkezi haline geldi.[19]
 

19. Yüzyılda İstanbul:

Osmanlı’nın Başkentinde Sosyal Değişim 


Dini topluluklar, bütün farkların silinmiş göründüğü çarşı dışında, gündelik yaşantılarında birbirlerine hiç karışmadan geleneksel mahallelerinde yaşıyorlardı. Bazı özel haklardan yararlanan Rumlar daha çok Fener, Samatya, Cibali ve Boğaz kıyısındaki köylerin bir kısmına yerleşmişlerdi. Ermeniler daha çok Kumkapı ve Samatya'da oturuyorlardı. Yahudiler Balat, Hasköy, Kasımpaşa ve başka bazı yerlerde yaşıyorlardı. Pera ya da Beyoğlu, Avrupalı büyükelçilerin yerleşim yeriydi, ancak ileride kazanacağı öneme dair bir ipucu vermiyordu.[3]

 

19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul yaşamının, Galata'da ve özellikle Pera’da (Beyoğlu) kurulan merkezler aracılığıyla Avrupa'nın etkisi altına girdiği görülmektedir. Eski kentin tam karşısında ve Haliç'in kuzey kıyısında yer alan, Avrupalıların yerleşmiş olduğu modern Pera (Beyoğlu) ve Galata bölgeleri büyüyerek Avrupa kentlerinin bir nevi sömürgeleşmiş kopyası halini alırken, eski kent duraklamaya başladı ve hatta düşüşe geçti. Bu dönemde Pera toplumsal açıdan giderek önem kazanan bir merkez haline gelerek Avrupa'nın, tüm etkinlik alanlarında geleneksel Osmanlı kültürüne üstün gelmesini simgeler oldu. [4]

 

Tüm Osmanlı ülkesi gibi kent de yeni bir göçmen akınına uğradı; ayrıca, Avrupa'daki liberal siyasal düşüncelerin ve kapitalizmin büyümekte olan etkisi altına girdi. Bu dış faktörlerin tesiriyle yaşanan değişim sırasında Avrupa'daki mimari üsluplarla kentsel örgütlenme ve idare modelleri de benimsenmeye başladı. [5]

 

İstanbul'un fiziksel ve ekonomik dönüşümü çok önemli bir kültürel değişimi de beraberinde getirdi. Hem Osmanlı kaynakları hem de yabancı gözlemciler, 1844-1880 yılları arasındaki kent nüfusunun % 50'den fazlasının gayrimüslim olduğu konusunda uzlaşmaktadır. Bununla birlikte, 1885 yılına gelindiğinde Müslüman nüfusun oranı % 54'ün üstüne çıktı ve 1900'de, gayrimüslimlerin toplam sayısının da artmasına karşın bu oran neredeyse % 70'e ulaştı. Bu nedenle, yüzyılın sonunda sömürgeleşme süreci tersine dönmüş ve İstanbul, 15. yüzyıldan 19. yüzyılın başına dek olduğu gibi bir kez daha Türk ve Müslüman özelliklerine bürünmüştü. [6]

 

Kafkaslar ve Balkanlar'dan gelen göçmenlerle birlikte sermayenin ve becerilerin akışı, kenti, bir kültür ve girişim merkezi haline getirmişti. İstanbul 19. yüzyılda, Osmanlı devletinin siyasal başkenti olmasının yanı sıra bir iletişim merkezi (çünkü basın burada yoğunlaşmıştı), sürgündeki seçkinlerin buluşma yeri ve hızla değişen bir toplumun ekonomisinin can damarı olarak da yeni bir rol oynamaya başladı. [7]

İstanbul’un Nüfusu

İlk sayımların çoğu başkentten “Dersaadet  ve Bilad-i Selase” olarak söz eder. Bu terim, ana kenti (sur içi) ve üç “ilçeyi” – Eyüp, Galata ve Üsküdar’ı” kapsıyordu. 1882 yılından sonra kentin en gözde bölgeleri haline gelen Osmanbey, Şişli, Bomanti, Maçka gibi yeni bölgeler ve Pera’nın kuzey ve kuzeybatısındaki diğer yerler de sayıma dahil edildi. [8]

Pera’nın Yükselişi

Pera (Bugünkü Taksim), Fransız sefirinin 16. yüzyılda burada ikamet etmeye başlamasıyla birlikte belirgin bir Avrupai özellik kazanmıştı. Ancak başlangıçta, yöreye önemli bir etkisi olmadı bunun. Pera'nın siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan ünlenmesi, Avrupa'nın Osmanlı devleti üzerindeki etkisinin artmasının doğrudan bir sonucuydu. Pera Osmanlıların Avrupalılar tarafından yaratılan ikinci başkenti oldu ve imparatorluğun yazgısında yaşamsal bir etki kazandı.[10]
 


19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul'un modern Avrupai bölgesi Pera'nın yükselişine tanık olundu. Aslında Pera (Galata'yla birlikte) neredeyse her bakımdan bağımsız bir kent halini almıştı. 19. yüzyılın ikinci yarısında Pera'nın nüfusu büyük ölçüde gayrimüslimlerden -çoğunlukla Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Fransızlar, Avusturyalılar ve başka milletlere mensup kişilerden- oluşuyordu. Büyük ticaret kurumlarının ve bankaların merkez şubeleri buradaydı. Modern dükkânlar, tiyatrolar ve Avrupa tarzında eğlence yerleri, modern okulların ve askeri kurumların bazıları da Pera'da ya da civarında yer alıyordu. Pera, yalnızca İstanbul için değil, bütün imparatorluk için modernliğin simgesi haline gelmişti.[12]
 

19. yüzyıl İstanbul’u

18. yüzyılın sonuna doğru ve 19. yüzyılın başında, İstanbul'da geleneksel yaşamın köklü bir değişime gebe olduğunu belirten gözle görülür hiçbir işaret yoktu. Gerçekte, 18. yüzyıldaki ve 19. yüzyılın başındaki İstanbul yaşamının portresi, ufak tefek birkaç fark dışında 16. ve 17. yüzyıllardaki yaşamın portresiyle aynıydı. Kent hâlâ üç ana bölümden oluşmaktaydı; en önemli bölümü Marmara Denizi kıyılarıyla Altın Boynuz, yani Haliç'teki savunma surları arasında yoğunlaşmıştı. Haliç'in diğer tarafındaki eski Ceneviz Mahallesi Galata ile Asya yakasındaki Üsküdar da kentin diğer iki önemli bölgesiydi. Boğaz'ın her iki yakasındaki çok sayıda küçük köy de kentin birer parçasıydı. [1]
 

Galata, İstanbul'un hızla gelişen, modern iş bölgesiydi. Burada çalışan Rum ve bir dereceye kadar da Ermeni ve Yahudi tüccarlar, büyük bir ekonomik güç kazanmışlardı. İngilizlerin Osmanlı devletinde ve İstanbul'da sağlam bir ekonomik üs kurma girişimlerinden istifade eden Rum tüccarlar, iş alanında ön saflarda bulunan Frenklerin yerini aldılar. Bu arada kültür ve dil bakımından kendilerini Fransızlarla bir tutmaya devam ettiler. [21]

Frenkleri iktidarlarından eden Galata tacirleri daha sonra Fransız kültürünün en büyük destekçisi oldular. Neredeyse hepsi Türkçe ve Rumca bildikleri halde iş dili olarak önceleri İtalyanca konuşuyorlardı. Zenginleşip güç kazanmaya başlamalarıyla birlikte Fransızca uğruna İtalyancadan vazgeçtiler. Evlerini Pera'da kurdular. Gün içinde Galata'daki ofislerinde çalışıyor, akşamları iki bölgeyi birbirine bağlayan dik yokuştan geçerek evlerine dönüyorlardı. Gerçekten de 1850 yılından sonra Galatalı tacirler, Pera'da çok pahalı evler satın almaya başladılar ve sık sık diplomatik heyetlerin konuğu oldular. Kızları ve oğulları, Avrupalıların düzenlediği toplumsal etkinliklere katıldı ve Avrupa sanatına ve edebiyatına dair bilgilerini sergileyip Fransızca konuşmaya çaba gösterdiler. Fransızca bilmek, ne kadar yetersiz olursa olsun, modernliğin ve ayrıcalığın göstergesi oldu… [22]

 

Pera'daki Avrupalılar normal olarak haftada birkaç kez tiyatroya, akşam yemeğine ve zaman zaman da yalnızca üst sınıf üyelerinin davet edildiği balolara giderek eğleniyorlardı. Pera, pek çok deniz hattı sayesinde Batıyla bağlantısı kesintisiz sürdüğü için Avrupa'dan istediği her şeyi alabildi. Aslında Pera, Avrupa egemenliğinin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki bir üssüydü. “Bu kent (Pera), İstanbul'a bağlı olmakla birlikte Pekin ya da Kalküta'dan ne kadar ayrıysa İstanbul'dan da o kadar farklı" diye yazılıyordu.[23]

 

Gayrimüslimlerin Laikleşmesi

Ekonomik etkileşimin artması ve etnik ve dini topluluklar arasındaki iletişimin yaygınlaşmasıyla İstanbul'daki gayrimüslim cemaatler de büyüdü. Pera ve Galata'da özellikle Avrupalılarla birlikte çalışanlar kendilerini din büyükleriyle yükselmekte olarak tüccar, zanaatkar ve meslek gruplarının önde gelenleri arasındaki çekişmenin ortasında buldular. İş çevreleri laik bir yaklaşım geliştirmiş ve din adamlarının, Batı karşıtı tavırlarından farklı olarak Avrupa iktisat felsefesini, milliyet ve din kavramlarını benimsemişlerdi. Eski millet düzeninde, tutucu din adamları görünürde üstünlüklerini koruyordu ve işadamlarıyla profesyonellerin güç kazanması önleniyordu. [24]Sonunda, 1860'lı yıllarda üç eski millet (Ortodoks, Ermeni ve Yahudi cemaatleri), cemaatlerinin meselelerini idare etme yetkisini laik unsura yani tüccarlara ve entelektüellere vermek üzere yeniden örgütlendi. Millet reformu, dini cemaatlerin eninde sonunda daha büyük milli topluluklarla karışmasını sağlayarak Babıâli'ye bağlılıklarının büyük ölçüde zayıflamasına ve Avrupa'nın etkisine iyice açık hale gelmelerine neden oldu. [25]

 

Pera ve çevresinde pek çok yeni kilise, mezarlık ve okul yapılması gayrimüslim cemaatlerin büyümesinin güçlü bir kanıtıdır… Gayrimüslim ticaret toplulukları, Avrupa işletmeleriyle yakın ilişkileri sayesinde ekonomik açıdan rahata kavuşmuş olmanın bedelini ödemek zorunda kaldılar: Pera ve Galata'da yaşayan Rumlar ve Ermeniler, Fransız ve İngiliz misyonerlerin vazettiği Katolikliğe ve Protestanlığa geçmeye eğilimliydiler. [26]

 

Toplum Piramidi

Pera'daki "modern" yaşamın, özgün bir ulusal ya da toplumsal kökü yoktu. Birkaç istisna dışında tüccar topluluklar, ekonomik ve toplumsal konumlarını Fransızlara, İngilizlere, Almanlara ve hizmet ettikleri diğer Avrupalı güçlere borçluydular... Toplumsal piramit, Avrupa'ya olan bağımlılığı yansıtıyordu. En tepede... diplomatik heyetler ve onların geniş personeli bulunuyordu. İkinci sıradaki sosyal grup, yeni ekonominin seçkinlerinden,  yeni ticari atılımlarda bulunarak ve Avrupalı diplomat patronlarının ana dilini benimseyerek sürekli daha yüksek bir toplumsal konuma çıkmaya çalışan bankacılar, tüccarlar, dükkân sahipleri ve bunların aileleriyle yakınlarından oluşuyordu. Doktorlar, muhasebeciler, dil öğretmenleri ve diğer meslek grupları Pera'nın üçüncü toplumsal tabakasını; alt kademelerdeki görevliler, hizmetçiler ve vasıfsız işçiler ise dördüncü toplumsal tabakayı oluşturuyordu; bir de Avrupalılarla iş ilişkilerine giren ve Pera'daki "modern" yaşamdan yana tavır almaya başlamış Müslüman Türklerden oluşan bir topluluk vardı.[27]
 

Pera ve Galata ile bu bölgenin kuzeyinde kurulmuş olan yerleşim yerlerinde, eski kentteki yaşamın neredeyse bütün alışkanlık ve geleneklerinden farklı, kente özgü yeni bir yaşam tarzının geliştiği aşikârdır. Modern kent yaşamı anlayışı, her şeyden önce gelir artışından kaynaklanan maddi refahla ilgiliydi. Bu nedenle Pera ve komşu bölgeleri, yalnızca modernliği değil, aynı zamanda zenginliği ve yüksek toplumsal konumu da simgeler olmuştu. Avrupa hayatı, çoğu hâlâ eski kentte yaşayan yeni Müslüman kuşağın en büyük hayali haline gelmişti. Başarının onlar için anlamı, bir ev satın alabilmek ve İstanbul’un modern bölümünde egemen olan hayat tarzını benimsemekti.[36]

 

İstanbul’da Basın Yayın

İstanbul'un çehresindeki bu hızlı değişimin betimlemesi iletişim ve ulaşımın yaygınlaşmasından söz edilmediği takdirde eksik kalır. Bir çeşit bülten olan ilk Türk gazetesi Takvim-i Vekayi hükümet tarafından 1831 yılında yayımlanmıştı. Bu gazetenin her cumartesi çıkan Fransızca bir baskısı da yapılıyordu. Gazetenin okuyuculara cazip gelen ve basma saygınlık kazandıran sıra dışı bir özelliği vardı: Başmakaleyi çoğu zaman sultan yazıyordu. Walsh, bu yayının ne denli etkili olduğunu çok güzel anlatmaktadır:[37]

 

"İmparatorluktaki haber yayını böylelikle kısa sürede her kesimden insanın ilgisini çekti. Gazete kahvehanelere girdi. Önceden kahve ve tütünden yarı sersemleşmiş bir halde uyukladığını gördüğüm Türk insanını artık elinde bir gazete, hevesle haberleri sökmeye çalışırken görüyorum. Kıraathaneler haberlerin en alışılmış biçimde iletildiği yerler. Haber dinlemek isteyenler burada kendilerine yer açarak toplanıyorlar... (gazete okuyan kişiye) gösterilen dikkat, bir hikâyeciye gösterdiklerini gördüğüm dikkatten çok daha farklı. Ne bir gülme ne bir ciddiyetsizlik var. Hepsinin büyük bir dikkatle dinlediği görülüyor... İmparatorluğun reayası böyle bir yayının anlamını sezmekte gecikmedi ve benzerlerinin yayınlanmasına izin verilmesinden dolayı memnuniyet duydu."[38]

 

Takvim-i Vekayi'yı kısa bir süre sonra, ortak tirajları 32 bin olan Ceride-i Havadis ve Tercüman-ı Hakikat izledi. Aynı zamanda dokuz haftalık dergi vardı ve hepsinin toplam tirajı 10 bindi. İngiliz ve Fransız günlük basınının (Moniteur Oriental, Levant Herald, Eastem Express, La Turquie) ve aralarında üç ticari yorum dergisinin de bulunduğu haftalıkların toplam tirajı yaklaşık 25 bin (günlükler için 20 bin)di. Ayrıca dokuz yayını olan Rumca basının toplam tirajı 17 bin ila 18 bindi. Ermenice beş günlük gazetenin ve sekiz haftalık derginin tirajı yaklaşık 10 bindi. Ayrıca Almanca, İtalyanca ve Sırpça birer gazete vardı. Yahudilerin biri İspanyolca (Sefaradların kullandığı Ladino dilinde) ve diğeri İbranice olmak üzere iki günlük gazetesi vardı. Böylelikle 19. yüzyılın sonunda İstanbullu vatandaşlar, belki de 300 bini bulan kent nüfusunun büyük bir bölümü, kentte konuşulan dillerden birinde bir çeşit günlük ya da haftalık bir yayını takip edebiliyordu. Ancak nakliyat sorunları gazetelerin vilayetlere gönderilmesinde hâlâ bir engel oluşturuyordu.[39]

 

Ulaşım İmkânlarının Artması

Son olarak, ulaşımın gelişmesi İstanbul'la Avrupa ve nihayet başkentle iç kesimler arasındaki iletişimi yoğunlaştırdı. Buharlı gemi sayesinde, İstanbul'dan Marsilya'ya ulaşım süresi altı haftadan altı güne kadar indi. 19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul'u dünyanın her yerine bağlayan 20 kadar denizyolu hattı vardı. Birkaç yıl sonra Fransız denetimindeki denizcilik kurumu Şirket-i Hayriyye'ye yolcu taşıma imtiyazı tanındı. Bu şirket, Boğaz'da ve Haliç'te vapur hatları ağı kurdu. Demiryolları sayesinde başkentle iletişim daha da yaygınlaştı. Avrupa'dan gelen hat, İstanbul'da yeni inşa edilmiş bir terminal olan Sirkeci’de sona ererken Asya yakasındaki muazzam Haydarpaşa binasından itibaren de uzun bir Asya hattı başlıyordu. Modern posta hizmeti 1840 yılında kuruldu ve eski kentte muazzam bir postane binası inşa edildi. [40]

 

Ulusal kültür ve yerel ihtiyaçlar pek dikkate alınmadan, Avrupa'dan olduğu gibi kopya edilen modern eğitim sisteminin de dahil olduğu bütün bu gelişmeler, Batının saygınlığını pekiştirmeye yaramıştı. İstanbul süzgecinden geçen sözde Avrupa kültürü -Pera'daki temsilcileri tarafından sulandırılmış, bayağılaştırılmış ve bozulmuş haliyle- kısa sürede Osmanlı devletinin diğer bölgelerine de yayılmaya başladı.[41]

 

Türkler Avrupa'yla temasın ilk döneminde (yani yaklaşık 1850 yılına kadar), İstanbul'da kendilerine özgü çarpıcı bir uygarlık kurduklarının ve kenti Avrupa'daki benzerlerinden üstün olmasa da eşdeğer sanat yapıtlarıyla ve kamu hizmetleriyle donatmış olduklarının tam anlamıyla farkında görünüyorlardı. 19. yüzyılın ikinci yarısındaysa ulusal kültüre duyulan ilginin yerini Avrupa kültürünü benimseme çabaları aldı.[42]

 

Gelenekselcilik ve modernlik arasındaki çelişki, iki dönemin ideal insanını temsil eden iki tipin betiminde açıkça ifade bulur. Yüzyılın ilk yarısında İstanbullu bir beyefendinin oldukça varlıklı ve iyi bir aile çocuğu olması, Arapça ve Farsça bilmesi, Hafız'ı, Ömer Hayyam'ı, Nedim'i ve diğer şairleri ezbere okuyabilmesi, şiir yazması, hitabetinde kuvvetli, tavırlarında nazik ve zarif olması beklenirdi. Yüzyılın ikinci yarısındaki ideal kentli ise, modern meslek okullarından birinin diplomasına sahip olan, Fransızca bilen, bürokratik hiyerarşide saygın bir konumu bulunan, çekingenliğin ve romantizmin bileşimi olan tavırlarını abartılı bir nezaketle sergileyen biriydi. Bu yeni İstanbullu Efendi (bu terim eğitimli, üst sınıftan erkekleri tanımlamakta kullanılıyordu) siyasal konulara duyarlıydı, ülkesinin ve kültürünün değerini kanıtlamak üzere uzun tartışmalara girmeye yatkındı. Yine de bu "modern" kişinin kendi kültürüyle bağı, aksini iddia etse de hızla zayıflamaktaydı. Beğeniyle Avrupa'yı izliyor, Avrupai davranış biçimlerini taklit ediyor ve ilerlemecilik adına Fransız tarzında giyinmeye başlıyordu. Kültürel yabancılaşma başlamıştı. Batı kültürü, tiyatrosu, edebiyatı ve sanatları, modernlik timsali olan kişiyi büyülüyor, fakat kendi kentinin eski hazinesi onu etkilemiyordu… Avrupa’da imal edilmiş önemsiz bir nesne bile ona paha biçilmez, bir hazine gibi görünüyor ve bir Avrupa kentinde bulunmak hayallerini süslüyordu. [43]

 

Dipnotlar

[1] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[3] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[4] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[5] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[6] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[7] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[8] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[9] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[10] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[12] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[14] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[15] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[16] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[17] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[18] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[19] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[21] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[22] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[23] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[24] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[25] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[26] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[27] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[29] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[30] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[31] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[32] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[34] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[36] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[37] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[38] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[39] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[40] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[41] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[42] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

[43] Osmanlı Nüfusu, Kemal Karpat

 

Ekonomi

Kent aslında mal değiş tokuşunun yapıldığı bir yarı sömürge alan haline gelmişti. Kentin en önemli üreticileri kiremit, çimentolu tuğla, fes, deri eşya, sigara kutusu, çanak çömlek, bavul, tespih, giysi, hurda demirden çivi ve benzeri şeylerin üreticileriydi. Bu işletmelerin çoğu İngilizlere, Fransızlara ya da İsviçrelilere aitti; yalnızca birkaçı Osmanlı devletinin ya da İstanbul yerlilerinin mülkiyetindeydi.[29]

 

Yabancı firmalar, kentte kalmaktaki ısrarlarının da gösterdiği gibi, piyasa ne kadar küçük olursa olsun kâr elde etmeyi hâlâ başarıyorlardı. Örneğin, kentteki toplam dikiş makinesi sayısı yüzyılın sonunda yalnızca 10 bin olduğu halde Singer (Amerikalı), Gretzner, Clemens, Meuller, Kochler, Pfaff, Knoch (hepsi Alman) ve Orosdi Bach (Fransız) gibi başlıca dikiş makinesi imalatçılarının hepsinin İstanbul'da temsilcileri bulunuyordu. İthal edilen başka tip malların daha büyük bir piyasası vardı, İstanbul'da en azından üç şık mağaza, modern görüşlü ve varlıklı müşterilerine yalnızca şapka satıyordu. Avrupa mallarının bir kısmı iç kesimlerdeki kentlere de dağıtılıyordu. Fesch şöyle yazıyordu: [30]

 

"İyi giyinmek, kadın olsun erkek olsun her iki cinsin de büyük arzusudur; bunun dışındaki her şey ikinci planda kalır. İstanbullular, güzel giysilere sahip olmak için her türlü özveride bulunacaklardır. Pera'da çok sayıda Fransız modaevi bulunmaktadır; bunlar zengin müşterilerine seçim yapmalarında ve yeni modaları değerlendirmelerinde yol gösterirler. Onlar olmasa, çoğu zaman taklit edilmiş ve bozulmuş olan ürünlerimizi (Fransız malları)... başkentte gerçek biçimiyle görmek pek kolay olmaz... Çok zarif olan Levantenlerin ayakkabıları da güzel olmalıdır. Fransa'da aynı sınıftan erkeklerin seve seve giydiği o kaba ayakkabıları giymek zorunda kalsalar utançtan yüzleri kızarır…"[31]

 

19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul yaşamında ortaya çıkan kırılma, Pera'daki dükkânlarla kentin eski bölümlerindekiler arasındaki zıtlıkta da açıkça görülmektedir. Eski kentin ticaret yaşamının merkezi hâlâ çarşıydı ve geçmiş yıllarda olduğu gibi işler yine aynı ruhla yürütülüyordu. Dükkânların ne vitrini ne de müşteri çekmek için tasarlanmış bir özelliği vardı. Mallar çekici bir biçimde sergilenmiyor ve tüccarlar, özellikle de Müslümanlar mallarını pazarlamak için hiç çaba göstermiyorlardı. Çarşılar İstanbul'un yoksullarına düşük fiyattan ucuz mal satmakta uzmanlaşmıştı; geleneksel giysiler ve bugün hâlâ büyük bir Müslüman kesim tarafından kullanılmakta olan ev mefruşatı imal etmeye devam ediyorlardı. Çarşı tüccarları arasında Türkler, Ermeniler, Yahudiler ve az sayıda Rum vardı. [32]
 


Yeterli gelire ve uygun psikolojik ve kültürel yapıya sahip Müslümanlar da Pera'daki dükkânların müşterisiydi. Bunların kayda değer bir bölümü yeni egemen bürokrat sınıfın üyesiydi. Modern okullardan mezun olan herkes eninde sonunda bir devlet görevi edindiği için bu sınıfa dahil olanların sayısı sürekli olarak artmaktaydı. Üst düzey bürokratların çoğu, genellikle Pera’nın kuzeyindeki yeni bölgelerden birinde ya da Boğaz'ın kıyı yerleşimlerinde olmak üzere kent dışında yaşıyordu. Büyük bir bölümü, giysilerini ve diğer lüks ihtiyaçlarını Pera ve Galata'daki dükkânlardan sağlıyordu. Bu üst düzey bürokratlar, gelirlerini toplanan vergilerden ve çoğu zaman imtiyaz dağıtmak gibi kazançlı ama yasadışı bir uygulama sayesinde ellerine geçen ek vergi gelirlerinden sağlıyorlardı. Osmanlı bürokratları 1856 yılından sonra gayrimüslim tüccarlar ve Pera entelektüellerinin yanı sıra Avrupalılarla da sık sık bir arada görülebiliyorlardı. Pera ve çevresindeki bölgeler, gözü yükseklerde ve modernlik yanlısı olan Müslümanların zamanla gözde alışveriş ve eğlence merkezleri ve en sonunda da oturdukları yerler haline geldi.[34]
 

Osmanlılar

bottom of page