Kanuni Sultan Süleyman(1520-1566) – 46 yıl
Hatıralar
Kendini Kurtardın Bizi Yaktın
Devleti ihtişamın zirvesine çıkaran bu cihangir Padişah son seferine çıkmadan önce Şeyhülislâm Ebussud Efendi'yi yanına çağırmış ve ona bir çekmece vererek vefat ettiği zaman bu çekmece ile birlikte defnedilmek istediğini söylemişti. Kanuni vefat ettiğinde devrin meşhur âlimleri bir araya gelerek padişahın yaptığı vasiyeti görüştü. İslâm'da eşya ile gömülmek caiz değildir. Ulema bu hükmü hatırlatıyor ve çekmecenin padişah ile birlikte gömülemeyeceğini söylüyorlardı. Sonunda çekmecenin açılmasına karar verildi. Meraklı bakışların altında çekmece açıldı. Bir de ne görsünler, Kanuni'nin idareyi devraldığı andan vefat ettiği ana kadar verdiği kararlara dair Şeyhülislâmdan aldığı fetvaların hepsi bu çekmecede durmuyor mu? Bu tablo karşısında Ebussud Efendi gözyaşlarını tutamamış ve "Ah Süleyman, sen kendini kurtardın, ya biz ne yapacağız?" demiştir.[1]
Ateş Pahası
Kanuni Sultan Süleyman Han, bir gün Çatalca'daki uzun bir gezinti sırasında, yanındakilerle birlikte şiddetli bir yağmura yakalandı. Tebdil-i kıyafet geziyorlardı. Bu yüzden kim oldukları belli değildi. Sığınacak bir yer arandı. Nihayet uzaklarda, kulübe ile ev arası bir yer gördüler. Hava soğuktu. Bir hayli de ıslanmışlardı. Evin kapısını çaldılar. Kapıyı açan ev sahibi, gelenlerin durumlarını görünce hiçbir şey sormadan hemen buyur etti. Evin yanan ocağına biraz daha odun boca ederek ısınmalarına yardımcı oldu. Sultan ve yanındaki birkaç kişi, sedirin üzerinde oturup ısınmanın verdiği rahatlıkla sohbete başladılar. Ev sahibi de ufak tefek ikramlar yapıyordu. Kanuni bir ara muhasibine dönerek:-Şu ateş bin altın değerinde! dedi. Evin sahibi, sohbette konuşulanlardan, bu misafirlerin sıradan kimseler olmadığını anlamıştı. Hiçbir şekilde hürmette kusur etmedi. Yağmur devam ediyordu. Mecburen o geceyi orada geçirdiler. Sabah erkenden kalkıp ev sahibinden yol (izin) istediler. Kibarca:-Bizi burada güzelce ağırladınız. Karnımızı doyurduk, artık ayrılıyoruz. Size borcumuz ne kadardır? diye sordu. Evin sahibi de kibarca:-Bin altın efendim... dedi. Herkes şaşırmıştı. Bu miktar para bir servetti. Böyle olmaması gerektiği hatırlatılınca adam dedi ki:-Bu bin altını siz takdir ettiniz. Zira dün ısınırken şu muhterem insan, bu ateş bin altın değerinde, demişti. Sizleri ağırlamak için yaptığım masrafı, hediye kabul ediniz, onu almıyorum. Kanuni Sultan Süleyman Han bu sözlerden çok hoşlandı. Yanındakilere:-Anlaşıldı, bu istenen para, ateş pahası imiş... dedi. Sonra ev sahibini memnun ederek oradan ayrıldılar. O zamandan sonra, böyle normalin üzerinde istenen bedeller için "Ateş Pahası" tabiri kullanılır oldu.[2]
Bali Beye Öğütler
Kırk altı yıl süren saltanatı müddetince İslamiyet’i yaymaktan başka bir şey düşünmedi. Bu düşüncesini halazadesi, Gazi Bali Beye yazdığı mektup çok güzel ifade etmektedir. Kanuni Sultan Süleyman’ın gençlik çağında, 1526 senesinde kazanmış olduğu Mohaç Meydan Muharebesinde, Macar ordusunu arkadan çevirerek onu tamamen mahv eden Semendire Sancak Beyi Gazi Bali Bey, Mohaç Harbinden yıllar sonra, kendinde mevcut olan ve sancak beylerinin alameti bulunan iki tuğ’un üçe çıkarılmasını rica ederek, padişahtan bir tuğ daha istemişti. Terfi ve terakkinin muayyen yaş, kıdem ve hizmet mukabilinde olduğunu bilen Kanuni, Gazi Bali Beye şu cevabı vermiştir: [3]
“Yadigârım ve Muhterem Lalam Gazi Bali Bey! Berhudar olasın, yüzün ak olsun. Bizden bir tuğ dahi arzu eylemişsin. Henüz bir tuğ zamanı değildir. Sana hazret-i Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellemin fetih tuğunu verdik. Bu ihsan üzerine iyilik olmaz. Bunun şükrünü bilip, yerine getiresin. Bilesin ki bey olmak iki kefeli terazidir. Bir kefesi Cennet ve bir kefesi Cehennem’dir. Bir an adaletle hükmetmek, yetmiş yıllık ibadetten efdaldir. Ahireti hatırdan çıkarmayasın. Serasker olduğun yerlerde ve hükmünün geçtiği mahallerde, zulüm ve düşmanlık etmekten şiddetle sakınasın. Ahirette bize hitab olunursa, senin yakana yapışırım. “Ol vilayetleri kılıcımla feth eyledim.” demeyesin. Memleket, Allahü teala hazretlerinindir. Sakınıp, nefsine gurur getirmeyesin. Feth olunan kalenin mal ve erzakını hep Beytülmal için almışsın. Buna rıza-i hümayunum yoktur. Beşte birini alıp, geri kalanını İslam askerine dağıtasın. İslam askerinin ihtiyarlarını baba, orta yaşlılarını kardeş ve gençlerini oğul bilesin. Babalara hürmet edesin, oğullara şefkat gösteresin. İslam askerine hiçbir veçhile zorluk çektirmeyesin. Nimeti bol veresin. Eğer hazinen tükenirse buraya bildiresin ki, sana bir iki bin kese göndermekten aczim yoktur. Halkın fakirlerini, büyük vazifelerle rencide ettirmekten şiddetle kaçınasın ki, bizim halkımızı rahat görüp, küffar halkı imrensinler. Meyl ve muhabbetleri bizim tarafa olsun. Bir kimseyi hizmetinde kullandığın zaman da, sakın evvelki haline itimat etmeyesin. Çok kimseler vardır, elinde fırsat olmadığı zamanda zahidlik ve iyilik yüzü gösterip, eline fırsat geçtiği zaman Firavun ve Nemrud olur. Ol kimseleri tecrübe edip göresin. Eğer evvelki hali son haline uygunsa hizmetinde kullanasın. İmdi, ey Gazi Bali Bey! Sana dahi nasihatim odur ki; atın yürüğünü, kılıcın keskinini ve beyin bahadırını saklayasın. Allahü teala hazretleri yolunu açık ve kılıcını keskin eyleye ve seni küffar-ı haksar üzerine mansur ve muzaffer eyleye...”[4]
[5]
Fikir Hürriyeti
Kanuni Sultan Süleyman devrinde mevcut bulunan fikir hürriyetine sadece bir örnekle temas etmek istiyoruz: "Molla Kaabız" isimli biri vardı, İran'dan gelmiş, İslam âlimleri arasına karışmıştı. Hazret-i isa'nın, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'den (a.s.m.) daha büyük bir peygamber olduğunu iddia ediyor, Hristiyanlığın Müslümanlıktan üstün olduğunu söylüyordu. Üstelik de bunu şahsi fikri olarak değil, "İslam dininin görüşü" şeklinde gösteriyordu. Bazı ayet ve hadisleri de asıl manasından saptırıp bildiği gibi yorumluyordu...[6]
Bu sapık fikirler İstanbul halkını rahatsız etmeye başlayınca, bazı âlimler durumu saraya haber verdiler. Molla Kabız, divana çağırıldı. Divanda sadrazam ve vezirlerden başka, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri (dinî liderler) de hazır bulunuyordu. Molla Kaabız geldi, iddialarını tekrarladı. Anadolu Kazaskeri Kadiri Çelebi ile Rumeli Kazaskeri Fenarizade Muhyiddin gerekli cevapları verdilerse de Molla Kaabız dinlemedi. Bunun üzerine kazaskerler feryat ettiler: "İdam edilmelidir!" Çünkü dinî kanunlara göre, İslam esaslarına hücum eden "Müslüman" idam edilirdi. Fakat bu hükmü vezirler kabul etmediler. Sebep olarak da, "Molla Kaabız'ın fikirlerinin tam manasıyla çürütülemediği'ni gösterdiler. Molla Kaabız serbestçe divandan çıkıp gitti. [7]
Padişah kafes arkasında münakaşayı dinlemişti. Divandan sonra Sadrazam ibrahim Paşa'yı huzuruna çağırdı. Hayretle: "Divanımıza bir sapık gelir, İslam’ın esaslarına hücum eder, sonra da serbest kalır; buna sebep nedir?" diye sordu. Sadrazam şu cevabı verdi: "Hünkârım! Kazaskerlerimiz, sapığı ilmen mağlup edemediler ki boynunu vurduralım... Fikrin ancak fikirle mağlup edilmesi gerekir. Fikre karşı kılıçla çıkmak, senin ülkende caiz değildir."
Ertesi gün (3 Kasım 1527 Pazar) padişahın emriyle Molla Kaabız tekrar divana çağırıldı. Ama bu sefer karşısında, devrin en büyük âlimi Şeyhülislam İbn Kemal'i buldu, ibn Kemal, Molla Kaabız'ı sükûnetle dinledi. Sorular sordu. Ayet ve hadislerden misaller verdi. Molla Kaabız'ın fikirlerinin İslam dinine uymadığını açıklıkla ortaya koydu. Molla Kaabız söyleyecek söz bulamadı, sustu; fakat fikirlerinden de dönmedi. "Hatasından döndüğünü açıklarsa serbest bırakılacağı" söylenince küfretmeye başladı. Ancak ondan sonra Şeyhülislam ibn Kemal tarafından idamına hükmedildi ve boynu vuruldu.[8]
Düşünün ki, o devrin Avrupa'sında bilginler diri diri yakılıyor, Hristiyanlığından biraz şüphe edilenler aforoz edilip hiçbir ispat hakkı tanınmadan asılıyordu... Osmanlı Devleti'nde ise, İslamiyet'e aykırı sapıkça görüşler ileri sürenler bile padişah divanına alınıp sonuna kadar dinleniyor, fikirleri ilmî delillerle çürütülüyor, yanıldığını kabul etmesi hâlinde serbest bırakılıyordu.[9]
Üzüm Parası
Avrupa Hristiyanları, Papa'nın kışkırtması ile bir araya gelip Osmanlı topraklarına saldırmaya teşebbüs edince, Kanunî Sultan Süleyman Han, ordusu ile sefere çıktı. Ordu ağır ağır ilerliyor, hedefine bir an önce ulaşmak için gayret sarf ediyordu. Havalar da iyice ısınmıştı. Bir Hristiyan beldesinden geçerken, askerlerden kimisi üzüm bağlarından yürümek mecburiyetinde kaldı. Askerlerden biri dayanamayıp, sahibinin haberi olmadan bir salkım üzüm kopardı. Yerine de bir keseye koyduğu parayı bağladı. Üzümü de yedi. Çok geçmeden mola verildi.[10]
Ordunun arkasından, kan-ter içinde Hristiyan bir köylünün geldiği görüldü. Köylüyü komutana götürdüler. Bir asker, kendi bağından kopardığı üzümün yerine para bırakmıştı. Böyle bir askere ve komutanına, teşekkür etmeliydi. Ama komutan bu habere hiç sevinmedi. Bir askerinin başkasının malını izinsiz almasını bir türlü kabul edemiyordu. Tellâllar çağırtılıp, o asker bulundu. Bu arada Sultan da hâdiseyi öğrenmişti. Hemen o askerin ordudan atılmasını emretti ve "Kursağında haram lokma bulunan bir askerin bulunduğu ordu ile zafer müyesser olmaz" demekten kendini alamadı.[11]
Hristiyan köylü, üzümü alan askeri taltif ettirmek için geldiğini, hâlbuki işin tersine döndüğünü arz edince, komutan; "Eğer o asker parayı bağlamamış olsaydı, bu ordunun adı zalimler ordusu olurdu. Sahibinden izinsiz mal almakla, seferden men cezasına çarptırıldı" dedi ve ordu yoluna devam etti.[12]
Minare Eğri mi?
Süleymaniye Camiinin inşası tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti. O gün gelince İstanbul'un her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına akın etmişti. Herkes hayranlıkla seyrediyordu. Fakat bunlar arasında bulunan bir çocuk: "Aaa şu minareye bakın nasıl eğri!" diye bağırıyordu. Çocuğun minarelerden biri için eğri dediği Mimar Sinan'a kadar ulaştı. Koca mimar hemen çocuğun yanına geldi ve ona: "Yavrum hangi minare eğri göster bana" dedi. Çocuk da: "İşte şu" diye minarelerden birini gösterdi. Mimar Sinan hemen adamlarını topladı. Uzun halatları birbirine ekletip minareye bağlattı ve:"Çekin yukarı doğru!" diye çektirmeye başladı. Çocuğa da: "Oğlum, bak bu minareyi doğrultturuyorum, sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver" dedi. Adamlar gerçekten düzeltiyormuş gibi çekiyorlardı. Çocuk bir süre sonra: "Tamam, minare doğruldu" diye bağırdı. İşçiler çekme işini bırakıp halatları çözdüler. Başından beri olaya tanık olan Sinan'ın ustalarından biri, herkesin kafasını kurcalayan soruyu Mimar Sinan'a yöneltti: - Mimarbaşımız, sen herkesten iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok. O halde niçin düzeltmeye kalkıştın? Mimar Sinan'ın cevabı inceliğin, anlayışın, hoşgörünün simgesi idi: - Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını Ama çocuğun kafasındaki "minare eğri" intibaını da öyle bırakamazdım. Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki "eğri" kanaati silinsin. Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri olduğu şeklinde bir inanç yayılırdı.[13]
Bir Yahudi'nin inadı camiyi geciktirdi
Muhteşem padişah Kanuni Sultan Süleyman, tarih boyunca kendisini hayırla andıracak büyük bir cami yaptırmak istiyordu. İstanbul adım adım araştınldı ve caminin yeri tayin edildi. Bu arsada Osmanlı mimarisinin en nadide eseri yükselecekti. Süleymaniye Camisi, mimarimizin başına bir taç gibi konacaktı. Fakat bir problem çıktı: Cami arsasının içinde tek odalı bir kulübe vardı. Ve bu kulübe bir Yahudi'ye aitti. Padişahın adamları, Yahudi'nin kapısını çaldı: "Kulübeni padişah efendimize satar mısın?" Yahudi hiç düşünmeden cevap verdi: "Ben evimden memnunum. Yeri de güzel. Bütün Haliç'i görüyorum. Kimseye satmaya niyetim yok." Fiyatı yükselttiler. Fakat Yahudi'nin inadı tutmuştu. Bir türlü razı edemediler. Sonunda padişaha bildirdiler.[14]
,
[15]
Cami inşaatına hemen başlanmasını istediği hâlde, Yahudi'nin inadı yüzünden başlanamıyordu. Bu da Kanuni'yi rahatsız ediyor, fakat zora başvurmuyordu. Sonunda şeyhülislama başvurdu. Durumu bildirdi. Bu konuda İslam dininin hükmünü sordu. Şeyhülislam hiçbir ceza verilemeyeceğini bildirdi. Çünkü mülkiyet hakkı vardı. İslam dini kimsenin malının zorla elinden alınmasına izin vermiyordu. "Yahudi'yi razı etmekten başka çareniz yok hünkârım" diyerek sözünü bitirdi. Sultan Süleyman düşünmeye başladı. Kalktı, bizzat Yahudi'ye gitti. Diller döktü. Ona ve çocuklarına her türlü teminatlar verdi. Nihayet Yahudi kulübesini sattı ve o arsada muhteşem Süleymaniye yükseldi...[16]
Köylü Milletin Efendisidir
Bir gün Sultan Süleyman, yanmda bulunanlara sormuş:"Efendi kimdir?" Cevap vermişler:"Padişah hazretleri, sensin." Başını iki yana sallamış: "Hayır, hakikî efendi köylüdür. Çünkü bizi beslemek için gece ve gündüz çalışır."[17]
Makbul İbrahim Paşa
Manisa valisi bulunduğu günlerde etrafı dolaşıyordu. Harap bir evden yanık bir kaval sesi duydu. Bu ses, şair ruhlu şehzadeyi içlendirdi. Kendini tutamayarak eve girdi. Bu ev, dul bir ihtiyar kadına aitti. Kölesi İbrahim'le birlikte oturuyordu.İbrahim henüz çocuk denecek yaştaydı. Prag'da doğmuştu. Korsanlar tarafından esir alınmış ve ucuz fiyata bu ihtiyar kadına satılmıştı. İhtiyar kadın, İbrahim'i oğlu gibi seviyordu. Şehzadenin onu almak istediğini öğrenince öfkelendi: "Umurumda değilsin!" diye bağırdı, "İbrahim'i satmıyorum. Şehzadesin diye her istediğini alabileceğini mi sanıyorsun?" Bu sözler Şehzade Süleyman'a çok dokundu. Kadını memnun etmek için her istediğini vermeye hazırdı. Öte yandan İbrahim de bunu istiyordu. Birlikte ihtiyar kadına yalvarıp kararından döndürdüler. Böylece Şehzade Süleyman, İbrahim'i yanına aldı. Hürriyetini verdi. Ona dost ve arkadaş oldu. Eğitti, yetiştirdi. Padişah olunca da sadrazamlığa getirdi. Tarihlerimizde "Maktul İbrahim Paşa" adıyla geçen İbrahim, işte bu çocuktur.[18]
Ne Güzel (!) Savaşçılarsınız
Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun, Fransa’ya tehditlerinin artması üzerine I. Fransuva, İstanbul’a Dük Dankiyen’i göndererek Osmanlılardan yardım talep etti. Kanuni Sultan Süleyman bu talep üzerine Kaptanıderya Barboros Hayreddin Paşa komutasında bir donanmayı Fransa’nın yardımına gönderdi. Fransa donanmasıyla birleşen Osmanlı donanması Ağustos 1543′de Nis’e saldırdı. Nice(Nis) savaşının şiddetli bir anında Fransız’lar, Barboros’a barutlarının tükendiğini bildirdiler. Savaşı yönetmekle meşgul olan Barboros Hayreddin Paşa, buna çok kızarak yanında bulunan Dük Dankiyen’e şöyle demişti: ”İstanbul’da iken devletinizin savaşa hazırlandığını söylemiştiniz. Yoksa benimle eğleniyor musunuz? Ne güzel savaşçılarsınız(!) Gemilerinizi şarap fıçıları ile doldurup, savaşmaya gelmişsiniz. Baruttan başka hiç bir şeyi unutmuyorsunuz.”[19]
[20]
Sen ki Françesko'sun.
Fransa Kralı I. Fransuva, Alman imparatoru Şarlken'le yaptığı Pavye Savaşı'nda (24 Şubat 1525) esir olmuştu. Bunun üzerine hem Fransa Kralı Fransuva hem de kralın annesi Düşes Dangolen, Kanuniye birer mektup yazdılar. Mektuplarını Büyük Elçi Kont Jan dö Franjipan'la (Jean Frangipani) istanbul'a gönderdiler. Kraliçenin mektubu çok acıklıydı. Özetle şöyle diyordu: "Şimdiye kadar oğlumun kurtuluşunu Şarlken'in insafına bırakmıştım. Hâlbuki Şarlken, oğluma hakaretler etmektedir... Dünyaya geçen hükmünüz, cihanın bildiği azamet ve şanınız ile oğlumun kurtulmasını temin etmenizi, zat-ı şahanenizden niyaz ediyorum."[21]
Mektup okunduktan sonra Kanuni, kraliçeye ve esir Fransuva'ya birer mektup yazdı. Fransuva'ya yazdığı mektupta kısaca şunları söylüyordu: "Sen ki Françe (Fransa) vilayetinin kralı Françesko'sun... Dergâh-ı selatin-penahıma (sarayıma) yarar adamın (elçin) Frankipan ile mektup gönderip ve bazı ağız haberi dahi ısmarlayıp, memleketimize düşman girip, elan (hâlâ) hapiste idigünizi (olduğunuzu) ilam idüp (bildirerek) halasınız (kurtulmanız) hususunda bu canipten (taraftan) inayet (yardım) ve medet istida eylemişsiniz (istemişsiniz). Padişahlar sınmak (mağlup olmak) ve hapsolunmak acip (tuhaf) değildir. Gönlünüzü hoş tutup azürde-hatır olmayasız (üzülmeyesiniz). Gece gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Hak Süphanehu ve Teâlâ (Allah) hayırlı müyesser eyleyip meşiyyet ve iradatı neye müteallik olmuş ise vücuda gele (Allah'ın istediği gibi olur.)"[22]
Nihayet Mohaç'ta bütün Avrupa'yla birlikte Alman imparatoru Şarlken'e bir ders verilmiş, Viyana kuşatmasıyla gözü büsbütün korkutulmuş; durmadan istediği Burgonya'dan vazgeçmek, Fransuva'yı da serbest bırakmak zorunda kalmıştır... Burada dikkat çeken nokta, Kanuni'nin Fransa kralına "Sen ki Françe vilayetinin kralı Françesko'sun..." şeklindeki hitabıdır. Bununla Kanuni'nin, Fransa'yı "küçük bir vilayet," Avrupa krallarını da "birer vali" gibi gördüğü anlaşılmaktadır...[23]
Türk Çanları
1566 senesinden beri, Avusturya ile Osmanlı devleti sınırlarında çatışmalar hiç eksik olmuyordu. Bu çatışmalarda hep Osmanlı akıncıları galip geliyordu. Avusturya, Türk akınlarından çok bizar oldu ve korkuya düştü. Akınlara karşı topluca karşı koyabilmek için hudut şehirlerindeki kiliselere büyük çanlar koydurulmuştu. Tarihimize, “Türk Çanı” olarak geçen bu çanlar, halk gelebilecek Türk akıncılarına karşı ikaz edilirdi. [24]
Kanuni Zamanında Osmanlılar
Kanuni zamanında, Alman İmparatorluğunun İstanbul’daki büyükelçiliği vazifesinde 1555 ile 1562 seneleri arasında bulunmuş olan Oger de Busbecq, Osmanlı toplumunu yakından inceleme imkânı bulmuş bir diplomattır. 1581 yılında Anvers’de basılan; “Askeri işlerde Osmanlılara karşı alınacak tedbirler hakkında tavsiyeler” adlı eserin, Osmanlı ordusunun özelliklerini tanıtan ve Avrupalıların derin endişelerini dile getiren bölümünde şöyle deniliyor: “Osmanlılarda, tarih boyunca tasavvur edilebilecek orduların en kuvvetlisi mevcut. İmparatorluğun bitmez tükenmez bütün kaynakları bu ordunun emrinde. Zafere alışkanlık, devamlı seferin tecrübeleri, birlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık, uyanıklık, büyük ordunun başlıca vasıflarını teşkil ediyor. Bizim ordularımız ise fakir, müsrif, mağlubiyetlerden maneviyatını kaybetmiş, disiplinsiz, başıboş, sarhoş ve tamahkârdır. Eğer doğudan İran sürekli olarak Osmanlıları tehdit etmese, Avrupa’nın işi çoktan bitmişti. İlk dikkat ettiğim özellik, çeşitli sınıflara mensup askerlerin kendi karargâhlarından dışarı çıkmamalarıydı. Bizim karargâhlarda olup bitenleri bilenler, buna inanmakta güçlük çekerler. Onbinlerce askerin bulunduğu karargâhlarda mutlak bir sessizlik hüküm sürüyordu. Kavgadan, tartışmadan, şiddetten, zorlamadan eser yoktu. Yüksek sesle konuşana bile rastlamadım. Her taraf tertemizdi. En küçük bir süprüntü bile yoktu. Bizim ordugâhlarımızda ise içki içilmeyen, kumar oymayan, kavga çıkmayan çadır yoktur. Osmanlı cemiyetinin mazarası da aynı ordugâhlardaki gibidir. Aynı sessizlik, servet içinde sadelik, kudretine güvenenlere mahsus tevazu, halk tabakalarına kadar yayılmıştı. Osmanlılardan alacağımız çok dersler vardır.”[25]
Kanunî devrinde yıllarca İstanbul’da kalan ve eserini en büyük Hıristiyan hükümdarı olan İkinci Felipe için yazan İspanyol Cristobal de Villalon ise şöyle diyor: “Dünyada hiçbir devletin; Türk topu, topçusu, top nakliyesi ile mukayese edebilecek topçusu yoktur. İstanbul’da eski model olduğu için kullanılmayıp süs diye surlara konan topları inceledim. Bunlar bile İspanya ordusundaki toplardan çok daha kaliteli idi. Tophane sırtlarına çaptan düşmüş diye yığılan 400 kadar topu hayretle seyrettim. Bunları alıp topçu kuvveti oluşturmak istemeyecek hiçbir Avrupa devleti bilmiyorum...”[26]
“Türk ordularında bir bayram namazı seyrettim. Sarıklı başlardan mürekkep, büyük bir topluluğun toplanmış olduğunu gördüm. Derin bir sessizlik içinde namazı idare eden (kıldıran) imamın sözlerini dinliyorlardı. Her safın belirli bir durumu vardı. Ayrı saflar dizildikleri açık sahrada, tıpkı bir duvar gibi uzanıyordu.” (Baron von Busbecq) [27]
Mohaç Türküsü
Bizdik o hucûmun bütün aşkıyla kanatlı;
Bizdik o sabah ilk atılan safta yüz atlı.
Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle
Canlandı o meşhur ova at kişnemesiyle!
Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü;
Bize uğruna can verdiğimiz yerde göründü.
Gül yüzlü bir âfetti ki her pûsesi lâle;
Girdik zaferin koynuna,kandık o visâle!
Dünya’ya veda ettik,atıldık dolu dizgin;
En son koşumuzdur bu!Asırlarca bilinsin!
Bir bir açılırken göğe,son def’a yarıştık;
Allah’a giden yolda meleklere karıştık.
Geçtik hepimiz dörtnala cennet kapısından;
Gördük ebedi cedleri bir anda yakından!
Bir bahçedeyiz şimdi şehitlerle beraber;
Bizler gibi ölmüş o yiğitlerle beraber.
Lakin kalacak doğduğumuz toprağa bizden;
Şimşek gibi hatıra nal seslerimizden!
Yahya Kemal Beyatlı
Dipnotlar
[2]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Osmanli-Hikayeleri-Detay-ATES_PAHASI-661.aspx
[3]http://osmanlilar.gen.tr/1451-1574.asp
[4]http://osmanlilar.gen.tr/1451-1574.asp
[5]http://tr.wikipedia.org/wiki/Kanuni_Sultan_S%C3%BCleyman
[6] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[7] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[8] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[9] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[10]http://www.hurrem.net/hikayeler/bir-salkim-uzum.html
[11]http://www.hurrem.net/hikayeler/bir-salkim-uzum.html
[12]http://www.hurrem.net/hikayeler/bir-salkim-uzum.html
[13]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Osmanli-Hikayeleri-Detay-MINARE_EGRI_MI-400.aspx
[14] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[15]http://tr.wikipedia.org/wiki/Dosya:Suleiman_Mohacs.jpg
[16] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[17] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[18] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[19]http://www.tarihnotlari.com/ne-guzel-savascilarsiniz/
[20]http://bilgihizmeti.wordpress.com/category/tarihimize-san-verenler/page/3/
[21] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[22] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[23] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[24]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-HOCA_SADUDDIN_EFENDI-3570.aspx
[25]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Osmanli-Hikayeleri-Detay-ASLAN_OLDU-950.aspx
[26]http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yilmaz-oztuna/517658.aspx