top of page

Savaşı Öncesi Durum

Jorga.png

Nicolae Jorga'nın Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe: 2005) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır. 

Rus Savaşı Öncesi Genel Durum

Yönetimde Türklerin Ağırlığı

Türkiye, belki de tarihinde ilk kez, uzun vadeli kültürel değişiklikler sayesinde gerçekten de bir dereceye kadar Türklerin ülkesi hâline gelmişti. Kendi ana dillerini ve geleneklerini sürdüren ve kendi halklarının katışıksız özelliklerini taşıyan yeni mühtedi ve devşirmeler, artık yönetimde yer almıyorlardı. Osmanlı Devleti’nin üst düzey yöneticilerinin çoğu, 1750 yılı dolaylarında artık az çok ün salmış devşirmelerin oğulları değil, gerçek Türkler idi.

Anadolu’dan İstanbul’a bilgili, çalışkan ve hırslı genç adamlar geliyordu. Yorulmak bilmeyen, zeki ve yetenekli hukuk ve ilahiyat öğrencileri, eğitimini tamamladıktan sonra imam veya kadı oluyordu ve sadece doğuştan Türk olanların ulaşabileceği en üst dinî makamlara kadar yükselebiliyordu. Ama kalem erbabı olarak bürokraside de onu en az bunun kadar parlak bir gelecek bekliyordu. Arap ve Fars üslûbu hakkındaki bilgisi ya da iyi çevrelere girerek devlet belgelerini hazırlamaktaki marifeti sayesinde mektupçu, nişancı, reis efendi, kubbe veziri, hatta sadrazam olabiliyordu. 

Geçen iki yüzyılın kaba, savaşçı, ganimet ve görkem düşkünü devşirmelerinden çok farklı olan bu insanlar artık Avrupa’yı geziyor ve yeni Avrupa kültürü ile eski Doğu kültürü arasındaki farklılıklara bakıldığında Batı Hristiyanlarının yaşam tarzını öğreniyorlardı. Varşova’dan, Petersburg’dan, Viyana’dan, Berlin’den ve Paris’ten dönen bu Osmanlı diplomatlar, yabancı ülkelerde gördüklerini yazıyorlardı ve bu sefaretnameler yoğun ilgi görüyordu.

Kültürel Üstünlük

Elçi eşlerinin sarayda kadınları ziyaret ettikleri ve saray kadınlarının da karşı ziyaretlerde bulunduğu ve Türklerin Avrupalı temsilcilerin balolarına ve akşam yemeklerine davet edildikleri bir dönemde, başka bir hayat tarzı hakkındaki bilgiler oldukça yaygındı.

Osmanlılar, bunlara çok soğuk bakıyordu ve içinden bayağı olduğu kadar ahlaksız da görünen bu alışkanlıkları kınıyordu. Resmi Ahmed Efendi’nin Viyana seyahatinden sonra kaleme aldığı seyahat notlarında Avusturya Sarayı’ndaki alışkanlıklar, “sabahın geç saatlerine” kadar uyuma alışkanlığından, öğle yemeği yedikten sonra ikindi vakti tekrar yeme alışkanlığından, arabalarla yapılan gezintilerden, tiyatro gösterilerinden, şamdanların ışığında yapılan oyunlardan ve sefahatlere iten akşam yemekleri gülünç bir biçimde tasvir edilmişti; kısacası, onları tembel, dejenere, sefahate ve eğlenceye düşkün, Berlin’deki Prusya Kralı tarafından haklı olarak cezalandırılan bir toplum olarak görüyordu. Kadınların – ki bunların arasında kraliçeler, imparatoriçeler de vardı - erkeklerin önünde dans etmelerinin onurlu olduğundan büyük şüphe duyuyorlardı ve asil bir kan taşıyan bu şahsiyetlerin meraklı seyircilere böyle bir eğlence sağlamak için kendilerini bu kadar alçaltabilmelerine şaşıyorlardı. Osmanlı elçileri, Prusya alaylarının gücü, belki de örnek alınacak disiplinleri, ama mutlaka güzel üniformaları içinde daima muktedir ve muzaffer “Brandenburglu” dan [Prusya] övgü ile söz ediyorlar ve onları tüm korkak Avusturyalıları ve cüretkâr ve sefahate düşkün Rusları yok edebilecek yegâne güç olarak görüyorlardı.

Şirokorad.png

A.B.Şirokorad'nın Osmanlı-Rus Savaşları (Selenge: 2009) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır. 

Lehistan [Polonya] Meselesinin Ortaya Çıkışı

7 Eylül 1764’de yeni kral seçildi. Bu olaydan hemen sonra II. Katerina [Rus Çariçesi] ve II. Friedrich [Prusya Kralı] kraldan Katoliklere ve gayrı Katoliklere (onlar Ortodoks ve Protestanları bu şekilde isimlendiriyorlardı) eşit haklar tanımasını istediler. Hatta Yekaterina, gayrı Katoliklerin hakları garanti altına alınmadan Rus ordusunun Lehistan’dan ayrılmayacağını açıkladı. Sonunda milli meclis Katoliklerle gayrı Katoliklere eşit haklar tanıyan kanunu çıkardı. Fakat bu kanun kâğıt üzerinde kalacaktı.

SerhatKuzucu.jpg

Serhat Kuzucu'nun Kırım Hanlığı ve Osmanlı-Rus Savaşları (Selenge: 2013) kitabından kısaltılarak alınmıştır. 

II. Katerina veya tarihle bilinen adıyla Büyük Katerina, Rus Çarı III. Petro’yu bazı Rus devlet adamlarının da desteğiyle düzenlediği bir komplo sonucu tahtından indirmiş ve 28 Haziran 1762 tarihinde Rus tahtına çıkmıştır.

Rus tahtında kendisine I. Petro’yu örnek almıştı. Özellikle dış politikada, Büyük Petro’nun sıcak denizlere inme siyasetini kendisine bir vasiyet kabul etmişti.

II. Katerina’nın 1762 yılında Rusya tahtına geçmesiyle birlikte, Osmanlı-Rus ilişkilerinde yeni bir dönem başlamış oldu. Katerina dış siyaset alanında ilk olarak Lehistan’la meşgul olmaya başladı. Amacı Lehistan’ı kısmen veya tamamen ortadan kaldırmaktı.

Lehistan kralı III. August öldü (1763) ve Lehistan’da taht kavgaları baş gösterdi. II. Katerina bu durumu fırsat bildi ve kendine sadık birini kral yapmak amacıyla Lehistan’ın iç işlerine müdahale etmeye başladı. Netice itibariyle, II. Katerina, Stanislav Ponyatovski’yi Lehistan tahtına çıkardı. Böylece Rusya Lehistan’ı kontrolü altına almış oldu.

Zinkeisen.jpg

Johann Wilhelm Zinkeisen'in Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe:2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Lehistan 1764 Nisan'ında, anavatanının hak ve özgürlüklerine saldırılarına karşı koruma talep etmek üzere Babıali'ye başvurdu. Bir nota ile kendi milliyetinden bir kralın serbestçe seçilmesini ve Rus birliklerinin derhal Lehistan'dan çıkmalarını istiyordu.

Babıali meseleyi başlangıçta çok ilgisiz karşıladı. Lehistan'ın özgürlüğü uğruna Rusya'ya karşı silahlarına sarılmaya hiç de hevesli değildi. Bu yüzden Rus Sefirine 12 Nisan 1764'te serbest kral seçimine, hele ki silah zoruyla her türlü yabancı müdahaleye, itiraz ettiği bir nota tebliğ etmekle yetinildi.

Vatanseverlere ise iyi niyetli, ama oldukça soğuk bir uyarı yazısı gönderildi ve her şeyden önce birlik olmaları tavsiye edildi. Zira şu anda olduğu gibi birbirlerine düşman iki grup sürekli birbirleri ile mücadele etmeye devam ettiği takdirde, Lehistan Cumhuriyeti kendi çöküşünden kaçamayacaktı.

Küçük "konfederasyonlar", dini fanatizm kisvesi altında bir tarafta Katoliklerden ve diğer tarafta Protestan ve Rum Ortodokslardan oluşan iki gruba ayrıldı. Çariçe Katerina, ikinci grubun davasını kendi davası haline getirmeyi, kendi amaçlarına uygun gördü. Başlangıçta zayıf ve ülkenin her yerine yayılmış olan Katolikler, Türk sınırından yalnızca 7 saat mesafede kendi konfederasyonlarını kurarak, zamanla bir çekirdek ve güç oluşturdular. Kralın tahttan indirilmesi ve Ruslar ülkeden kovulduktan sonra Lehistan'ın tekrar özgürlüğüne kavuşması, açıkça ortaya attıkları amaçlardı.

Bunun kaçınılmaz sonucu amansız ve çaresiz bir kavga oldu. Yok edici niteliği talihsiz ülkeyi daha da derin bir sefalete sürüklediği için, bu kavga her iki tarafın güçlerini o denli yıpratıyordu. Her iki taraf da yabancıların yardımına başvurmak zorunda kaldılar. Güçsüz kral, kendisini tamamen Rusya'nın kollarına attı ve vatanseverler, bakışlarını ve ricalarını bir kez daha İstanbul'a ve Tatarlara yönelttiler.

Diplomasi yoluyla daha henüz bir adım bile atılmamıştı ki, 1768 ilkbaharında Rusların sıkıştırdığı konfederasyonun yardım çağrısı Babıali'yi gittikçe daha sıkıntılı bir duruma sokuyordu. Sultan, defalarca Ruslara karşı duyduğu hoşnutsuzluğu dile getirmesine ve sanki savaşmaya hazırmış gibi görünmesine rağmen, Divan-ı Hümayun içindeki barış yanlıları hala üstünlüğü ellerinde tutuyorlardı.

Himaye ve daha da önemlisi birlikler ve para talep eden Katoliklerin başvurusu başlangıçta çok soğuk karşılandı. Reisülküttab, 5 Nisan'da Rus Sefirine bir kez daha sözlü ve yazılı olarak, Babıali'nin "barışı bozan" bu kişilerle bırak yardım etmeyi, irtibata geçmeyi bile itibarına layık görmediğini bildiriyordu. Bu hususta ciddi olduğunu kanıtlamak için, Bender ve Hotin valilerine, Kırım hanına ve Bağdan prensine Leh "asileri" hiçbir şekilde desteklememeleri ve bilhassa Osmanlı topraklarına girmelerine izin vermemelerine dair emir verildi.

Babıali'nin asilerin kesinlikle Osmanlı topraklarına girmelerine izin verilmemesi emrine rağmen, [asiler] Ruslar tarafından iyice köşeye sıkıştırıldıklarından, defalarca Boğdan'a ve Besarabya'ya sığınmışlardı. Kendilerini takip eden Rus birliklerinin de bu durumda toprak ihlalinde bulunması kaçınılmazdı. Temmuz ayı ortalarında bir Kazak çetesinin Rus birlikleri ile birleşerek, Besarabya sınırında Kırım hanına ait olup, Osmanlı topraklarında bulunan küçük Balta Şehri'ne saldırdıkları ve çoğu Osmanlılardan oluşan savunmasız şehir sakinleri arasında korkunç bir katliam yaptıktan sonra, neredeyse tamamen ateşe verdikleri haberi gelince, İstanbul'un neredeyse tamamı karıştı. 

O anda her yere hakim olan heyecana, yeniçerilerin bağrışlarına ve padişahın hoşnutsuzluğuna kulak verilmiş olsa idi, Rusya'ya hemen savaş ilan edilirdi. Lakin bir kez daha Divan-ı Hümayun'da başlarında Muhsinzade Mehmed Paşa'nın bizzat bulunduğu barış yanlıları sayesinde kesin kararın en azından ertelenmesini sağlanabildi. 

Artık başlıca hedefi önce Lehistan'ın tamamını boyunduruğu altında almak olan Çariçe Katerina, gerçekten de Balta'nın yok edildiği haberini alır almaz bu yönde tek amacı Babıali'nin öfkesini dindirmek olan bir manifesto çıkartmıştı. Kazaklar adeta birer korsan gibi Babıali'ye teslim edilecekti ve bütün Rus birlikleri Osmanlı sınırından çekilecekti. Ülkenin parçalanmış durumu buna izin vermediğinden, Lehistan'ın tamamen boşaltılması için kısa bir süre daha talep ediliyordu.

Lakin, bu manifesto İstanbul'a varamadan, buradaki durumlarda büyük bir değişiklik olmuştu. Lehistan'daki Rus birliklerinin sürekli olarak takviye edilmesi ve altı hafta süren bir kuşatmadan sonra, Ruslar tarafından hücumla alınan Krakov'un düşüşü, Divan-ı Hûmayun'daki barış yanlısı grubu düşürme fırsatını verdi. Sadrazam Muhsinzade Mehmed Paşa, sadaretten alındı ve Bozcaada'ya sürgüne gönderildi. Sadaret mührü onun yerine savaş yanlısı Aydın Valisi Hamza Mahir Paşa'ya emanet edildi. Daha önce gizlice çıkartılan bir fetva ile şeyhülislam tarafından onaylanan Rusya'ya savaş ilanı, 22 Eylül'de İstanbul' a geldiğinde tam da Sultan III. Mustafa'nın istediği gibi, ilk ve en önemli işi oldu.

Barış yanlılarının son endişeleri de ortadan kaldırıldıktan sonra, savaş ilanı kesin bir karar haline getirildi ve iki gün sonra sadrazam ve Rus sefiri arasında ilişkilerin tamamen kopmasını kaçınılmaz hale getiren şiddetli bir konuşma meydana geldi. Babıali'nin şimdiki talepleri gerçekten de Rusya tarafından yerine getirilmesi mümkün olmayan türdendi. Zira çariçeden müttefiki olan dört devlet, Danimarka, İsveç, İngiltere ve Prusya'nın garantisi altında bundan böyle Lehistan meselesine, bilhassa krallık seçimine hiçbir şekilde müdahale etmemesi; Lehistan'ın özgürlüklerini hiçbir şekilde rahatsız etmemesi ve bu ülkedeki birliklerin tamamını hemen geri çekmesi isteniyordu.

Babıali'nin tutumunu en çok merak ettiği ve bu yüzden taleplerine karşı akılcı bir yumuşakbaşlılık göstererek kendi tarafına çekmeye çalıştığı Avusturya, mevcut ebedi barışa istinaden tamamen tarafsız kalacağına dair vaatte bulundu. Viyana Kabinesi, Lehistan' da gittikçe büyüyen gücünden rahatsız olduğu Rusya'ya bu yönde herhangi bir şekilde yardım etmeye uzak buluyordu.

Şirokorad.png

A.B.Şirokorad'nın Osmanlı-Rus Savaşları (Selenge: 2009) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır. 

Tarafların Savaş Stratejileri

Yekaterina ve çevresindekiler var güçleriyle savaşı geciktirmek istiyorlardı. Zaten Yekaterina’nın tahttaki durumu da henüz yeterince sağlam değildi. Ayrıca Rusya, Lehistan meseleleriyle ciddi şekilde meşguldü ve bunların halledilmesi için birkaç yıl gerekliydi. Yine de Yekaterina Türkleri uyuyan kediyi uyandıran farelere benzetiyor ve “onlara ummadıkları bir ders verilmesi gerektiği”ni söylüyordu.

6 Kasımdaki toplantıda, Osmanlı ordusunun konfederatlarla birleşmek amacıyla Lehistan’a girme ihtimali üzerinde duruldu ve bunun önünü almak için Hotin’in zapt edilmesi gereği kararlaştırıldı. Yekaterina, bu oturuma ordunun nihai amacının ne olacağı meselesini müzakere etmek için katıldı: Mecliste bulunanlar barış anlaşması yapılırken “Karadeniz’de serbest dolaşım hakkının sağlanması maddesinin mutlaka konulması gerektiğini, Lehistan’la olan sınırların ise kolayca değiştirilemeyecek şekilde tespit edilmesi lazım geldiğini” ittifaken kararlaştırdılar. 

Türk komutanlar konfederatların kendilerine iltihak edeceği düşüncesiyle Lehistan sınırına 400 bin kişilik ana kuvvetlerin yığılmasını kararlaştırdılar. Hesaplarına göre Hotin’den Varşova’ya doğru ana koldan Kiyev ve Smolensk üzerine yürünecekti. Kırım’dan 80 bin kişilik bir ordu Ukrayna’da mevzilenen Rus ordusunu sıkıştıracak, 50 bin kişilik bir ordu da Kuzey Kafkasya üzerinden Astrahan’a bir yan darbe indirecekti. Türk ordusu bu amaçla Azak bölgesine bir kuşatma çıkartması planlamıştı ve bu ordu dağlılar [Kafkasyalılar] ve Kuban Tatarlarıyla işbirliği yapacaktı.

Osmanlı ordusunun planı yeterince gerçekçiydi. Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’daki her herhangi bir devlete kıyasla daha fazla kişiyi silah altına alabilirdi. Türk askeri cesur, mağrur ve itaatkârdı. Türk ordusunun büyük kısmı gönüllü süvarilerden oluşuyor, piyadelerin ağırlık kesimi ise yeniçerilerden teşekkül ediyordu. Piyadeler çok iyi birer istihkâmcıydılar; kısa savaş aralarında İstihkâm kampları kuruyor, piyadeler ve topçular ateş pozisyonuna geçiyor ve hızlı bir şekilde siper kazıyorlardı. Bir kere mevzilendikten sonra, sınırlı karşı ataklarla yetinerek, müdafaa hattını kendiliklerinden terk etmiyorlardı.

Türklerin Karadeniz ve Azak’ın istedikleri her noktasına çıkarma yapma kapasitesine sahip savaş ve nakliye filoları vardı. Türk ordusu ve filosu Dinyester ile DinyeperBug limanındaki müstahkem kalelere güveniyordu. Kırım’da Kerç ve Kefe’de de kaleleri vardı.

Zinkeisen.jpg

Johann Wilhelm Zinkeisen'in Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe:2011) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Savaş Hazırlıkları

Savaş ilan edildikten sonra, her iki taraf hazırlıkları gerek denizde gerekse karada büyük bir çaba ile yürüttüler. Oysa Rusya, silahlı kuvvetlerinin kötü durumda olmasından dolayı bu savaşın daha bir süre ertelenmesini ne çok isterdi! 

Babıali de silahlarının eski şanını bu defa da kurtarmak için hiçbir fedakarlıktan kaçınmıyordu. Çok zorlansa bile Sultan III. Mustafa da hazinesinin kapağını açtı. Ülkenin her yerinde ertesi ilkbahar için askere çağrı yapıldı. Cephanelerde ve tersanelerdeki hareketlilik, Osmanlı'nın daha önceki şanlı günlerini hatırlatıyordu.

Böylece kısa sürede 100 bin kişilik bir ordu toplandı. Ama nasıl bir ordu! 30 yıl süre barış dönemi, kararlı bir irade ve büyük miktarda paralarla bile tekrar hareket getirilemeyecek ve tekrar tesis edemeyecek birçok şeyi durma noktasına getirmiş ve yok etmişti. Savaşçı ruhu, düzen ve disiplin, becerikli bir savaş yönetimi ve erzak temini sistemi, savaşta tecrübeli adamlar ve her şeyden önce tecrübeli komutanlar eksikti.

Jorga.png

Nicolae Jorga'nın Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Yeditepe: 2005) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır. 

Osmanlı İmparatorluğu'nda Askeri ve Ekonomik Durum

Osmanlı İmparatorluğu, uzun süren barıştan dolayı güçlendiğinden, intikam saatinin nihayet geldiğine inanıyordu. Sınırsız özgüvenin hüküm sürdüğü o günlerde, imparatorluğun gelişimi için savaşın gerekli olduğundan emin olan ve Tanrının doğru yolda olanları koruyacağına inanan herkese karşı acı eleştirilerde bulunan Ahmed Resmi Efendi’ye kimse kulak asmıyordu. 

Resmi Ahmed Efendi, bu bahtsız savaş hakkındaki düşüncelerini: “Devlet adamları; hiçbiri işe yaramıyor”, diye açıklar. Daha yeni atlattığı bir hastalık yüzünden, ordunun başına geçemeyen, ancak sefere çıkmayı arzu eden Sultan III. Mustafa’ya sadece memurlar, çalışkan kâtipler, tecrübeli kalem erbabı ve ünlü hat ustaları kalıyordu.

Savaşı ilan etmekle görevlendirilen Sadrazam Hamza Mahir Paşa, Farsça şiirlere düşkündü. Yerine geçen Mehmed Emin Paşa, eskiden mektupçu idi. Zayıf, esmer bir büro memuru olarak silah sanatına tamamen yabancı idi ve orduyu yönlendirmeyi bile bilmiyordu. Ancak sultanın etrafında bulunan diğerleri de Rusları en kısa zamanda yenme ve barış antlaşması yapmaya zorlama görevi verilen Mehmed Emin Paşa’dan daha iyi ordu komutanı değildiler.

Askerî kayıtlara bakılır ise 1768 yılında Bâbıâli oldukça büyük bir orduya sahipti. Gerçekte ise durum farklı idi: Yeniçerilerin çoğunun sadece kayıtlarda adı geçiyordu. Ticaret yapıyor ve aslında yerleşik oldukları Suriye ve Mısır’a kadar uzanıyorlardı. Bundan dolayı İstanbul’da ancak 8-10 bin civarında eğitimli ve itaatkâr yeniçeri bulunuyordu ve diğer 200-300 bin, belki de 400 bin yeniçeri, saygı uyandıran üniformalarının koruması altında eyaletlerde yaşıyordu. 3 ilâ 99 akçe arasındaki üç aylık ulûfelerini kimisi temsilciler aracılığıyla alırken, bir kısmı ulûfe belgelerini üçüncü kişilere satıyordu. Üst düzey yöneticiler, hizmetlilerine yeniçeri belgesi “lütfediyordu” ve kimi zaman önemli dostlar fahri yeniçerilikle taltif ediliyordu.

İstanbul’un müdafaa kıtası ayrıca toplam 13 bin kişilik 6 sancak sürekli sipahilerden, 4 bin cebeciden ve 2 bin topçudan – ki topçu kayıtlarında 40 bin kişi kayıtlı idi - bostancılardan ve sarayın diğer silahlı hizmetlilerinden oluşuyordu. Bunun dışında imparatorluğun savunması tımarlı sipahiler, Arnavutlar ve paşaların kendi birlikleri arasında dağıtılmış olduğundan, kullanılabilir ordunun sayısı kesin olarak belirlenemiyordu.

Yanlarında yeterince erzak getirmeyen ve erzaklarını Kırım Giray Han’dan temin edecek olan az sayıda sipahinin ve sayıları çok düşük olup, bir tür yeni akıncı olan, ancak eski akıncıların ne yiğitliğine ve cesaretine ne de mükemmel disiplinine sahip olmayan serdengeçtiler orduyu güçlendirecek unsurlar değildi.

17. yüzyılda ve Prut savaşı sırasında 10-12 bin civarında memlûkden oluşan süvari birlikleri gönderen Mısır’da anarşi hüküm sürüyordu.

Anadolu’dan gelecek olan birliklere gelince: Onlar önce ulûfeler hakkında pazarlık yapmak üzere ağalarını defalarca göndermişlerdi.

Devletin 500 milyon akçe olarak hesaplanan gelirleri gerçekte 74 milyon akçe çıkıp ve bu meblağın büyük bir kısmı, uzun zamandan beri ulûfelerini alamamış yeniçerilere harcanınca, Sultan III. Mustafa, her türlü rabıtasız ayak takımından yeni bir ordu oluşturabilmek için kendi hazinesinden 600 milyon tahsis etmek zorunda kaldı.

E.J.Ericson.jpg

Prof.Dr. Edward J.Ericson'ın Osmanlı Askeri Tarihi (İş Bankası: 2017) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır. 

Eğitim, Disiplin ve Tecrübe Problemleri

Uzun barış dönemi ve düzenli ordu birliklerinin ihmal edilip kendi kaderlerine terk edilmiş olması sonucunda ordu genel olarak disiplinsiz, eğitimsiz ve tamamen güvenilmez bir güruh haline geldiği gibi, muharebe tecrübesi olan, askerlik sanat ve bilimine vakıf bir komutan ve subay sınıfına da sahip değildi. Oysa Rus ordusu, Yedi Yıl Savaşı (1756-63) sayesinde muharebe tecrübesi kazanmış ve modern savaş taktik ve tekniklerini uygulayarak öğrenmişti. Bu savaşın Rus ordusuna en önemli katkıları, hem piyade ve topçunun müşterek hareket etme yeteneği kazanarak, ateş ve manevrayı taarruz ve savunmada başarıyla uygulamayı öğrenmesi hem de süvarinin, hafif süvarileri püskürtebilecek taarruz ve akın yeteneklerini kazanmasıdır.

Bütün bunlara ek olarak hem rical hem de ordu komuta heyeti içindeki çıkar ve iktidar mücadelesi nedeniyle, geçmiş savaşın ihtiyar ama deneyimli komutanlarından istifade edilme imkânı da bulunmamaktaydı.

Sayısal Üstünlük

Osmanlı idaresinin tek başarısı, çok sayıda askeri seferber edip muharebe meydanına ulaştırabilmesidir. Gerçekten de savaş boyunca Osmanlı ordusu genellikle muharebe meydanında sayısal üstünlüğe sahipti. Tabii ki birçok kez seferber edilen askerlerin büyük çoğunluğunu düzenli ordu mensupları değil, paralı askerler, aşiret savaşçıları veya farklı isim ve yapıdaki milisler teşkil ediyordu.

AlanFisher.jpg

Alan Fisher'in Kırım Tatarları (Selenge: 2009) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır. 

Savaş Öncesi Rusya-Kırım İlişkileri

II. Katerina’nın saltanatının başlangıcında siyasî meselelerde yakın müşaviri, Kırım meselesine büyük bir ehemmiyet veren bir dış politika raporu hazırladı. Rusya’nın onlardan çektiklerinin uzun bir listesini sıralıyordu. Tavsiyeleri şöyleydi:

  1. İleride vaki olabilecek Kırım akınlarına mani olabilmek için hudut boyunca kuvvetli Rus müstahkem mevkilerinden müteşekkil bir hattın tesisi;

  2. Rusya’ya karşı Kırım tehlikesinin ortadan kalkınası için Kırım yarımadasının Rus idaresi altına sokulması.

 

Kırım Giray Han 1763’de Bahçesaray’da bir Rus konsolosunu kabul etti. Bu hareket hem Tatarların geleceklerinin Rusya’nın niyetlerine bağlı olduğunu fark ettiklerini hem de 16. y.y. Tatar ananelerine dönerek hanın Osmanlı sultanından bağımsız olmaya çalıştığını gösteriyordu.

Kırım Giray Han’ın III. Selim Giray Han tarafından tahttan düşürülmesiyle konsolosluk pozisyonu da ortadan kalkmıştı.  Bu tarihten sonra 1768’de büyük savaşın başlamasına kadar bir Tatar-Rus münasebeti olduğu hakkında herhangi bir delil yoktur.

Savaşın belli başlı sahnelerinde hanın askerî birlikleri önemli bir rol oynamamıştır. Osmanlı askerî siyasetiyle olan evvelki sıkı bağları savaştan önce sona ermiş bulunuyordu ve Kuzey cephesinde Tatarlarla Osmanlılar arasında hemen hemen hiçbir koordinasyon yoktu.

1768 Ekimi başında Osmanlılar Rusya’ya harp ilan ettiler ve böylece hanlığın kaderini tayin eden dönem başladı.

1768’de savaşın başlamasından 1770 yılı başına kadar üç han hüküm sürdü:

  • Kırım Giray (1768-1769)

  • IV Devlet Giray (1769-1770)

  • II. Kaplan Giray (1770).

Osmanlılar

bottom of page