Yavuz Selim Döneminin Sonu
I. Selim, İstanbul’da çok fazla kalmadan Edirne’ye geçti. Burada bulunduğu süre içerisinde çeşitli ülkelerden gelen elçileri kabul etmiş, Batılı devletlerle olan ilişkilerini gözden geçirmiş ve Avrupa’da Papa X. Leo önderliğinde tasarlanan Haçlı ittifakı hakkında bilgi edinmeye çalışmıştır. Macar krallığı ve Venedik nezdinde girişimlerde bulunan Papa, Macaristan’da çıkan büyük köylü isyanı neticesinde bu girişimlerinden pek bir sonuç alamamış; Venedik ise Doğu’daki ticari çıkarları dolayısıyla Papa ile ittifaka yanaşmamıştır. Venedik, 1513 yılında Osmanlı Devleti ile anlaşmalarını yenilemiş, Suriye ve Mısır’ın fethinden sonra ise Kıbrıs dolayısıyla Memluklere ödediği haracı Osmanlılara ödemeye kabul ettiğini bildirmiştir. [1]
Donanmanın Geliştirilmesi
On altıncı yüzyılda Osmanlı kara ordusu, dünyanın en büyük ordusuydu. Sultan Selim Han, kara askerine verdiği önemi donanmaya da verdi.[2]I. Selim döneminde denizcilik alanında önemli yatırımlar yapılmıştır. Çaldıran seferinin ardından Galata’dan Kâğıthane deresine kadar uzanan bir sahada tersane inşa edildi (1515). Bu tersane, Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar donanmanın inşai ve idari merkez üssü olma vaziyetini korudu. I. Selim’in verdiği emirlerle donanmada yeni inşa faaliyetleri başladı. Yaklaşık 150 kadar gemi bu yeni yapılan Tersane’de inşa edilmiştir. Tersanenin genişletilmesi, yeni bir donanmanın hazırlanması, hafif ateşli silahların etkili kullanılışı, bir bakıma Osmanlı kara ve deniz kuvvetlerine müteveccih olarak bu dönemin mirasıdır.[3]
Mısır’dayken, Memlukler zamanında Kızıldeniz’de donanma kumandanı olan Selman Reis, huzura gelince, Osmanlı hizmetine alındı.[4] Akdeniz'de korsanlık yapan Oruç ve Hızır kardeşlere Avrupalılar "Barbaros" adını takmışlardı. Bu isim hem "kırmızı sakal" manasına geliyor, hem de "barbar/vahşi" manasına kullanılabiliyordu. Barbaros Hayreddin'in elçisi 15 Mayıs 1519'da Yavuz Sultan Selim'in huzuruna kabul edildi. Elçi birçok hediyeyle gelmişti. Barbaros, Osmanlı hizmetine girmek istediğini bildiriyor, fethettiği Cezayir'in kendisine bırakılmasını arzuluyordu. Yavuz Selim, çok zamandır şöhretini duyduğu Barbaros Hayreddin'in bu davranışlarından memnun oldu. Ona "Cezayir beylerbeyi" unvanını verdi. Ayrıca kıymetli hediyeler gönderdi. Böylece Cezayir bir Osmanlı eyaleti hâline geldi.[5]
Çıktığı iki seferden birinde Safevileri felç eden diğerinde ise Mısır Memluklerini ortadan kaldıran Yavuz Selim’in iki hedefi daha vardı. Bunlardan birincisi efrenciye yani Avrupa’nın, diğeri de Hindistan’ın fethiydi. Bilhassa Portekizlilerin Hind Denizine hakim olmaya ve İslam’ın mukaddes şehirlerini tehdide başlamaları Yavuz’u endişeye sevketmişti. Donanma faaliyetini tamamlayan Yavuz, devrin büyük alimi Kemal Paşazade’ye niyetinin feth-i Efrenciye, yani Avrupa olduğunu bildirmişti. Ancak yüce Hakan’ın yine Eyyub Sultan Türbesini ziyaretle başladığı bu seferine yakalandığı hastalık dolayısıyla gerçekleştiremedi. [6]
Vefatı (1520) – 50 yaşında
17 Temmuz 1520... Edirne'ye hareketinden bir gün evveldi. Padişah, sevgili nedimi Hasan Can'la birlikte sarayın bahçesinde dolaşıyordu. Bir ara durdu, Hasan Can'a döndü: "Omuzumuz sanki kızgın demirle dağlanır gibi acı verir!" dedi, "Bakıver, ne olmakta?" Omuzunu açıp Hasan Can'a gösterdi. Sırtında, etrafı kızarmış bir sivilce vardı. Hasan Can eliyle yoklayınca bir sertlik hissetti: "Hünkârım," dedi, "müsaade edin, hekimler merhem vursun." Gülümsedi: "Hasan Can, bunca küçük bir nesne için merhem olur mu? Biz çelebi miyiz ki, küçücük bir sivilce çıktı diye hekime görünelim!" Hasan Can ısrar edemedi. Fakat Yavuz, geceyi çok rahatsız geçirdi. Sırtı sabaha kadar yandı durdu. Gözünü kırpmadı. Sabah erkenden hamama gidip, tellaklara sırtındaki sivilceyi sıktırdı. Ne çare, küçücük sivilce sanılan şey, tedavisi olmayan bir çıbandı... Adına "şirpençe" denirdi.[7]
Fakat aldırmıyordu. Mademki sefer kararı vermişti, sefere çıkacaktı... Yakınlarının ısrarı da fayda etmedi. "Biz verdiğimiz emri geri alıcılardan değiliz, bizi yanlış bellemişsiniz!" diyordu. Ve ordusunun başında Edirne'ye doğru hareket etti... Yolda rahatsızlığı arttıkça arttı. Ağrıları dayanılmaz hâle geldi. O sırada ordu Uğraş Deresi civarındaydı. Yavuz, vaktiyle burada babasına kılıç çekmişti. Durulmasını emretti. Çünkü at sırtında gidecek hâli kalmamıştı. Hemen otağ-ı hümayun kuruldu. Yavuz çadıra çekildi. Ağrıları büsbütün dayanılmaz hâle gelmişti. Hasan Çan'a döndü: "Şu hâlimize bak Hasan Can, birkaç aylık bebek gibi ağlamak üzereyiz!" Hasan Can da ağlamamak için kendini güç tutuyordu: "Yatakta istirahat ediniz hünkârım, doktorlar bir çaresini bulurlar..." Yatağa girerken şöyle mırıldandı: "Ölümün çaresi yine ölümdür, Hasan Can!"[8]
Koca Yavuz, yataktan bir daha çıkmadı. Aradan bir ay geçtiği hâlde, kendine gelemedi. Şimdi bütün vücudu ağrılar içindeydi. Öleceğini anlamıştı. Çadırda Hasan Can'la yalnızdılar. Acı bir gülümseme dudaklarında dolaştı: "Bu ne hâldir Hasan Can?" Hasan Can, sesini hıçkırığa karıştırıp cevap verdi: "Allah'la olacak zamandır padişahım." Padişahın kaşları birden çatıldı. Hasta hâlinden umulmayacak kadar gür bir sesle bağırdı: "Ya sen bizi şimdiye kadar kiminle bilirdin Hasan Can!"[9]
Yavuz Selim kuvvetten iyice düşmüştü. Bununla birlikte, çadıra giren sadrazama: "Seni ayakta karşılayamadık, hastalığımıza ver, bağışla!" dedi. Sadrazam Pirî Mehmed Paşa, padişahın ellerine sarıldı, öptü, yüzüne, gözüne sürdü. "Allah şifa verir padişahım, mahzun olmayın." "Yok Mehmed, artık yeter! Kendimizi halsiz hissederiz. Yorulduk, bu ağrılardan bunaldık. Bitsin isteriz. Ölümle bitecekse, öyle bitsin. Yerimize oğlumuz Süleyman'ı getirin. Bize gösterdiğiniz sadakati ona da gösterin."[10]
Hasan Can'ı aradı: "Sure-i Yâsîn oku, Hasan Can." Hasan Can diz çöküp okumaya başladı. Yasin Suresi'ni bir defa bitirdi. Padişahın işaretiyle tekrar baştan okumaya başladı. Yavuz Selim Han, derin bir nefes alıp verdi. Büyük kahraman, büyük devlet adamı ebediyete göçmüştü. (1520).[11]
Cenazesi İstanbul’a getirilip inşaatını başlattığı Sultan Selim Camii yanına defnedildi. Yerine Osmanlı Sultanı olan oğlu Sultan Süleyman Han tarafından cami tamamlanıp, kabri üstüne türbe de yapıldı.
Zamanın şeyhülislamı ve büyük İslam alimi Ahmed ibni Kemal Paşa onun için yazdığı mersiyede şöyle demektedir:
Şems-i asr idi, asrda şemsin
Zıllı memdud olur, ömrü kasir
(O padişah ikindi güneşi idi, bu vakitte güneşin gölgesi uzun ömrü de kısa olur. ) Gerçekten o bir ikindi güneşi gibi çabuk, sekiz sene içinde bu dünyadan göçüp gitti, ama muazzam gölgesi Kırım’dan Hicaz’a, Tebriz’den Dalmaçya sahillerine kadar uzanıyordu. [12]
Dönemin Değerlendirilmesi
Tahtı devraldığında 2.375.000 km2 olan Osmanlı topraklarını sekiz yıl gibi kısa bir sürede 2,5 kat büyütmüş ve ölümünde imparatorluk topraklarının 1.702.000 km2'si Avrupa'da, 1.905.000 km2'si Asya'da, 2.905.000 km2'si Afrika'da olmak üzere toplam 6.557.000 km2'ye çıkarmıştır.[13]
[14]
Mısır’ın ele geçirilmesi ile birlikte önemli bir ticari merkez üzerinde kurulanOsmanlı kontrolü, birçok ticari fırsatı da beraberinde getirmiştir. Geleneksel ticaret yollarının Akdeniz’e buluşma noktaları olan Doğu Akdeniz limanları sayesinde hatırı sayılır bir gelir elde edilmiştir. Bu yıllarda, Hint Okyanusu’na ulaşan Portekizlilerin yol açtığı tehlikeye karşı bir askeri operasyona girişmese de, onun döneminde yapılan denizcilik yatırımları neticesinde oğlu Süleyman döneminde bu tehlike bertaraf edilecektir. Hiç şüphesiz Mısır ve hinterlandının ele geçirilişi, kadim dünyanın milletler arası ticari yol şebekesinin kontrolünü önemli ölçüde Osmanlılara sağlamıştır.[15]
I. Selim’in saltanatı sekiz yıl kadar sürse de, imparatorluk tarihinin en önemli dönemlerinden birini teşkil eder. Onun şehzadeliğinden itibaren dikkatle gözlemlediği Doğu sorununu ele alış biçimi, Osmanlı Devleti’nin dini ve siyasi formasyonunun şekillenmesinde oldukça önemli bir amil olmuştur. Dönem koşullarının da etkisiyle katı bir Sünni yorumu benimsemiş ve Safeviler’in aleyhine olmak üzere Sünni dünyanın sınırlarını genişletmiştir. Daha sonra İslam dünyasının liderliğine soyunan I. Selim, bu konudaki en büyük rakibi olan Memlük Devleti’ne karşı bir dizi askeri operasyonlar düzenlemiştir. Bu askeri operasyonların neticesinde İslam dünyasını birleştirme yönünde oldukça önemli bir adım atmış ve Haremeyn’in de koruyuculuğunu üstlenmek suretiyle zamanının en güçlü siyasi figürü olmayı başarmıştır.[16]
[17]
İslam’ın kutsal yerlerinin koruyuculuğu misyonunu yüklenen Osmanlılar, bunu Hıristiyan dünyasına karşı yürüttükleri gaza dolayısıyla kazandıkları şöhretleriyle birleştireceklerdi. Öyle ki Osmanlı hilafeti Abbasi halifesinin mirasçısı değil İslam’ın ve kutsal yerlerin koruyucusu, hizmetçisi (hâdimi) olmak anlayışına kavuşmuştu. Buna göre Osmanlılar halifeliğe hac yolları ve kutsal yerlerin emniyeti, İslam’ın müdafaası, bütün Müslümanların koruyucu şemsiye altına alınması gibi bir anlam yüklemişlerdi. Gaza geleneği ise Türk idare anlayışı ile birleşmişti. Bununla birlikte hilafet anlayışının özellikle XIX. yüzyılda Avrupalı devletler karşısında zora düşülmesiyle birlikte Osmanlı Devleti tarafından klasik anlamıyla ortaya konulması ilgi uyandırıcıdır. [18]
Babasından devraldığı tamtakır hazineyi ağzına kadar altınladoldurdu. Hazinenin kapısını mührüyle mühürledikten sonra, şöyle vasiyet etti:"Benim altınla doldurduğum hazineyi, torunlarımdan her kim doldurabilirse kendi mührüyle mühürlesin, aksi hâlde hazine-i hümayun benim mührümle mühürlensin." Bu vasiyet tutuldu. O tarihten sonra gelen padişahların hiçbiri hazineyi dolduramadığından, kapısı daima Yavuz'un mührüyle mühürlendi.[19]
“Biz Allah tarafından memur olmadıkça bir sefere gitmeyiz.” diyen Yavuz Sultan Selim Han ise, Cihan hakimiyeti davasında çok kudretli bir simadır. Kendisini Rodos Seferine teşvik edenlere: “Ben cihangirliğe alışmışken, siz himmetimi küçük bir adanın fethine hasretmek istiyorsunuz.” cevabı kendisini en iyi şekilde anlatmaktadır. [20]
Şeyhülislam İbn Kemal’in Vahdet-i Vücud’u bir devlet doktrini haline getirme tasarısı ile Yavuz’un, İbn-i Arabi’nin Şam’daki mezarı üzerinde türbe yaptırması arasındaki bağ incelemeğe değer merak uyandırıcı bir konudur. Ayrıca Mısır’ı fethettikten sonra Hint ve Çin ülkelerinin haritalarını yaptırdığına dair rivayet vardır. [21]
İlim ve kültür hayatına da özel önem veren I. Selim, gerek Çaldıran Savaşı sonrasında girmiş olduğu Tebriz’de, gerekse de Mercidabık ve Ridaniye savaşlarının akabinde girmiş olduğu Şam, Kudüs ve Kahire gibi İslam dünyasının önemli merkezlerinden alim ve sanatkarların İstanbul’a gönderilmesini temin etmiştir. [22]
Yavuz Sultan Selim, 1514 yılında cüzzam hastaları için Karacaahmet Mezarlığı yakınında bir yurt yaptırmıştı. Burası Miskinler Tekkesi olarak tanındı ve 1938 yılında yıkılıncaya kadar cüzzam hastalarına hizmet vermiştir.[23]
Dipnotlar
[1] Osmanlı Tarihi (1300-1566), Anadolu Üniversitesi
[2]http://osmanlilar.gen.tr/1451-1574.asp
[3] Osmanlı Tarihi (1300-1566), Anadolu Üniversitesi
[4]http://osmanlilar.gen.tr/1451-1574.asp
[5] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[6]http://osmanlilar.gen.tr/1451-1574.asp
[7] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[8] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[9] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[10] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[11] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[12]http://osmanlilar.gen.tr/1451-1574.asp
[13]http://tr.wikipedia.org/wiki/I._Selim
[15] Osmanlı Tarihi (1300-1566), Anadolu Üniversitesi
[16] Osmanlı Tarihi (1300-1566), Anadolu Üniversitesi
[17]http://tr.wikipedia.org/wiki/I._Selim
[18] Osmanlı Tarihi (1300-1566), Anadolu Üniversitesi
[19] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[20]http://osmanlilar.gen.tr/1451-1574.asp
[21] Osmanlı’nın Mahrem Tarihi, Mustafa Armağan
[22] Osmanlı Tarihi (1300-1566), Anadolu Üniversitesi
[23] Osmanlı’nın Mahrem Tarihi, Mustafa Armağan
Yavuz Sultan Selim (1512-1520, 8 yıl)