Hatıralar
Giyimde Sadelik
Çok sade giyinirdi. O kadar ki, onu herhangi bir saraylıdan ayırmak mümkün olmazdı... Bir gün bunun sebebini sormuş ve Yavuz'dan şu harika cevabı almıştır: "Vezirlerin ve beylerin süslü elbiseler giymesi, padişahlara saygıdan ileri gelir. Biz kime şirin gözükmek için süslü giyinelim? Bizim padişahımız (Allah), vücudun dışına değil, içindeki cevhere bakar." [1]
Mertlik
Kibirsizdi. Gösterişten hoşlanmaz, devlet malını israf etmezdi. Cesarete âşıktı. Çaldıran seferi sırasında isyan eden askerin içine tek başına dalmış ve bu cesareti sayesinde hepsini peşinden sürüklemiştir. Yine Çaldıran seferi sırasında bir asker, Yavuz'u öldürmek için yolunu kesti. Fakat padişahın heybetini görünce silahını yere atarak ayaklarına kapandı: "Öldür beni padişahım!" "Niçin?" diye sordu Yavuz. "Çünkü ben seni öldürmeye niyetliydim. Bu sebeple yola çıktım. Fakat aslan yapılı vücudunu, gözlerinin heybetini görünce kıyamadım. Bu niyetimin cezasını ver, beni öldür!" Askerin uzun boyunu, geniş omuzlarını, mert duruşunu bir zaman seyrettikten sonra, gülümsedi: "Sen bana kıyamazsın da, ya ben sana nasıl kıyarım! Bu seferde senin gibi cesur, mert askerlere ihtiyacım vardır. Haydi birliğine katıl."[2]
Ben Geliyorum
Yavuz Sultan Selim,1515 yılında Dulkadiroğlu Beyliğinin topraklarını Osmanlı topraklarına katmıştı. Memluk Sultanı Kansu Gavri bir elçi göndererek, yapılan işgali protesto ediyordu. Elçi Türk hakanına:”Hutbelerde Sultanımızın adı okunan memleketleri iade ediniz!” dediğinde Yavuz’da şöyle cevap verdi: ”Sultanınıza söyleyin, hutbe ve sikkede adının muhafazasını bizim memleketimiz olan Anadolu’da değil, kendi memleketi Mısır’da düşünsün.” Elçi başını yere eğip: ”Ben bunları Sultanıma nasıl söylerim, siz bir elçi gönderin de o söylesin” deyince Yavuz cevap verdi: ”Elçiye gerek yok, Mısır’a ben geliyorum.”
Çölü Geçerken
Sina Çölünü geçerken şu vak’a o tarihten beri menkıbe olarak anlatılır: Sina Çölünde yıllardan beri yağmur yağmamasının verdiği kuraklıkla, müthiş çoraklık, ıssızlık ve kum fırtınası vardı. Padişah, devlet adamları ve süvariler ata binmiş halde çölde ilerlerken Sultan Selim Han bir ara atından iner. Sultanın piyade yürüyüşüne geçmesiyle, bütün devlet adamları ve süvariler attan inerler. Başta Sultan Selim Han ve bütün ordu kurak ve çorak Sina Çölünde piyade yürüyüşü yaparlar. Ordu harap ve bitab bir hale gelir. Fakat Sultan Selim Han, büyük bir edep ve huşu içinde yürümektedir. Sebebi sorulunca buyurur ki: “Önümüzde, fahri kainat Resulullah efendimiz hazret-i Muhammed yürümekteyken at üstünde gitmekten haya ederim.”[3]
Mukaddes Beldelerin Hizmetçisi
Şam fethedilmiş, Yavuz Sultan Selim, cuma namazını kılmak için Şam'ın en büyük camisine gitmişti. Sünnet kılındıktan sonra imam hutbeye çıktı. Tarihî bir gün daha yaşanıyordu. İlk defa bugün, bu hutbede Sultan Selim'in adı okunacaktı. İmam sesini yükseltti: "Cihan sultanı, mukaddes yerlerin hâkimi, Sultan Selim Han..." Bitirmesine kalmadan Yavuz Selim'in sesi duyuldu: "Hayır! Biz mukaddes yerlerin hâkimi (sahibi) değil, hadimiyiz (hizmetkârı). Hutbe böylece değiştirilsin." Ve imam, hutbeyi öylece değiştirip okudu: "Hadimü'l-Harameyn eşşerefeyn Sultan Selim Han bin Bayezid Han..."[4]
Âlimin Atının Çamuru
Sultan Selim Han’ın sandukasının üstünde büyük âlim ibni Kemal Paşanın kaftanı örtülüdür.Örtünün konması meşhur rivayette şöyle anlatılır: Sultan Selim Han MısırSeferini tamamlayıp, Kahire’den Şam’a dönerken, yolda, o sırada Anadolu Kadıaskerliği vazifesini yapan ibni Kemal Paşazadeyi yanına çağırdı. Sohbet ederek giderlerken, İbn-i Kemal’in atı birdenbire bir su çukuruna bastığı için Sultan Selim Hanın üstü başı ıslanıp, kaftanı çamur oldu. İbn-i Kemal Paşa telaşa düşünce, azametiyle meşhur olan Sultan Selim Han; “Bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur, benim için şereftir. Öldüğüm zaman bu kaftanı böylece sandukanın üstüne koysunlar!” deyip, sırtından kaftanı çıkarıp, saklattı. [5]
[6]
Yiğit Anadolu Çocuklarına Verilen Değer
Trabzon Sancakbeyi Şehzâde Selim(Yavuz Sultan Selim), 1508 yılında Gürcistan seferinde ele geçen ganimetten beşte bir olan hazine payını bile almayıp, hepsini gaziler arasında taksim etmişti. Daha sonra Şehzade Selim, Rum, Karaman ve Anadolu’dan gelmiş olan yiğitlerin ileri gelenlerinden bazılarını huzuruna çağırarak, onlara şu tarihi konuşmayı yapmıştı: Atalarımın sarayında bulunan bilgisiz, mal ve hediyeye düşkün idareciler, çok eskiden beri sarayımıza ve memleketimize hizmet eden halk çocuklarını, tanınmış yiğit ve kahramanları ileri gitmekten el çektirmişler, devamlı olarak ihsanları “kul topluluğu”na olmuştur. “Kul”dan başkasına makam ve mevki vermezler. Bundan dolayı halkın bir kısmı Acem’e gitmek dilerler diye işittim. Benim nazarım sizler üzerinedir. Bunu duyurmak ve göstermek için sizleri çağırdım. Benim niyetim budur.[7]
Atalarımız zamanından beri bize şöyle öğüt verilirdi: Sarayımızda asıl askerimiz, yolumuza sadakatle can ve baş koyup, bize yoldaşlık ve hizmet edenlerdir. Yüksek mevkiiler, makam ve dirlikler onlarındır. Allah bana saltanat nasip ederse benim bakışlarım halk çocuklarınadır. Meylim kılıç vuran pehlivanlaradır. Kullarımıza niye minnet edelim. Onlar samimi kullardır. Onların içinden Müslüman, temiz inançlı, dindar ve iyilik sevenleri ve yiğitleri ileri çekip yükseltmek gerekir. Yoksa “kul” diye beceriksiz ve alçaklara değer verip, yaramazı adam etmek padişahlık alâmeti değildir. Halk ve memleket çocuğundan yüz çevirmek uygun olmaz. İnşaalah ben bu niyette kararlıyım. Her biriniz yerli yerine varıp, benim bu temiz inançlarımı halka tenbih edip bildiriniz. İran’a yönelip gitmekten vaz geçsinler.[8]
Bunu dinleyen yiğitler memleketlerine dönüp gittiklerinde Şehzâde Selim’in kendilerine yaptıklarını ve anlattıklarını her tarafa, herkese anlatıp ilan etmişlerdir. Bunu duyanlar cân-ü gönülden Şehzâde Selim’e bağlanıp, artık kimin arkasına düşeceklerini ve kime gönül ve ümit bağlayacaklarını bilip, halkın toplandığı yerler de, ozanlar türküler söyleyip; “Yürü Sultan Selim meydan senindür”, sözlerini tekrar edip duruyorlardı.[9]
Çadır İçinde Savaş İdare Edemeyiz
26 Ağustos 1516 yılında, Memluklular ile Osmanlı’lar arasında yapılan Mercidabık savaşı sırasında, Yavuz Sultan Selim, ordunun ön saflarına gitmek için atını mahmuzladığında, Sadrazam Sinan Paşa Yavuz’un yolunu keserek: ”Şevketlü hünkârım, olmaya ki heyecana gelir, kendinizi ateşe atarsınız, yüreğimiz kan ağlar” dediğinde, Yavuz Sultan Selim: ”Biz, cennetmekan Fatih Sultan Mehmet Han torunuyuz, çadır içinden savaş idare etmeyiz.” diye cevap vermişti.[10]
Sin Şın’a Girdiğinde
Yavuz Sultan Selim Mısır seferinden sonra Şam’da bir müddet kalır. Şeyh Muhyiddin-i Arabinin kitaplarından okur. Sultan onun kabrine gidip ruhu için dua etmek ister. Şam halkı Şeyh’in kabrini bilmiyorlardır. Bu konu araştırılır ve tellallarla bilenin ödüllendirileceği halka duyurulur. Kimse çıkmaz, yalnızca dağda koyun otlatan bir çoban gelir: “Efendim Kasyun dağının yamacında bir yer biliyorum, oradan ne koyunların birisi bir ot yer nede oraya bir hayvan basar. Oranın otları kendi halinde büyür ve zamanı gelince de kurur gider. Zannım o ki aradığınız yer orasıdır” der.Çobanın tahmini doğru çıkar. Kazılan yerde Şeyh-i Ekber’in cesedi hiç çürümeden durmaktadır. Sultan onun için bir türbe yaptırır ve defin işlemiyle bizzat ilgilenir. [11]
Defin bitince Şam halkının Şeyh hakkındaki bildiklerini öğrenmek ister. İleri gelenlerden bazı âlimleri ve güngörmüş kişileri huzura çağırır. Onlarda kendilerine intikal eden bir rivayeti sanki ağız birliği etmişçesine anlatırlar. Meğer vakti zamanında Şeyh, Şam halkının maddi şeylere düşkünlüklerinden yakınarak onlara nasihat etmiş, sonunda da ses tonunu yükseltip ayağını yere vura vura “Sizin taptığınız benim ayağımın altındadır!’” diye haykırmış. Halk, bu söz ile kendi inançlarına hakaret edildiğini, kendilerinin Allah’a taptıklarını, Şeyh’in bu sözüyle küfre girdiğini iddia ederek kadılara şikâyet etmişler ve onlarda Şeyh’in cezalandırılmasına hükmetmişler. Şeyh’in haksız yere eza cefa çekmesine gönlü razı olmayan dostlarından biri Muhyiddin-i Arabiye’e gelip “Neden sözünden dönmüyorsun, neden sır gibi davranıyorsun?” diye sorunca da o acı bir tebessüm ile “İzadahale’s-Sin ila’ş-Şın zahira sırrı!” demiş, Sultan bunu duyunca çok şaşırır. Bu söz, ”Sin Şın’a girince sırrım anlaşılır!” demeye gelmektedir. Sultan, bu sefer Şeyh’in bu sözü tam nerede söylediğini araştırır. Aradan üç yüzyıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen bir kişi tahminen yerini bilebilir. Sultan bizzat oraya kadar gider. Gidilen yer yüksekçe bir tepedir. Sultan tepeyi kazmalarını emreder. Çok geçmeden kazılan yerden bir küp altın çıkar. Sonra Sultan şöyle söyler “Peygamberimiz, zamanın küfür meclislerine binaen ‘Dininiz paranız, kıbleniz kadınlarınız.’ buyurmadı mı? Muhyiddin-i Arabi de buna dayanarak, taptığınız ayağımın altında demekle, benim ayağımın altında altın var demek istemiş ama o zaman bunu kimse anlayamamış.[12]
[Sin Selim, Şın Şam’ın baş harflerini gösterir, Selim Şama’a Girince diye anlaşılıyor.]
Buna Karışmak Benim Vazifemdir
Yavuz Sultan Selim Han Topkapı Sarayı hazinesi görevlilerinden yüz elli kişinin sorumsuz davranışlarından dolayı idamını emretmişti. Zenbilli Ali Efendi, bu kararı duyunca derhal Dîvan-ı hümayûn’a koştu. Vezirler ayağa kalkıp saygı ile karşıladılar ve başköşeye oturttular. Şeyhülislamın divana gelmesi adet olmadığından, niçin geldiğini sordular. Padişahla görüşmek istediğini söyledi. Durum padişaha arzedildi. Yavuz Sultan Selim Han, huzuruna girmesine izin verdi. Arz odasına girip selam verdi. Padişahın hürmet göstermesinden sonra, gösterilen yere oturdu. Sonra padişaha; “Fetva vazifesinde bulunanların bir işi de, padişahın ahiretini korumak, onları dinen hata olan şeylerden sakındırmaktır. Yüz elli kişinin idam edilmesine padişah fermanı çıktığını duyduk, öldürülmeleri için, dinen bir sebep tespit edilmiş değildir. Bunların af buyrulması rica olunur.” sözü üzerine kızan padişah; “Bu iş saltanatın gereğidir. Âlimler böyle işlere karışırsa devlet idaresi kargaşaya uğrar. Sorumsuzluklara göz yummak, beğenilecek tutum değildir. Bu işlere karışmak sizin vazifeniz değildir.” dedi. Zenbilli Ali Efendi, Padişahın bu sözleri karşısında; “Bu karar ahiretiniz ile ilgilidir ve buna karışmak da bizim vazifemizdir. Eğer affederseniz ne iyi ne güzeldir. Yoksa ahirette cezaya müstehak olursunuz.” Bu sözler, Padişahın kızgınlığını yatıştırdı. “Affettik” diyerek lütuf gösterip, neşe ile sohbete başladı. Konuşma bittikten sonra, gitmek üzere ayağa kalkan Zenbilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selim Hana; “Ahiretiniz ile ilgili hizmeti yerine getirdim. Mürüvvet ile ilgili bir sözüm daha var.” dedi. Padişah; “Onu da söyle.” deyince; “O sözüm de şudur ki, Padişahın affına uğrayan o kişilerin, işlerinden el çektirilip, el açarak sokaklarda dolaşmaları, Padişahlığın şanına layık mıdır?” dedi. Bunun üzerine Padişah bunu da kabul etti. Sultan Selim Han; “Fakat bunlar vazifelerinde kusur ettikleri için, bunları tâzir edeceğim.” dedi. Zenbilli Ali buna karşı da; “Tazir (azarlama) padişahın reyine kalmıştır. Orasını siz bilirsiniz. Bizim arzumuzu kabul etmeniz bize yeter.” dedi. Sonra teşekkür ederek padişahın huzurundan ayrıldı.[13]
Mesul Olursun
Yavuz Sultan Selim Han, padişah olduğu zaman, babasının çok değer verdiği büyük âlim Zembilli Ali Efendi’yi Şeyhülislam yaptı. Kendisi asabi olduğu halde ona büyük hürmet gösteriyor, her işini onun fetvasını alarak yapıyordu. Bir gün Yavuz İstanbul’dan Edirne’ye giderken, Zembilli Ali Efendi onu uğurlayıp geri döndüğünde 400 kişinin elleri bağlı götürüldüklerini görünce, başlarındaki adama:-Bunlar kimlerdir, diye sordu.-Bunlar, ipek satın aldıklarından dolayı idama mahkûm olan tüccarlardır. Bu cevap karşısında Zembilli Ali Efendi hemen geri dönüp Yavuz’a yetişerek:-İpek satın alan 400 kişinin idamını emretmişsiniz. Bu caiz değildir. Katletmeyiniz, mesul olursunuz.-Halkın üçte birinin nizam için üçte ikisinin katli caiz iken, üç-beş kişi için neden mesul olayım? -Padişahım, bunların suçu halkın nizamını bozacak mahiyette değildir. Yavuz kendi emrini, halkın nizamı olarak kabul ettiğine inandığından, şu cevabı verdi:-Ya benim emrime karşı gelmek halkın nizamını bozmaz mı?-Hayır bozmaz! İpek emininin bu tüccarlara ipek vermesi, sizin rızanıza alamettir. Suçları yoktur, dedikten sonra selam vermeden Yavuz’un huzurundan çıktı. Yavuz bu hareket çok sinirlendi ise de hiçbir cevap vermeden yoluna devam etti. Edirne’ye varınca İstanbul’a haber gönderip, bu 400 kişinin affedildiğini bildirdi.[14]
Mısır’ı Fetheden Ordu
Ordu, sefere gidiyordu. İlk mola Gebze yakınlarında verildi. Ordunun geçtiği yollar bağlık bahçelikti. Asmalar salkım salkım üzüm, ağaçlar elma doluydu. Yavuz Sultan Selim Han bir an düşündü: “Acaba askerim, sahibinden izinsiz üzüm veya elma koparıp yer mi?” hemen Yeniçeri Ağasını çağırdı ve: “Ağa! Fermanımızdır. Bütün askerin heybeleri yoklansın. Bir elma veya üzüm çıkan asker derhal huzura getirilsin!” diye emretti. Yeni çeri Ağası, birkaç saat içinde bütün askerin heybelerini arattırdı. Daha sonra Sultan Selim Hanın huzuruna gelerek: “Hünkârım! Bütün askerin heybelerini araştırdık. Bir tek üzüm veya elma bulamadık. Asmaları ve elma ağaçlarını da inceledik. Koparılma izine rastlamadık” dedi. Bu habere çok sevinen Sultan, ellerini açarak “Ya Rabbi, sana sonsuz hamd-ü senalar olsun. Bana haram yemeyen bir ordu nasip ettin. Eğer asker içinde bir nefer sahibinden izinsiz bir meyve koparıp yeseydi, Mısır seferinden vazgeçerdim” dedi. Sonra Yeniçeri Ağasına dönerek: “Çünkü Ağa! Haram yiyen bir ordu ile beldelerin fethi mümkün olamaz” dedi.[15]
Şehzade Korkut
Amcası Cem Sultan gibi hayatı maceralarla dolu geçen Korkut, kardeşi Yavuz Selim'in saltanatı için tehlikeli kabul edildiğinden yakalanıp öldürüldü. Cenazesi, Bursa'daki Orhan Gazi'nin türbesine defnedildi. (1513) Bütün şehzadeler gibi o da hayatının ilk yıllarından itibaren özel bir eğitime tabi tutulmuştur. Korkut'un başka hiçbir hanedan mensubunda bulunmayan özelliği, "fakih" yani İslam hukuku uzmanı olmasıydı. Fıkıhta geleneğin sınırlarını aşarak Hanefi mezhebini terk edip Şafii mezhebine geçmiş ve değerlendirmelerini buna göre yapmıştır. Şehzadeler için birinci mesele tahtla ilgiliydi. Fakat Korkut 40 yaşında iken, 1508'de yazıp babasına gönderdiği "Da'vetü'n-nefsi't-taliha ila A'meli's-saliha" isimli eserde saltanatla ilgili hiçbir beklentisi olmadığını, ilimle uğraşmak istediğini, bir koltukta iki karpuzun olamayacağını açık bir dille yazmıştı. [16]
Ona göre padişahın hem iyi bir mümin, hem de iyi bir yönetici olması mümkün değildir. Gerekçelerden ilki, şeriat ile örfün uyuşmazlığıdır. "Bu zamanda siyasi meselelerde işin içine örfi bir unsur karışması şüphelerinden azade olacak şekilde şeriatı icra etmek mümkün değildir. Hatta şeriata açıkça muhalif olan örfi uygulamalardan kaçınarak şeriata uymak mümkün değil." Emirlikle birlikte günahın kirlerinden temiz kalabilmek de mümkün değildir. Çünkü Emir'in kirlere bulaşmış insanlardan uzak kalabilmesi imkânsızdır. Hükümdarlık kalbin alakalarını çoğaltmayı gerektirir ki, bu da kalp huzuruna manidir. Ona göre söylenenlerden öğüt almak için uzaklara gitmeye gerek yoktur: "Babalarımız ve atalarımız ile onlara karşı çıkanlar arasında saltanat talebi sebebiyle cereyan eden kavgalara bakmak yeterlidir. İnsanlar kadim devirlerden beri hep bu hal üzeredirler."[17]
Aklımıza bazı sorular geliyor. Bütün bu yazdıklarına rağmen şehzadenin taht mücadeleleri nasıl izah edilecektir? Bu bir kader sırrı mı, Şehzade Selim'in taht ihtirası mı, yoksa Korkut'un eserleri "Bu işi ben bilirim" gizli egosunu mu barındırmaktadır? Son sözümüz son iki kelimesi olsun: "Allahu a'lem" [18]
Asırlarca Aralıksız Okunan Kur’an-ı Kerim
Ünlü şair Yahya Kemal, İstanbul’un işgal altında bulunduğu günlerde, İngilizlerin Topkapı Sarayını yağmalayacağı söylentileri üzerine derhal saraya gitmiş ve Saray Kâtiplerinden Lütfi Bey ile dolaşırken intibalarını dile getirmişti. Bu yazısında, Hırka-i Saadet Dairesi’nde karşılaştığı manzarayı şöyle anlatır: “Revan Köşkü’nde gezerken kulağıma derinden bir Kur’ân-ı Kerîm sesi geldi. Birdenbire İslam mimarisini tam manasıyla gördüm. Çünkü İslam mimarisinin içinde, bir ruh gibi, muhakkak rahle başında bir Kur’an-ı Kerîm sesi lazım. O olmadığı zaman bu mimari, kuru bir şekilde görünüyor. Bu fikrimi rehberim Lütfi Bey’e söyledim ve bu Kur’an sesinin nereden geldiğini sordum. “Hırka-i Saadet Dairesinden” dedi. Yavaş yavaş sesin geldiği pencereye baktım; yeşil yemyeşil, ruhanî yeşil bir daire, pencereye arkasını çevirmiş bir hafız, öteki âleme dalmış bir ruhun istirahatiyle okuyor, diğer bir hafız da gözlerini yummuş, bir köşede tespihini çekerek bekliyor. Rehberim Lütfü Bey’e sordum, Hırka-i Saadet’te ne zaman bu hatim indirilir? Lütfü Bey gülümseyerek kulağıma dedi ki: “Hergün! Her saat! 400 seneden beri geceli gündüzlü bila fasıla...”Hayretten gözlerimi kapamış dinliyordum. Lütfi Bey biraz malumat verdi:“Yavuz Sultan Selim, hilafet alâmeti olan Hırka-i Şerif, Sened-i Şerif ve diğer Emanat-ı Mübareke’yi Mısır’dan İstanbul’a hatimler indirterek getirmiş, İstanbul’a vardığı gece Saray’da yüksek bir mevki’e yerleştirmiş, mimarbaşı ve ustalar, asıl tevdi olunacak makamı harıl harıl inşa ederlerken, sefer yorgunluğuna bakmadan sabaha kadar ayakta beklemiş. O gece, geceli gündüzlü Kur’an-ı Kerim okunması için vazife tertip ederek, kırk hafız tayin etmiş. İşte o günden beri bu dairede bir saniye tevakkuf etmeksizin Kur’an-ı Kerim okunuyor. Bu hafızlar el’an kırk kişidir. Daima ikişerli nöbetle vazifelerini ifa ederler. Bu gün de bu iki hafızın nöbeti.” dedi.Bu gece, bu saat, ben burada bu satırları yazarken, Hırka-i Saadet Dairesi’nde Kur’an-ı Kerim okunuyor! Siz, bu saat benim bu satırlarımı okurken, Hırka-i Saadet Dairesi’nde Kur’an-ı Kerim okunuyor! Tam dörtyüz seneden beri fasılasız! O günden beri bu düşünce saat rakkası gibi hafızamda sallanıyor. Hilafet Makamı olan İstanbul’da, böyle bir makamın yanında, dört asırdır durmamış bir Kur’an-ı Kerim sesi olduğunu bilmezdim. Nice İstanbullular ve nice Türkler de bilmezler. Bu sarayın içinde dörtyüz seneden beri olmuş ihtilaller, hal’ler, kıtaller, bu Kur’an-ı Kerimin sesini bir an susturamamış. Bu hadiseyi idrak ettikten sonra, İstanbul’dan niçin çıkarılamıyoruz, bu şüpheyi halleder gibi oldum.[19]
[20]
(Not: Hırka-i Saadet Dairesinde Kur’an-ı Kerim okunması 3 Mart 1924 tarihinden itibaren yasaklanmış, 67 sene sonra 15 Mart 1991’den itibaren tekrar başlatılmıştır.)[21]
Kanunlar Yürüdükçe Devlet Zeval Bulmaz
Yavuz Sultan Selim, her meseleyi, akıllı ve olgun veziri Pîrî Mehmet Paşa ile istişare eder, onun bilgi ve görüşlerinden istifade ederdi. Bir gün sohbette, kendisine şu soruyu sordu:-Pîrî Lalam! Allahü Tealanın emri, Resûl-i Ekrem efendimizin mucizesiyle Mısır’ı fetheyledik. Hadim-ül Haremeyn olmakla şereflendik. Gittiğimiz yerlerde fetihler müyesser oldu. Emrimize muhalefet edecek kimse kalmadı. Bu halde devletimizin zevali ihtimali var mıdır?Pîrî Mehmet Paşa’nın, sanki çağlar ötesini görüyormuşçasına verdiği cevap şöyleydi:-Dedelerimizin koydukları kanun ve kaideler yürürlükte kalıp tatbiki devam ettikçe, bu devletin zevali, yıkılması mümkün değildir. Ama evlatlarınızın hilafetleri zamanında, akılsız vezirler tayin edilir, rüşvet kapıları açılıp rütbe ve makamlar ehli olmayanlara verilir ve devlet işlerinde kadınların hükmü yürürse, o zaman bu devlette karışıklık ve düzensizlik hüküm sürer.[22]
Dipnotlar
[1] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[2] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[3]http://osmanlilar.gen.tr/1451-1574.asp
[4] Resimli Osmanlı Tarihi, Yavuz Bahadıroğlu
[5]http://osmanlilar.gen.tr/1451-1574.asp
[6]http://tr.wikipedia.org/wiki/I._Selim
[7]http://www.tarihnotlari.com/meydan-senindur/
[8]http://www.tarihnotlari.com/meydan-senindur/
[9]http://www.tarihnotlari.com/meydan-senindur/
[10]http://www.tarihnotlari.com/cadir-icinden-savas-idare-etmeyiz/
[11]http://www.netpano.com/yavuz-sultan-selimin-300-yil-sonraki-kesfi/
[12]http://www.netpano.com/yavuz-sultan-selimin-300-yil-sonraki-kesfi/
[14]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Osmanli-Hikayeleri-Detay-MESUL_OLURSUNUZ-710.aspx
[15]http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Osmanli-Hikayeleri-Detay-MISIRI_FETHEDEN_ORDU_-231.aspx
[16]Derin Tarih, Sayı:22, Mustafa Kara
[17]Derin Tarih, Sayı:22, Mustafa Kara
[18]Derin Tarih, Sayı:22, Mustafa Kara
[20]http://www.zaman.com.tr/cuma_kuranin-altin-ikliminde-seyahat_1025762.html
Yavuz Sultan Selim (1512-1520, 8 yıl)