Hacı Bayram-ı Veli (1352-1449)
İstanbul’u, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın fethedeceğini müjdeleyen büyük velî. İsmi, Numân bin Ahmed bin Mahmûd olup, lakabı Hacı Bayram’dır. 1352’de, Ankara ilinin Çubuk çayı üzerindeki Zülfadl (SolFasol) köyünde doğdu. Tasavvufta Bayramî tarikatını kurdu. [1]
Ankara’da Kara Medrese’de müderrislik yaparak, talebe yetiştirmeğe başladı. Kısa zamanda, halk arasında sevilip sayılan bir kimse hâline geldi. Birgün müderris Numân’a, bir kimse gelerek; “Hocam Hamîdeddîn-i Velî [Somuncu Baba] hazretlerinin size selâmı var. Kayseriye davet ediyor. Bu vazîfe ile huzûrunuza gelmiş bulunuyorum” dedi. O da, Hamîdeddîn ismini duyunca; “Baş üstüne, bu da’vete icabet lâzımdır. Hemen gidelim” diyerek müderrisliği bıraktı. Kayseri’de Hamîdeddîn-i Velî ile bir kurban bayramında buluştular. O zaman Hamîd-i Velî; “İki bayramı birden kutluyoruz” buyurarak, Numân’a Bayram lakabını verdi. Batınî ilimlerde yüksek derecelere kavuşturduktan sonra ona; “Hacı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş evliyâyı ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!” buyurdu. Hacı Bayram kendisini tasavvufa verdi. [2]
Hacı Bayram Camii [3]
Hocası ile hacca gitti. Hac vazîfelerini yaptıktan sonra Aksaray’a geldiler. Orada hocasının “Halîfem, vekîlim sensin” emri üzerine, bu ağır vazîfeyi üzerine yüklendi. Aynı sene hocası vefât edince, Ankara’ya döndü. Ankara’da talebeleri gün geçtikçe çoğalmaya, akın akın gelmeye başladılar. Kısa zamanda ismi her tarafta duyuldu. [4]
Hacı Bayram’ın etrâfında pekçok kimsenin toplandığını gören bazı hased ediciler, Pâdişâh İkinci Murâd Hân’a; “Sultânım! Ankara’da Hacı Bayram isminde biri, bir yol tutturarak halkı başına toplamış. Aleyhinizde sözler ederek, saltanatınıza kasd edermiş. Bir isyan çıkarmasından korkarız!” diyerek iftiralarda bulundular. Bunun üzerine sultan, durumun tetkik edilmesi için iki kimse vazîfelendirip; “O kimseyi hemen gidip getirin. Emrimize başkaldırıp isyan ederse, zincire vurarak getirin!” emrini verdi. Vazifeli çavuşlar, ellerinde pâdişâhın fermanı olduğu hâlde, Edirne’den kalkıp süratle Ankara’ya doğru yol aldılar. Ankara’ya yaklaştıklarında önlerine; Yaşlı, nûr yüzlü bir kimse ile bir genç çıktı. Selâmlaştıktan sonra ihtiyâr zât; “Evlâtlarım! Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?” diye sorunca, onlar da; “Ankara’da Hâcı Bayram isminde biri. Etrâfına adamlar toplayıp, Padişahımıza başkaldırmış. Onu yakalayıp Derseaadet’e götüreceğiz” dediler. Çavuşların bu sözünü bekliyen ihtiyâr zât; “O aradığınız Hâcı Bayram bu fakirdir” diyerek, kendisini gösterdi. “Evlâtlar! Sizin geleceğinizi biliyorduk. Onun için yola çıkıp sizi bekledik. Pâdişâhımızın fermanı başımız üzerinedir.” buyurdu. Hâcı Bayram ile yanındaki genç talebesi Akşemseddîn, çavuşlarla birlikte Edirne’ye doğru yola koyuldular. [5]
Sarayda Sultan İkinci Murâd Hân, söylentilere göre devletin selâmetine kasdeden ve tahtına göz diken bir eşkiya beklerken, karşısında: nûr yüzlü, kâmil bir velî gördü. Hayretini hiç saklamayarak, onu başköşeye oturttu. Sohbete başladılar. Tâ Ankara’dan buraya kadar zahmet çektirip getirttiğine çok üzüldü. Bayram-ı Velî’yi günlerce sarayda misâfir etti, izzet ve ikramda bulundu. Başbaşa sohbet ettiği günlerden birinde; “Allahü teâlânın izniyle, evliyânın himmet ve bereketleri ile İstanbul’u almak istiyorum. Rahmetli dedem Yıldırım Bâyezid Hân bu işe girişti. Fakat şimdiye kadar kesin bir netice elde edemediler. Devlet-i âl-i Osman’ın topraklarının ortasında bir Bizans devletinin olmasına hiç gönlüm râzı değil. Sevgili Peygamberimizin de ( aleyhisselâm ) medhettiği bu İstanbul bize lâzım. Bunu almak için de himmetinizi, yardımınızı bekliyorum” dedi. Murâd Hân bu sözleri söylerken, Hacı Bayram-ı Velî derin bir tefekküre dalmış hâlde dinliyordu. Söz bitince, tane tane şöyle konuştu; “Sultânım! Bu şehrin alınışı ne size, ne de bize nasîb olacak. İstanbul’u almak, şu beşikte yatan yavrunuz Muhammed’e (Fâtih Sultan Mehmed Hân’a) ve onun hocası, bizim Köse Akşemseddîn’e nasîb olsa gerektir” müjdesini verdi. [6]
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Edirne’de bulunduğu müddet içinde, câmilerde va’z verip, halka nasihatlerde bulundu. Edirneliler de onu çok sevdiler. Onun hangi câmide nasihat edeceğini öğrenip, oraya akın akın giderlerdi. Pâdişâh da onun Edirne’de kalmasını istiyordu. Fakat Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’ya talebelerinin başına dönüp, onları yetiştirmeye devam etmek istediğini bildirdi. Sultan Murâd’ın verdiği fermanı alarak vedâlaştı, yola koyuldu. [7]
1449 senesinde Ankara’da vefât etti. Cenâze namazını Akşemseddîn kıldırdı. Bugünkü türbesinin olduğu yere defnettiler. Türbesi, Hâcı Bayram Câmii’nin kenarında ziyârete açıktır. [8]
Hâcı Bayram-ı Velî’nin, Akşemseddîn ve Bıçakcı Ömer Efendi’den başka halîfeleri de vardı. Göynüklü Uzun Selâhaddîn, Yazıcızâde Muhammed ve Ahmed Bîcân kardeşler, İnce Bedreddîn, Hızır Dede, Akbıyık Sultan, Muhammed Üftâde hazretleri bunlardandır. Birisi de, dâmâdı Eşrefoğlu Rûmî (Abdullah efendi)dir. [9]
Akşemseddin (1390-1460)
1390 senesinde Şam’da doğdu. İsmi, Muhammed bin Hamza olup, lakabı Akşeyh’dir. Nesebi, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’a ulaşır. Riyâzet sebebiyle benzinin solması, saçının, sakalının ağarması ve ak elbiseler giymesi sebebiyle “Akşemseddîn” denildiği rivâyet edilmiştir. Küçük yaşta iken Şam’da Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledi. Yedi yaşında iken babası ile Anadolu’ya gelip, Amasya’nın Kavak nahiyesine yerleştiler. [10]
Aklî ve naklî ilimlerde yetişip, Osmancık’da müderris oldu. Ankara’dan gelen bazı kimselerden, Hâcı Bayram-ı Velî’nin medhini duyarak medreseyi bıraktı ve Ankara’ya geldi, Hacı Bayram-ı Velî’nin teveccühleri altında, kısa zamanda bütün talebe arkadaşlarının önüne geçti. Hacı Bayram-ı Velî, Akşemseddîn’e icâzet (diploma) verdi. [11]
İlim tahsilini tamamladıktan sonra Osmancık’da müderris oldu. Burada günün belli saatlerinde ders veriyordu. Diğer zamanlarda, nefsinin terbiyesi ile meşgûl oluyordu. Bulunduğu yerde bu hâllerini bilenler, ona, zamanın büyük velîsi, Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerine gitmesini tavsiye ettiler. Birgün Akşemseddîn, Ankara’ya giderek, Hâcı Bayram-ı Velî ile görüştü. Bu gidişinde henüz talebesi olmadı. [12]
1436 senesinde meşhûr Velî Şeyh Zeynüddîn hazretlerine talebe olmak için Haleb’e gitti. Haleb’e vardığında bir rüya gördü. Rüyasında, boynuna bir zincir takılmış ve kendisi zorla Ankara’da Hacı Bayram’ın eşiğine bırakılmıştı. Zincirin ucu ise, Hacı Bayram-ı Velî’nin elinde idi. Bu rüya üzerine, hemen Ankara’ya geri dönmek için yola çıktı. Ankara’ya gelip, Hacı Bayram-ı Velî’nin dergâhına gidince, Hacı Bayram-ı Velî’nin, talebeleriyle beraber tarlada olduğunu öğrendi. Hemen tarlaya gitti. Hâcı Bayram-ı Velî, onu görmesine rağmen, hiç iltifat etmedi. Akşemseddîn, diğer talebeler gibi tarladaki yabani otları temizledi. Yemek vakti gelince, yine Akşemseddin’e kimse iltifât etmedi. Hacı Bayram-ı Velî, hazırlanan yemeği orada bulunan talebelerine taksim etti. Artakalan yemeği köpeklere verdi. Akşemseddîn, nefsine; “Sen buna lâyıksın” diyerek, köpeklerin önüne konan yemekten yemeğe başladı. Hâcı Bayram-ı Veli, onun bu tevâzuuna dayanamıyarak; “Köse, kalbimize girdin, gel yanıma” dedi ve ona iltifat etti, kendi sofrasına oturttu. Sonra ona; “Zincirle zorla gelen misâfiri böyle ağırlarlar” dedi. Akşemseddîn buna çok sevinerek, kendini onun irfan meclisine verdi ve tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi. Kısa bir süre sonra Hâcı Bayram-ı Velî, ona icâzet (diploma) verdi. [13]
[14]
Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’u kuşatmaya başladı. Bu arada Akşemseddîn’den, devamlı ve ısrarla bilgi ve işâret istiyordu. Veliyüddîn Ahmed Paşa’yı Akşemseddîn’e göndererek; “Şeyhe sor, kal’a fetholunacak ve düşmana karşı muzaffer olacak mıyız?” dedi. Buna Akşemseddîn hazretleri şöyle cevap verdi: “Ümmet-i Muhammed’den bu kadar müslüman ve gaziler bir kâfir kal’asına müteveccih oldu (Hücum etti). İnşâallahü teâlâ fetholur.” Fâtih Sultan Mehmed Hân, umûmî cevapla yetinmeyip, Veliyyüddîn Ahmed Paşa’yı tekrar Akşemseddîn’e gönderip; “Vaktini ta’yin etsin” dedi. Akşemseddîn murâkabeye daldı. Mübârek yüzü terledi. Sonra başını kaldırarak; “İşbu senenin Rabî’ul-Âhır ayının yirminci günü, seher vaktinde, sıdk-u himmetle filân cânibden (taraftan) yürüyüş etsinler! Olgün feth ola! Kostantiniyye, sedâ-i ezan ile dola...” dedi. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hân, gerekli hazırlığı yaptırmaya başladı. Birbuçuk aydan fazla bir zaman devam eden kuşatmayı neticeye ulaştırmak istiyordu. Fâtih Sultan Mehmed Hân, İstanbul surlarına doğru yoğun bir hücuma geçti. Bu hücum sırasında hocası Akşemseddîn’i yanına davet edip, gelmesini istedi. Akşemseddîn ise, bu sırada talebelerine: “Yanıma hiç kimseyi sokmayınız!” diyerek, tek başına çadırına girip, kapıları iyice kapattırmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Hân, haber gönderdiği hâlde Akşemseddînin gelmemesi üzerine, derhâl Akşemseddîn’in bulunduğu çadıra gitti. İçeri baktı ki, hocası Akşemseddîn hazretleri kuru toprak üzerinde secdeye kapanmış, başından sarığı düşmüş, Allahü teâlâya yalvarıp duâ ediyor, ağlayıp gözyaşı döküyordu. Gözyaşları, secdeye kapandığı toprak üzerine dökülüp, bir sofra kadar yer ıslatmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Hân, doğruca tekrar yerine döndü. İstanbul’un fethi gerçekleşti. [15]
Fetih ordusu İstanbul’a giriyordu. Pâdişâh beyaz bir ata binmişti. Çok sevdiği hocası Akşemseddîn de yanındaydı. Yerli halk yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan Mehmed Hân çok genç olduğu için, herkes Akşemseddîn’i pâdişâh sanıyordu. Akşemseddîn genç pâdişâhı göstererek; “Sultan Mehmed ben değilim, odur” dedi. Sultan Mehmed de; “Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim, ama o benim hocamdır.” dedi. [16]
Fâtih Sultan Mehmed Hân İstanbul’u fethedip, İstanbul’a girdikten sonra, hocası Akşemseddîn üç gün gözden kayboldu. Fâtih Sultan Mehmet Hân, aradı bulamadı. Üç gün sonra, Edirnekapı yakınlarında virane bir yerde ibâdetle meşgûl bir hâlde buldular. O zamandan beri bu yere, onun ismine izafeten “Akşemseddîn” mahallesi denildi. [17]
İstanbul’un fethinden sonra, Fâtih Sultan Mehmed Hân, hocasını ziyârete gitmişti. Sohbet esnasında; “Muhterem hocam! Elhamdülillah büyük yardımlarınızla İstanbul’u fethettik. Artık beni talebeliğe (dervişliğe) kabûl buyurmanızı istirhâm ediyorum” dedi. Akşemseddîn hazretleri buyurdu ki: “Sultânım, sen bizim tattığımız lezzeti tadacak olursan, saltanata bırakırsın. Dîn-i İslâmı yayma işi yarım kalır. Müslümanların rahat ve huzûr içinde yaşıyabilmeleri için, devletin ayakta kalması şarttır.” [18]
Fâtih Sultan Mehmed Hân, Sohbet sırasında bir ara Akşemseddîn’e; “Hocam! Eshâb-ı Kirâmın büyüklerinden, Ebû Eyyûb-i Ensâri’nin mübârek kabrinin İstanbul surlarına yakın bir yerde olduğunu târih kitaplarından okudum.” dedi. O zaman Akşemseddîn; “Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nûr görüyorum. Orada olmalıdır” cevâbını verdi. Derhâl pâdişâhla oraya gittiler. Akşemseddîn hazretleri, orada bulunan çınar dallarından iki dal aldı. Birini bir tarafa, diğerini az öteye dikti ve buyurdu ki: “Bu iki dal arası, Mihmandâr-ı Resûlullah’ın kabridir.” Kabrin baş tarafından bir metre kazılınca, üzerinde “Bu Hâlid bin Zeyd’in kabridir” yazılı bir taş çıktı. Silâhtar ağa Akşemseddîn’e, “Emrederseniz çınar dallarını kabrin baş ve ayakucuna dikeyim” deyince: “O dallar da orada senin hâtıran olsun” buyurup, gönlünü aldı. Böylece orası da gezilmekten, basılmaktan korunmuş oldu. Şimdi orada büyük çınarlar ve su vardır. Fâtih Sultan Mehmed Hân, Ebû Eyyûb Ensârî’nin kabri şerîfinin üzerine bir türbe ve Akşemseddîn ile talebelerine mahsûs odalar, bir de câmi-i şerîf bina ettirdi. Akşemseddîn’den orada oturmalarını rica etti ise de. Akşemseddîn, pâdişâhın bu teklifini kabûl etmeyerek, memleketi olan Göynük’e döndü.[19]
Akşemseddîn’in hocası Hacı Bayram-ı Velî’nin vefâtı yaklaştığı sırada, talebelerine; “Benim namazımı Akşemseddîn kıldırsın ve cenâzemi yıkasın. Benim bu vasıyyetimi ona iletirsiniz” dedi. Hâcı Bayram-ı Velî vefat ettiği zaman, Akşemseddîn orada değildi. Talebeler ve Hâcı Bayram-ı Velî’nin yakınları, merak ve hayret içinde kaldılar. Bazı kimseler; “Hacı Bayram-ı Velî’nin bu sözü, ölüm hâlinde söylenen sözlerdendir. Buna pek itibar edilmez” dediler. Kararsız bir halde idiler. O esnada; “Akşemseddîn geliyor” diye bir ses işittiler. Vasiyet üzerine namazı kıldırdıktan sonra, Hacı Bayram-ı Velî’nin cenâzesini defn etti. [20]
Akşemseddîn, İstanbul’dan Göynük’e dönüşünden bir sene sonra bir taraftan âhiret hazırlığı yaparken, bir taraftan da küçük oğlu Hamîdullah’ın ilim ve terbiyesi ile meşgûl oluyordu. “Bu küçük oğlum yetim, zelîl kalır; yoksa bu zahmeti çok dünyâdan göçerdim” derdi. Birgün hanımı dedi ki: “Göçerdim dersin, yine göçmezsin?” Bunun üzerine; “Göçeyim” deyip, mescide girdi. Akrabasını ve evlâdını topladı. Vasiyetini yaptı, helalleşti. Yâsîn-i şerîfi okumaya başladı. Sünnet üzere yatıp, temiz rûhunu teslim etti. 1460 senesinde Göynük’te vefât etti. [21]
Akşemseddîn hazretleri “Maddet-ül-hayât” adlı eserinde şöyle buyurdu: “Hastalıkların insanlarda teker teker peyda olduğunu sanmak hatâdır. Hastalık, insandan insana bulaşma sûretiyle geçer. Bu bulaşma ise, gözle görülemeyecek kadar küçük, fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” Böylece, ayrıca bir Türk hekimi olan Akşemseddîn tarafından, bundan beşyüz yıl evvel mikrop teorisi ortaya kondu. Pasteur, aynı neticeye Akşemseddîn’den dörtyüz yıl sonra varabilmiştir. Buna rağmen mikrop teorisi, yanlış olarak Pasteur’e maledilmiştir. [22]
Yazmış olduğu eserler şunlardır: 1-Risâlet-ün-nûriyye, 2-Def u metâin, 3-Risâle-i Zikrullah, 4-Risâle-i Şerh-i Ahvâl-i Hâcı Bayram-ı Velî, 5-Telhîsü Def-i Metâin, 6-Makamât-ı Evliyâ, 7-Maddet-ül-hayât, 8-Nasîhatnâme-i Akşemseddîn. [23]
Bıçakçı Dede (Ömer Sıkkini) (?-1475)
Hacı Bayramı Veli'nin çok sevdiği ihvanından ve halifelerindendir. Göynük’te oturur, bıçakçılık yaparak geçimini sağlardı. [24]
Melâmiyye tarikatının kurucusu olarak bilinen Ömer Sikkînî Hazretleri ile Akşemseddin Hazretleri arasında geçen olaylar, daha çok Melâmiyye dervişleri tarafından kaleme alınan eserlerde anlatılmaktadır. Bu tarikatın ortaya çıkmasına sebep olan olay şudur: Bayramiyye tarikatı dervişleri Göynük'te toplanarak, Akşemseddin Hazretlerinden biat almışlar idi. Her gün tarikat mensupları dergâhta toplanarak zikrederler, sonra da dağılırlardı. Ömer Sikkînî Hazretleri meclise geldiği halde zikir halkasına girmez, bir köşeye çekilir, kendi iç âlemine dalarak, meclis dağılıncaya kadar bu hal üzere kalırdı. Akşemseddin Hazretleri, zikir halkasına katılmadığı takdirde, hilafet tacının başından alınacağını kendisine hatırlattı. Ömer Sikkînî Hazretleri bu söz karşısında, Akşemseddin Hazretleri'ne, Cuma namazından sonra müridleriyle birlikte evine gelmesini, Yüce Allah murad buyurmuş ise taç ve hırkayı orada kendisine teslim edeceğini söyledi. O gün Ömer Sikkînî Hazretleri, bahçede büyük bir ateş yaktı. Cuma namazından sonra Akşemseddin Hazretleri ve müridleri oraya geldiler. Ömer Sikkinî Hazretleri başında taç, sırtında hırkası olduğu halde yanmakta olan ateşin içine girdi. Çıktığı zaman taç ve hırkası yanmış, fakat kendisine bir şey olmamıştı. Bu olaydan hemen sonra ortaya çıkan bu tarikat mensupları bu yüzden taç ve hırka giymezler.[25] Miladi 1475 yılında vefat ettiği rivayet edilir.[26]
Bıçakçı Ömer Dede Türbesi, Göynük[27]
Eşrefoğlu Rumi (?-1484)
İsmi, Abdullah bin Eşref bin Muhammed Mısrî olup, babasının ismi ile şöhret buldu. Babası Eşref Efendi, Mısır’dan İznik’e göç etti. Abdullah, İznik’te doğdu. Bursa’ya giderek Pâdişâh Çelebi Mehmed’in medresesine girdi. Mezûn olunca, orada müderrislik yapan hocası büyük âlim Alâeddîn Ali hazretlerinin yardımcısı oldu. Çelebi Mehmed Hân Medresesi’nde bir müddet ders veren Abdullah, tasavvuf yoluna meyletti. Bursa’da bulunan Emîr Sultan’ın huzûruna gitti. Talebesi olup, hizmetiyle şereflenmek istediğini bildirdi. Emîr Sultan, Abdullah’ın tasavvuf yolunun aşkıyla yandığını görünce, Ankara’daki Hacı Bayram-ı Velî’ye gönderdi. [28]
Riyâzet ve mücâhedeye devam eden Abdullah, seneler sonra buyurdu ki: “Hocam Hâcı Bayram-ı Velî’ye onbir sene hizmet etmekle şereflendim. Bu kadar zaman zarfında hocamın: “Üstadın huzûrunda lüzumsuz konuşmak edebe aykırıdır” sözü üzerine, huzûrunda bir kelime dahî konuşmadım. Ancak sordukları suâllere kısa ve öz olarak cevap verir, edebe, ziyâde dikkat eder idim.” [29]
Hacı Bayram-ı Velî’nin talebesi ve dâmâdı oldu. Bir müddet daha hizmete devam eden Eşrefoğlu Abdullah, hocasından izin alarak “Bayramiyye tarikatı”nı yaymak üzere İznik’e gitti. Orada kendi içalemiyle başbaşa kaldı. Hocasından ayrı kalmaya ve onun hasretine fazla dayanamadı, tekrar Ankara’ya döndü. Hocasının; “Hama şehrinde Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin torunlarından Şeyh Hüseyn Hamevî’nin huzûruna gidip, Kadirî yolunu öğreniniz” emrini aldı. [30]
Hama’ya yeni hocasının huzûruna vardı. Hüseyn Hamevî, bu yeni talebesinin önce nefsini terbiye etmek üzere kırk gün halvet için bir hücereye koydu. Eşrefoğlu Abdullah, Hama’da da sıkı bir riyâzet ve mücâhedeye tâbi tutuldu. Kırk gün içinde Hüseyn Hamevî, Abdullah’a ziyâde teveccühlerde bulundu. Abdullah kırkıncı günü hücreden çıkartıldığında, büyük bir vecd hâli içinde kendinden geçmiş, gözleri kapalı ve hareketsiz bir hâlde olduğu görüldü. “Bize kıydınız” diyerek gözlerini açtı. Hüseyn Hamevî’nin halîfesi olarak Rumeline (Anadolu’ya) Kadirî yolunu yaymak üzere vazîfelendirildi. Hüseyn Hamevî, Abdullah’ı Anadolu’ya uğurladıktan bir müddet sonra, arkasından baktı ve “Abdullah-i Rûmî koca bir deniz imiş. Bizde bulunan herşeyi çekip sinesine aldı” buyurdu. [31]
Ankara’ya giden Abdullah-i Rûmî, kayınpederi Hacı Bayram-ı Velî’nin yanında bir müddet daha kaldıktan sonra İznik’e gitti. Orada bir dergâh kurarak, talebelerine ders vermeğe, Kadirî yolunu yaymak için çalışmalara başladı. Bursa’dan, İstanbul’dan ve diğer vilâyetlerden akın akın gelip talebesi olmakla şereflenmek istiyenler çoğaldı. Hattâ Sadrazam Mahmûd Paşa, onun talebesi olmak isteğinde bulundu. Abdullah-i Rûmî hazretleri, talebeleri arasında en ileri olan Abdürrahîm-i Tirsî’yi yerine halîfe, vekîl bıraktı. 1484’de İznik’te vefât etti. [32]
[33]
Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın İstanbul’u fethinden önce “Müzekkin-Nüfûs” isimli bir kitap yazdı. Bu kitabını okuyan herkes çok beğendi. Bundan ayrı olarak Tarîkatnâme, Delâil’ün-nübüvve, Fütüvvetnâme, İbretnâme, Mâzeretnâme, Elestnâme, Nasîhatnâme, Hayretnâme, Münâcaatnâme, Cinân-ül-cenân, Tâcnâme, Esrâr-ut-tâlibîn gibi eserleri vardır. Dîvânında pek güzel şiirler, kasideler bulunmaktadır, Yûnus Emre’nin şiirleri tipinde şiirler söylemiştir. Şiirlerinde, “Rûmî” mahlasını kullanmaktadır.[34]
Yazıcızade Muhammed (?-1451)
Meşhûr Muhammediyye adındaki eserin müellifi. Yazıcızâde Muhammed Efendi, muhtemelen Malkara’da doğdu. Yazıcızâde Muhammed Efendi ve kardeşi Ahmed-i Bicân, önce babalarından ders okudular. Daha sonra Muhammed Efendi, tahsilini kemâle erdirmek üzere birçok yerler dolaştı. İran ve Mâverâünnehr’e giderek, Haydar Hafi ve Zeynel Arab gibi meşhûr âlimlerden okudu. Asıl manevî feyzi, Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerinden aldı. Hacı Bayram-ı Velî, Sultan İkinci Murâd Hân’ın da’vetine uyarak Edirne’ye gitti. Gidiş ve dönüşte uğradığı Gelibolu’da Yazıcızâde Muhammed Efendi ve kardeşi Ahmed-i Bicân’ı gördü. Onlarla görüşüp, sohbetle irşâdda bulundu. [35]
Yazıcızâde Muhammed Efendi, bir ara Konya muzafferiyetini bildirmek için Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr Gâzî tarafından sefâretle Mısır’a gönderildi. Daha sonra Gelibolu’ya dönüp, ömrünü ibâdet ve tefekkürle geçirdi. Eserler yazdı, iikâf ve inzivâ haliyle yaşadı. Gelibolu’da namazgâh yöresinde, Hamza köyü sahillerinde büyük bir kayaya oyulmuş, birbiri içinden geçilen iki küçük hücrede ibâdet ve tefekkürle meşgûl oldu. [36]
Meşhûr “Muhammediyye” adlı eserini yazmadan önce, Arapça olarak “Megârib-üz-zeman”ı yazdı. Kardeşi Ahmed-i Bicân’a: “Şimdi sen dahî, bu kitabı Türkçeye çevir. Tâ kim bizim ilin kavmi maâriften ve envâr-ı ilimden fâide görsünler” diye ricada bulundu. O da Türkçeye çevirdi. Envâr-ül-âşıkîn adını verdi. “Muhammediyye” ve “Envâr-ül-Âşıkîn”, biri nazım ve diğeri nesir, Megârib’in Türkçeye tercümesidir. [37]
“Muhammediyye”, asırlardır Anadolu’da, Kırım’da, Kazan’da, Başkurt Türkleri arasında okundu ve elden düşmedi. Evliyâ Çelebi; “Nice binlerce âdemin Muhammediyye’yi ezbere bildiklerini” kaydeder. Anadolu’da her evde bir Muhammediyye nüshası vardı. Kış gecelerinde okunur, yer yer ağlanırdı. Suyu hiç kesilmiyen bir ırmak coşkunluğu içinde okundu. Her satırında Allahü teâlânın sevgisi, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) aşkı, muhabbeti, Eshâb-ı Kirâm sevgisi anlatıldı. [38]
Gelibolu’da 1451 senesi orada vefât etti. Mezârı Gelibolu’nun biraz dışında, İstanbul yolu üzerindedir. Yazıcızâde çeşmesinden ve hemen yakınında yüksekte kalan kardeşi Ahmed-i Bicân’ın kabrinden yüzelli adım kadar içeride, küçük türbe kısmınadır. [39]
Ahmed Bican (?-1455)
Osmanlı âlimlerinden. Yazıcızâde lakabıyla da tanınmıştır. 1455’de Gelibolu’da vefât ettiği kaynaklarda kaydedilmiştir. Yazdığı eserler Anadolu’da ve diğer yerlerde çok tanınmış ve asırlardan beri okuna gelmiştir. Hocası, Hacı Bayram-ı Velî hazretleridir. Onun sohbetlerinde bulunup, tasavvufda yetişmiştir, ilimde yetişdikten sonra, eserlerini yazmıştır. Yazdığı eserlerde son derece sâde bir dil ve anlaşılması gayet kolay olan güzel bir üslûb kullanmıştır. [40]
Başlıca eserleri şunlardır: Envâr-ül-âşıkîn(en ünlü eseri), Dürr-i Meknûn, Müntehâ Tercümesi (“Kitâb-ül-müntehâ el-Müştehâ alel füsûs” adlı eserin şerhinin Türkçeye tercümesidir. Eserin aslı Muhyiddîn Arabî hazretlerinin “Füsûs-ül-hikem” adlı eseridir), Rûh-ul-ervâh (Peygamberlerin kıssalarından bahseden bir eserdir), Bostân-ül-Hakâyık, Acâib-ül-mahlûkât ( Zekeriyyâ Kazvînî’nin “Acâib-ül-mahlûkât” adlı eserini ana kaynak tutarak hazırlamıştır. Kendi zamanına kadar yazılmış olan coğrafya, kozmoğrafya ve biyoloji kitaplarından faydalanmıştır.)[41]
Abdüllatif Kudsi (1384-1452)
1384 senesinde Kudüs'te doğdu. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra Tasavvuf; ahlâk ve gönül ilmine meyledip bu zevk ile Şeyh Abdülazîz'in talebesi arasına katıldı. Kısa zamanda icâzet aldı ve irşâdla görevlendirildi.[42]
Abdüllatîf Kudsî'nin oturduğu şehirde Mescid-i Aksâ'nın bulunması sebebiyle seyâhata çıkan ve hacca giden pekçok kimse buraya uğrardı. Horasandan kalkıp Kudüs'ü ziyâret edenlerden biri de büyük velî Zeyniyye yolunun önderi Zeynüddîn-i Hâfî hazretleri idi. Abdüllatîf Kudsî önceden ismini duyduğu bu zât ile karşılaşınca, evine dâvet etti. Birkaç gün başbaşa sohbette bulundular. Abdüllatîf Kudsî onun sohbet ve mânevî ilimlerdeki derecesine hayran kalıp, gönülden bağlandı. Feyz ve bereketlerine kavuştu. Sonra Zeynüddîn-i Hâfî hazretleri Hicaz'a gitmek üzere ayrılmak isteyince, Abdüllatîf Kudsî de, berâberinde bulunmak için, izin istedi. Hac dönüşü Zeynüddîn-i Hâfî hazretleri Kudüs'e uğrayıp Abdüllatîf'i yanına aldı. Birlikte Horasan'a gittiler. Abdüllatîf mürşidinin (hocasının) terbiye ve tâlimi ile yetişip gösterdiği şekilde halvete, çileye girdi. Sonra Câm şehrine gidip evliyânın büyüklerinden Ahmed Nâmık-ı Câmî hazretlerinin türbesinde kırk gün nefis muhâsebesi ile uğraştı. Nefsini hesaba çekti ve olgunlaşıp kemâle geldi. Bunun üzerine Zeynüddîn-i Hâfî hazretleri kendisine icâzetnâme verip irşâdla vazîfelendirdi. [43]
[44]
Abdüllatîf Kudsî hazretleri, önce Şam'a, oradan Kudüs'e, sonra da Konya'dan geçerek Bursa'ya geldi. Konya'da iken burada medfun bulunan Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddîn-i Konevî ve Şems-i Tebrîzî hazretlerinin kabirlerini ziyâret etti. Bu durumunu şöyle anlatır: Mevlânâ Celâleddîn'in türbesini ziyâret ettim. Kendimi üryân gördüm. Sonra Şeyh Sadreddîn Konevî hazretlerini ziyâret eyledim. Beni kendine çekti. Sonra Şemseddîn Tebrîzî hazretlerini ziyâret ettim. Orada duâ ve namazdan sonra Bursa'ya gitmeye karar verdim. Atımın üzerinde giderken, uyku arasında bana; "Ehl-i mârifet seni bekler ve sana muntazırdır." dendi. Şâbân ayında Bursa'ya geldim. Oradaki âlim ve âriflerle Ramazan'a kadar halvette kaldım. Halvetteki ilk gecemde gaybdan bir ses; "Bu, Cennet'ten bir cemiyet, bir topluluktur ve dünyâda bir benzeri yoktur." diyordu. [45]
Abdüllatîf Kudsî hazretleri Bursa'da câmi ve dergâh inşâ edip talebe yetiştirmeye başladı. Kurduğu dergâh Zeynîler Dergâhı adıyla meşhur oldu. Yerleştiği muhit daha sonra bağlı bulunduğu tarîkat sebebiyle Zeynîler adını aldı. Vefâtına kadar kurduğu dergâhta talebe yetiştiren Abdüllatîf hazretleri sohbet ve nasîhatleriyle talebelerine doğru yolu gösterdi. [46]
Bursa’da yetişen büyük âlimlerin çoğu bu yolu seçmişlerdi. Mahalleye, bu yola mensûp zâtların meskeni ve husûsî kabristanı hükmüne girmiş olduğundan “Zeynîler” ismi verilmişti. Bu yolun mensûplarının hepsinin kabirleri, belirli bir geometrik şekli andırır biçimdedir. Molla Fenârî ile Hayâlî hazretlerinin mezar taşlarının da bu biçimde olması, onların da Zeyniyye yoluna mensûp olduklarını göstermektedir. Zeynîler kabristanının bitişiğinde, Zeynîler Câmii de vardır. [47]1452 senesinde Bursa'da vefât etti. Kabri üzerine bir türbe yapıldı. [48]
Abdüllatîf Kudsî hazretlerinin bağlı bulunduğu Zeyniyye yolu Sühreverdiyye tarîkatının bir koludur. Abdüllatîf Kudsî hazretlerinin talebelerinin en meşhûru Şeyh Vefâ ile Âşıkpaşazâde'dir. Şeyh Vefâ hazretleri Osmanlı ilim ve kültür hayâtının feyizli kaynaklarından biri olmuş, İstanbul'daki dergâhı mânevî bir hayat menbaı hâline gelmiştir. [49]
Ebu’l Vefa (?-1490)
İsmi, Mustafa bin Ahmed’dir. Şeyh Vefâ ismiyle tanınmıştır. Konya’da doğdu. İlk tahsilini yaptıktan sonra, Edirne’de Debbağlar Câmii, İmâmı Şeyh Muslihuddîn’e talebe oldu. Bir müddet bu hocasından ilim öğrenip feyz aldı. Sonra bu hocasının tavsiyesi üzerine Abdüllatîf-i Kudsî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. [50]
Şeyh Vefâ hazretleri, bir ara hacca da gitmişti. Hacdan deniz yolu ile dönerken, yolda hıristiyan korsanları tarafından gemisi yağma edilip, kendisi de esîr edildi. Rodos adasına götürülüp hapsedildi. Zamanının gözüpek kahramanlarından İbrâhim Bey tarafından, esîr alanlara para verilmek sûretiyle esâretten kurtarıldı. Hürriyetine kavuştu. İstanbul’a dönüşlerinde, şimdi kendi ismi ile anılan “Vefâ” semtine yerleşti. Vefâtına kadar burada yaşadı. [51]
Çok ibâdet ettiğinden, sohbetine gelenleri, ancak belli vakitlerde kabûl ederdi. Zamanının meşhûr kimseleri kapısına gelir, sohbetine kavuşmak için kabûl etmesini beklerlerdi. [52]
Bir defasında, Fâtih Sultan Mehmed Hân kapısına kadar geldiği hâlde onunla görüşmemiştir. O da üzülerek, geri dönüp gitmiştir. Onunla görüşmemesinden dolayı kendisi de üzülmüştürYanında bulunanlar; “Efendim neden pâdişâhı kabûl etmediniz? Hem siz buna üzüldünüz, hem de o üzüldü” dediler. Vefâ hazretleri, “Doğru söylersiniz. Ama inanıyorum ki, benim ona olan sevgim ve onun bana olan ihtiyâcı, bize asıl vazîfemizi unutturacak kadar fazladır. Dostluğumuz, sohbetimiz, birçok vatandaşın işinin yarım kalmasına sebeb olacak.” demiştir. [53]
Vefâ hazretleri, 1490 yılı Ramazan ayında vefât etti. Vefâ’da kendi adıyla anılan câminin sol tarafında defnedildi. Sultan İkinci Bâyezîd-i Velî de, onu çok severdi. İlminin, yaşayışının hayranı idi. Vefât ettiği zaman cenâze namazında bulundu. Sonradan kabirleri üzerine, yeşil kubbeli bir türbe yapıldı. Türbeyi Sultan İkinci Bâyezîd Hân yaptırdı. Kabri, müslümanların ziyâret yeridir. [54]
Hayali (?-1481)
İsmi, Ahmed bin Mûsâ er-Rûmî olup, İzniklidir. Doğum târihi kesin olarak belli değildir. “Molla Hayalî” mahlası ile meşhûr oldu. Babası kadı idi. İlk tahsilini babasında tamamladı. Devrinin meşhûr âlimlerinden Hocazâde derecesinde büyük bir âlim olarak temayüz etti. Sonra, Bursa Sultâniyye’sinde müderris olan Hızır Bey’in talebesi oldu. Ayrıca derslerinde onun muavini (yardımcısı) idi. Zekâsı çok keskin olup, en ince meseleleri bile hemen kavrardı. Yirmidört saatte bir defa yemek yerdi. Önce Filibe Medresesi’ne, sonra da İznik Medresesi’ne tayini yapıldı. Kelâm, fıkıh ve usûl ilimlerinde kıymetli eserlere haşiyeler yazdı. [55]
Tasavvufta, Zeyniyye koluna bağlı olan Hayalî, tasavvuf ma’rifetlerine, hocası Şeyh Abdürrahîm Merzifonî vâsıtası ile kavuştu. Şeyh Abdürrahîm, Zeyneddîn Hafi hazretlerinin yoluna mensûptu. “Zeyniyye” adı verilen onun bu yolu, Zeyneddîn hazretlerinin baş halîfesi Abdüllatîf Kudsî’nin Bursa’ya gelip, talebe yetiştirmekle vazîfelendirilmesinden sonra yayıldı. [56]
[57]
Eserleri çok kıymetlidir. Şerh-i Akâid haşiyesi, Akâid-i Nesefiyye”nin şerhine yaptığı çok güzel bir haşiyedir. Molla Hayâlî’yi meşhûr eden bu hâşiyesidir. Bu zamanın âlimleri, şerh ve haşiyeleri ile kendilerini tanıtırlardı. O, bu eserini gayet veciz ve i’câz üzere yazmıştır. Zamanının zekî talebeleri, kelâm dersinin imtihanını, bu kitabı okuyarak verirlerdi. Hayâlî’nin bu şerhi, medrese talebesi elinde asırlarca bir ders kitabı olmuştur. Kendisinin Arabca, Farsça ve Türkçe olmak üzere üç dilde söylediği şiirlerden, bu dillere tam vâkıf olduğu anlaşılmaktadır. 1481 senesi civarında, 33 yaşında iken İznik’te vefât etti. [58]
Molla Fahrettin Acemi (?-1460)
İran'da doğmuştur. Orada Seyyid Şerif Curcani’ye talebe olmuştur. Sonra Osmanlı devleti başkenti İstanbul'a gelmiştir. Bu nedenle "Acemi" lakabı ile anılmıştır. İstnabul'da da eğitimine devam etmiş ve Molla Fenari'nin oğlu olan Şah Efendi'den icazet alıp molla olmuştur. Sonra müderrisliğe başlamıştır. Şemseddin Molla Fenari'nın II. Murat döneminde 1430'da ölümü ile onun yerine "müftü" olarak atanmıştır. II. Murat ve II. Mehmet dönemlerinde yaklaşık 30 yıl boyu bu görevde kalmıştır. Sünni inanışa çok bağlı bir din adamı olduğundan, II.Mehmet'in özellikle birinci padişahlık döneminde babası II. Murat Manisa'ya çekilmiş iken, saraya girmeyi başaran hurufi tarikatından kişilerle çatışmıştır. Onların yakılmaları caiz bulan fetva vermiştir. 1460'de Edirne'de ölmŭştūr. [59]
Molla Hüsrev (?-1480)
Üçüncü Osmanlı Şeyhülislamıdır. Sivas ile Tokat arasındaki Kargın köyünde doğmuştur. Doğum tarihi bilinmemektedir. Babası, bir Fransız subayıdır ancak daha sonra müslüman olmuştur. Babasının genç yaşta ölmesi üzerine, eniştesi Hüsrev Beyin yanında kalıp, burada büyümüştür. Bu sebeple Hüsrev kayını diye çağırılmıştır. Daha sonra kayını kelimesi kaldırılarak, Molla Hüsrev adıyla meşhur olmuştur. [60]
Molla Hüsrev; orta boylu, gür sakallı, kıymetli elbise giyen, başında küçük bir sarığı olan, heybetli, tevazu sahibi, yüksek ilmiyle İslam dinine uymakta gayretli ve titiz olduğu bilinmektedir. Bu sebeplerden dolayı zamanında, halkın ve devlet adamlarının sevgisini ve hayranlığını kazanmıştır.[61]
Burhaneddin Haydar Hirevi ve zamanının diğer âlimlerinden dersler almıştır. Tahsilini tamamladıktan sonra Edirne'de Şah Melik Medresesinde ve sonra da kardeşinin ölümüyle boşalan Çelebi Medresesinde öğretmenlik yapmıştır. Sultan İkinci Murad devrinde Varna Savaşından önce, 1429 senesinde Kazaskerliğe tayin edilmiştir. Molla Hüsrev, Fatih Sultan Mehmed tahta geçince de bu göreve devam etmiştir. Sultan İkinci Murad tahttan indiğinde, yerine oğlu Fatih Sultan Mehmed geçmiştir. Ancak düşmanları, yeni sultanı çocuk yaşta görüp, bir takım huzursuzluklar çıkarmak istemişlerdir. Bunun üzerine II. Murad tekrar tahta geçmiş ve Sultan Mehmed'i Manisa'ya göndermiştir. İlim adamlarından çoğu, birer bahane ileri sürerek, Manisa'ya gitmek istememişlerdir. Molla Hüsrev ise kadıaskerlikten istifa ederek, Şehzade ile birlikte Manisa'ya gitmeye karar vermiştir. Şehzade olan Mehmed ise onun bu kararını duyunca; “Vazifenize devâm edin, zîra memleketin size ihtiyacı var” dediyse de, Molla Hüsrev kendisine “Manisa'ya giderken sizi yalnız bırakmam uygun olmaz, müsaade buyurun geleyim” diyerek samimiyetini bildirmiş ve birlikte Manisa'ya gitmişlerdir. Şehzade Fatih Sultan Mehmed burada Molla Hüsrev'den dersler almıştır. [62]
Fatih Sultan Mehmed tekrar tahta geçince, Molla Hüsrev de İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'da Galata ve Üsküdar kadılıklarına tayin edilmiştir. Bu arada Ayasofya muderrisliğini de yürütmüştür. Bir ara Bursa'ya gidip bir medrese kurarak ilim öğretmekle meşgul olduğu sırada, Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul'a davet edilerek, 1460 yılında şeyhülislamlığa tayin edilmiştir. Yirmi sene boyuncu bu görevi yürütmüştür. Fatih Sultan Mehmed, Molla Hüsrev için Zamanımızın Ebu Hanife'sidir diyerek sevgisini belirtmiştir. [63]
Birçok öğrenci yetiştirmiş fıkıh alimi olduğu gibi, bir şair olarak da tanınmıştır. Önceki âlimlerin kitaplarından da her gün iki yaprak yazmayı adet haline getirmiştir. Öldüğü zaman zaman geriye bıraktığı eserlerinde kendi el yazılarıyla yazılmış pekçok eserler bulunmuştur. Molla Hüsrev 1480 senesinde İstanbul'da vefat etmiştir. Cenaze namazı Fatih Camiinde kılındıktan sonra Bursa'ya götürülüp, Emir Sultan'ın kabrinin doğusunda kendi yaptırdığı medresenin bahçesine defnedilmiştir. [64]
Hayatını ilim öğretmek ve yazmakla geçiren Molla Hüsrev'in, birçok kıymetli eseri vardır. Dürer-ül-Hükkâm fî Şerh-i Gurer-il-Ahkâm Fıkıh ile ilgili olan, sık sık başvurulan bu en önemli eseri, bütün Türk Osmanlı medreselerinde yorumları ile birlikte ders kitabı gibi takib edilmiştir.[65]
Hızır Çelebi (1407-1458)
Sivrihisarlıdır. Nasreddîn Hoca’nın torunlarındandır. Babası Celâleddîn Çelebi, Sivrihisar kadısı idi. 1407 senesinde doğdu. Molla Yegân’a talebe olup, aklî ve naklî ilimleri tamamladı ve kızıyla evlenip dâmâdı oldu. İbn-i Cezerî’den kırâat ilmini öğrendi. Hızır Bey, zekâsının kuvveti ve çalışmasının çokluğu sebebiyle, birçok dînî ve fenni ilimlerde derin âlim oldu. Memleketi olan Sivrihisar’da kadılık ve müderrislik yaptı. Kimsenin bilemediği bilgileri bilmekte, Fenârî’den sonra eşi yoktu. [66]
İstanbul Belediyesi Önündeki Hızır Çelebi Büstü [67]
Fâtih Sultan Muhammed Hân’ın padişahlığının ilk senelerinde, Arabistan’dan bir zât gelip, çeşitli ilim ve fenlerden suâller sordu. Zamanının âlimleri tatmin edici cevaplar veremediklerinden, Fâtih’in canı sıkıldı. Bütün beyleri, paşaları ve vezirleri topladı ve: “Ülkemde bu adama cevap verecek bir ilim adamımız yok mudur? Çabuk olun, araştırın ve bana derhâl müsbet bir cevap getirin!” dedi. Vatan topraklarını iyi bilen vezirler, düşündüler ve Sivrihisar Medresesi’nde görev yapan Hızır Bey hatırlarına geldi. Hızır Bey, İstanbul’a geldi. O zaman daha otuz yaşlarında bulunduğundan, meşhûr âlimlere meydan okuyan zâtın alay edercesine gülmesine sebep oldu. Ancak, onun sorduğu bütün sorulara cevap verdi. Bundan sonra Hızır Bey suâle başladı. O kimse cevap veremeyip, mağlup oldu ve şu itirâfı yaptı: “Hızır Bey, İslâm âleminde benzeri pek az bulunan ilim adamlarınızdan biridir. Kendisinde öylesine bir hafıza ve zekâ var ki, karşısında durmak mümkün değildir.” Bu durum Fâtih Sultan Mehmed Hân’ı fevkalâde memnun ettiğinden, ona; “Yüzümüzü ak eyledin, cenâb-ı Hak da iki cihanda senin yüzünü ak eyleyip, ilmini ve fazlını arttırsın” dedi. Bursa’da bazı medreselerin müderrisliği kendisine verildi ve maaş bağlandı. Daha sonra Anadolu ve Rumeli’de ba’zı kadılıklarda bulundu. [68]
Hızır Bey, İstanbul’un fethinde, ilk olarak İstanbul kadısı ve belediye başkanı olup, vefâtına kadar, altı sene bu makamda kaldı. Adâlet ve hakkaniyetle işleri yürütüp, meşhûr oldu. [69]
Kâdılar, bugünkü belediye reîslerinin yaptıkları işleri de yaparlardı. Hızır Bey, İstanbul kadısı ve belediye başkanı olarak vazîfeye başladıktan bir müddet sonra, bir hıristiyan mimâr geldi. Hızır Bey’i buldu. Kâdı efendiye hâlini arzedip, pâdişâh Fâtih Sultan Mehmed Hân’dan şikâyetçi olduğunu söyledi. Hızır Bey, hıristiyan mîmârı dinledi. Fâtih Sultan Mehmed Hân, Hıristiyan mimarın cezalandırılmasını emretmiş, eli kesilmişti. Mahkeme neticesinde; “Sen, Murâd oğlu Mehmed! Mahkeme edilmeden bu zımmînin elini kestirdiğin için kısas olunacaksın!” dedi. Herkesle birlikte Pâdişâh da tam bir sükûnet içerisinde kararı dinledi. Hıristiyan mîmâr, bu karar karşısında daha fazla dayanamadı. Ölünceye kadar maişetini te’min etmek karşılığında anlaştılar.[70]
Hızır Bey’in güzel ahlâkı, zühd ve takvâsı da, ilmi gibi yüksekti. Arab, Fars ve Türk edebiyatında da geniş bilgi sahibi olup, şairliği de vardı. Her üç dilde de kıymetli şiirler yazdı. İstanbul’un Anadolu yakasında, Molla Hızır Bey’in geniş arazisi bulunduğu için, buraya Kadıköy ismi verilmiştir. [71]
1458 senesinde İstanbul’da vefât etti. Vefâ ile Zeyrek arasında, Unkapanı’na giden cadde kenarında defnedildi.[72]
Ali Kuşçu (?-1474)
Fatih devri kelam ve fen âlimidir. Babası, Uluğ Bey’in doğancıbaşısı olduğu için, Kuşçu lakabıyla meşhur oldu. Dokuzuncu asrın başlarında Semerkand’da doğduğu kabul edilmektedir. [73] Uluğ Bey’in hükümdarlığı sırasında, Semerkand’ta dini öğrenimini tamamladı. [74]
[75]
Küçük yaşta, matematik ve astronomiye karşı aşırı bir ilgi duydu. Astronomi ve matematik dersleri aldı. Aldığı ilimlerle yetinmeyip, daha fazlasını öğrenme arzu ve isteği ile kimseye haber vermeden, ünlü âlimlerin toplandığı Kirman’a gitti. Kirman’da bulunduğu sırada, akli ve nakli ilimler üzerinde çalışmalara devam edip, burada “Hall-ül-eşkal-il-Kamer” (Ay safhalarının açıklanması) risalesini ve “Şerh-i Tecrid” adlı eserini hazırladı. Daha sonra tekrar Uluğ Bey’in yanına döndü. Uluğ Bey’in yaptırmakta olduğu meşhur rasathanenin tamamlanmasına memur olundu. Semerkand Rasathanesine müdür olarak tayin edildi. Uluğ Bey’in katledilmesinden sonra, Semerkand’dan ayrılıp, Tebriz’e gitti. Tebriz’de Uzun Hasan ona çok iltifat ve ikramda bulundu. Uzun Hasan onu sulh yapmak için Fatih Sultan Mehmed Han’a gönderdi. [76]
Fatih Sultan Mehmed Han, onun değerli bir ilim adamı olduğunu, kısa bir görüşmeden sonra anladı. Uzun Hasan’ın ona gösterdiği ilgi ve alakadan daha fazlasını gösteren Fatih Sultan Mehmed, kısa bir sürede Ali Kuşcu’nun gönlünü fethetti. Fatih ona, İstanbul’da kalması için teklifte bulundu. Ali Kuşçu bu teklifi kabul etti. Fakat daha önce üzerine aldığı vazifeyi yerine getirmek için Fatihin cevabını Uzun Hasan’a götürdü. Bu vazifesini tamamladıktan sonra, seçkin talebeleri ve yakınlarından meydana gelen ikiyüz kişilik bir kafile ile İstanbul’a geldi. Fatih Sultan Mehmed Han, onu Ayasofya Medresesi’ne müderris olarak tayin etti. Bunun yanında, kendi hususi kütüphanesinin müdürlük görevini de verdi. [77]
Ali Kuşçu’nun, İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik ilimlerindeki çalışmaları neticesinde, büyük gelişmeler görüldü. 1474 senesinde İstanbul’da vefat etti. Kabri, Eyyûb Sultan türbesi yanındadır.[78]
Ali Kuşçu’nun eserleri, Astronomi ve matematikle ilgili olanlar; kelam ilmi ile ilgili olanlar olmak üzere iki kısma ayrılır. Bazıları şunlardır: 1- Risale fil-Heye’ (Astronomi Risalesi) 2 - Risaleti’l-Fethiye (Fetih Risalesi): Risale fil-Heye’ adlı eserin son kısmına gök cisimlerinin uzaklıklarıyla ilgili bir bölüm ilave ederek, Otlukbeli Zaferi’nin bir hediyesi olarak Fatih Sultan Mehmed Han’a sunmuştur. Bu eserde, ekliptiğin eğimini hesab eden Ali Kuşçu, eğimi 23° 30’ 17” olarak bulmuştur. Bugün bulunan değer ise 23° 27’dır. 3-Risale fil-Muhammediyye: Cebire dair bir eserdir. 4- Uluğ Bey Ziyci Şerhi: Ali Kuşçu’nun astronomi ile ilgili en önemli eseridir. Eserde ayrıca, yüksek matematik ve astronomi ile ilgili fiziki bilgilere de yer verilmiştir. 5-Tecrid-ül-kelam: Kelam ilmine dairdir. İlim dünyasında, Şerh-i Cedid (Yeni Açıklama) ismiyle meşhur olan bu eser, Nasiruddin Tusi’nin eserine şerh olarak yazılmıştır 6-Risale fil-Hisab: Aritmetik kitabıdır. Üç makaleden meydana gelmiştir. Yıldız hesaplarını içine almaktadır. Ali Kuşçu’nun ayrıca; Risale-i Adüdiye, Unkud-üz-Zevhir fi nam-il-cevahir adlı eserleri ve kelam ilmi ile ilgili eserleri de bulunmaktadır. [79]
Mirim Çelebi (?-1525)
Babası tarafından hem Kâdızâde-i Rûmî’nin, hem de Ali Kuşcu’nun torunu olduğu gibi, Anne tarafından da, Osmanlı âlimlerinin büyüklerinden olan İstanbul kadısı Hocazâde Mevlânâ Muslihuddîn Efendi’nin torunudur.[80]
Zamanının usûlüne uygun olarak ve küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Mîrim Çelebi, evvelâ Gelibolu Medresesi’ne müderris tayin edildi. Oradan Edirne’de Taşlık Medresesi’ne, daha sonra da Bursa’da Manastır Medresesi müderrisliğine getirildi. Fazilet ve irfanının yüksekliği sebebiyle, Sultan Bâyezîd-i Velî’nin muallimi oldu. Sultan Birinci Selim Hân tarafından 1519 senesinde Anadolu kadıaskerliğine ta’yin olundu. [81]
Fen ilimlerinde zamanının bir tanesi idi. Sultan Bâyezîd zamanında, bu sultânın teşviki ile çok çalışarak, memleketimizde riyaziye ve hey’et (astronomi) ilimlerinin gelişip yükselmesine çok hizmet etmiştir. 1525’de Edirne’de vefât etti. Kâsımpaşa Câmii avlusunda medfûndur. [82]
Birçok da risale yazmış olup, ba’zılarının isimleri şöyledir: 1) Düstûr-ül-amel ve tashîh-ül-cedvel: Uluğ Bey Zeyci üzerine Sultan Bâyezîd’in emriyle yazılmış Fârisî bir şerh olup, çok kıymetli bir eserdir. 2) Şerh-i Risâlet-ül-fethiyye: Büyük dedesi Ali Kuşcu’nun Risâlet-ül-fethiyyesi üzerine yazılmış bir şerhdir. 3) Rub’ul-mecîb, 4) Rub’ul-câmi’a, 5) Rub’ul-mukantarat, 6) El-Kıble ve ma’rifeti semtihâ, 7) Zerkale, 8) Ceyb-ül-câmi’a, 9) El-Amel bir rub’ış-şikâr, 10) Tahkîku semt-il-kıble.[83]
Dipnotlar
[1] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-HACI_BAYRAM_I_VELI-2949.aspx
[2] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-HACI_BAYRAM_I_VELI-2949.aspx
[3] http://ilgiliforum.com/haci-bayram-veli-hayati-kisaca-t92110.0.html
[4] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-HACI_BAYRAM_I_VELI-2949.aspx
[5] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-HACI_BAYRAM_I_VELI-2949.aspx
[6] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-HACI_BAYRAM_I_VELI-2949.aspx
[7] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-HACI_BAYRAM_I_VELI-2949.aspx
[8] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-HACI_BAYRAM_I_VELI-2949.aspx
[9] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-HACI_BAYRAM_I_VELI-2949.aspx
[10] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AKSEMSEDDIN-2881.aspx
[11] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-HACI_BAYRAM_I_VELI-2949.aspx
[12] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AKSEMSEDDIN-2881.aspx
[13] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AKSEMSEDDIN-2881.aspx
[14] http://www.eba.gov.tr/gorsel/bak/44602
[15] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AKSEMSEDDIN-2881.aspx
[16] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AKSEMSEDDIN-2881.aspx
[17] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AKSEMSEDDIN-2881.aspx
[18] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AKSEMSEDDIN-2881.aspx
[19] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AKSEMSEDDIN-2881.aspx
[20] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AKSEMSEDDIN-2881.aspx
[21] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AKSEMSEDDIN-2881.aspx
[22] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AKSEMSEDDIN-2881.aspx
[23] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AKSEMSEDDIN-2881.aspx
[24] http://www.goynuk.com/turbeler/
[25] http://www.evliyalarimiz.com/ayrinti_oku.asp?kat_id=51&subkat_id=171&sub_kategori=Ömer Sikkînî (Bıçakçı Ömer Dede) Hazretleri&id=147
[26] http://www.goynuk.com/turbeler/
[27] http://www.goynuk.com/turbeler/
[28] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-ESREFZADE_I_RUMI-2932.aspx
[29] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-ESREFZADE_I_RUMI-2932.aspx
[30] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-ESREFZADE_I_RUMI-2932.aspx
[31] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-ESREFZADE_I_RUMI-2932.aspx
[32] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-ESREFZADE_I_RUMI-2932.aspx
[33] http://www.indirvideo.net/esrefoglu-r-mi-hz-siklar-dert-arar-derm-n-icinde--393371.html
[34] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-ESREFZADE_I_RUMI-2932.aspx
[40] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AHMED_BICAN-2874.aspx
[41] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-AHMED_BICAN-2874.aspx
[42] http://www.biriz.biz/evliyalar/ea0119.htm
[43] http://www.biriz.biz/evliyalar/ea0119.htm
[44] http://www.panoramio.com/photo/52112217
[45] http://www.biriz.biz/evliyalar/ea0119.htm
[46] http://www.biriz.biz/evliyalar/ea0119.htm
[48] http://www.biriz.biz/evliyalar/ea0119.htm
[49] http://www.biriz.biz/evliyalar/ea0119.htm
[50] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-VEFA_KONEVI-3175.aspx
[51] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-VEFA_KONEVI-3175.aspx
[52] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-VEFA_KONEVI-3175.aspx
[53] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-VEFA_KONEVI-3175.aspx
[54] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-VEFA_KONEVI-3175.aspx
[57] http://www.netpano.com/bir-allah-dostu-ibrahim-gulseni/
[59] http://tr.wikipedia.org/wiki/Molla_Fahrettin_Acemi
[60] http://tr.wikipedia.org/wiki/Molla_H%C3%BCsrev
[61] http://tr.wikipedia.org/wiki/Molla_H%C3%BCsrev
[62] http://tr.wikipedia.org/wiki/Molla_H%C3%BCsrev
[63] http://tr.wikipedia.org/wiki/Molla_H%C3%BCsrev
[64] http://tr.wikipedia.org/wiki/Molla_H%C3%BCsrev
[65] http://tr.wikipedia.org/wiki/Molla_H%C3%BCsrev
[66] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-HIZIR_CELEBI_Hizir_Bey-2970.aspx
[67] http://www.ibb.gov.tr/tr-TR/Pages/Haber.aspx?NewsID=13045
[68] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-HIZIR_CELEBI_Hizir_Bey-2970.aspx
[69] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-HIZIR_CELEBI_Hizir_Bey-2970.aspx
[70] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-HIZIR_CELEBI_Hizir_Bey-2970.aspx
[71] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-HIZIR_CELEBI_Hizir_Bey-2970.aspx
[72] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-HIZIR_CELEBI_Hizir_Bey-2970.aspx
[73] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-ALI_KUSCU-2886.aspx
[74] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-ALI_KUSCU-2886.aspx
[75] http://mkumatematikkulubu.wordpress.com/category/uncategorized/
[76] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-ALI_KUSCU-2886.aspx
[77] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-ALI_KUSCU-2886.aspx
[78] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-ALI_KUSCU-2886.aspx
[79] http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-IslamAlimleri-Detay-ALI_KUSCU-2886.aspx
[84] http://tr.wikipedia.org/wiki/Molla_G%C3%BCrani
15.yy Osmanlı Düşüncesi ve Temsilcileri